Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Pandemi dönemi evlerden çıkamadığımız o yıllarda Clubhouse’da yaptığımız kültür, sanat, edebiyat sohbetlerinde Orçun, Ataç’ın güncelerini okuduğunu büyük bir haz duyduğunu söylemişti. Bu zamana kadar Ataç’ı adamakıllı okuduğumu söyleyemem. Ancak onun dil hususundaki eleştirilerini, nelere takıldığını anlamak için çoğu kitabını temin edip okudum. Ataç, denemelerinin birinde, “Roman okumaya geç başladım” diyor. Sonra, ablasının “sandığındaki” romanlara geçip, sandıktaki romanların, okunmuş ilk romanlar olduğundan bahis açıyor. Ataç’ın hangi kitapları okuduğunu tahmin etmek çok da zor değil: “Pardiyanlar’ı bitirdim. Monte-Cristo’yu yarıladım; ondan Joseph Balsamo’ya, Simone ile Marie’ye geçecektim; hele Sabıkalı’yı ablam pek övüyordu.” diyor… Sanırım her edebiyatsever için sandıkta okunmuş ilk romanlar vardır diye düşündüm. En azından biz 80 kuşağı okurseverlerinin hatıra sandıklarını açtığında böylesi romanları olduğunu hissettim. Evet, zaman kaymasında ve elbette bir sevinç içinde, Beşiktaş, Akaretler’deki öğrenci evimize geri dönüveriyorum ben de. Sanırım bir sandık değil de benim de üzerine uzanıp dinlendiğim, uyuduğum çekyatımın altında böyle romanlar vardı. Bugün de çekyatın altında romanlarım var ama aradığım bir kitap yok. Çekyatın duvara yanaşmış kısmında okuyabileceğim birkaç kitap, beş farklı tat ve kokuda elektronik sigara likitleri, ne olur ne olmaz diye bir paket camel, çakmak, motosiklet ile arabanın anahtarı, flash belleğim, not defterim, bir kurşun kalem ve telefonum… İstanbul’a ilk taşınıp evlenip yerleşik hayata geçtiğim evimin odasında okumak için can attığım romanlarım neredeydi diye düşündüm. İlk taşındığım zamanlar bu kitaplar sağda solda, örnekse tuvalet dolabının üstünde, balkonda, yatak odasında dururdu. İlk yıllarımda anacığım da bizimle geçici olarak yaşadı. Bazen ne olduğunu merak ettiği romanlarımı açıp okumaya çalışıyordu. Annem bir romana başlamadan önce her zaman kitabın son sayfasını okuyor; sonu kötü biten bir roman okuduğunu hissetmişse kitaba bir daha dönüp bakmıyordu. Ser verip sır vermeyen romanlar da var elbette. Sonu iyi mi kötü mü; annem okusun mu okumasın mı bir bocalayış alıp başını giderdi ve ben bunu bugün bile hatırlıyorum… Eşimin şahsi dolabında üniversitede de öğrenciyken gah ödev olarak verilmiş, gah kendisinin merak ettiği romanları vardı. Örneğin, ciltlenmiş Yaban kitabını dün gibi hatırlarım! Yaban’ın baskısı mı tükenmişti; şurda burda aranmış, Kayseri’deki kitabevinin birinde güçlükle bulunmuş ve nihayetinde kitap İstanbul’daki yeni yaşam alanında yerini almıştı. Yine çocukluk çağlarımda abimin kitaplığında Tolstoy’un eserlerini hatırlıyorum. İnce bir kâğıda basılmış, tek cilt haline getirilmiş “Harp ve Sulh…” kitabı… Sanırım o zamanlar hiç kimse “Savaş ve Barış” demiyormuş. Hâlâ beni şaşırtan Camus’un Yabancı’sının İmam hatip okuyan abimin kitaplığında ne işi vardı? Gelecekte müftü ya da öğretmen olacak abimin Batı romanlarını neden merek ettiğini düşünmüştüm. Bugün ne “Harp ve Sulh” (Savaş ve Barış) ilgimi çekiyor, ne de Yabancı.. İlgimi çeken romanlar, bilgisayarımın hemen yanıbaşındaki çekyatımın altında özenle dizdiğim ve üzeri örtülü olanlardır. Yine çocukken ablamın evde iki romanı bir arada okuduğunu hatırlıyorum. Bu kitapları kimden, nasıl bulurdu bilemiyorum ama kapaklarındaki o renkli illüstrasyonlarında uzun, kıvrık kirpikli, iri gözlü, gümrah saçlı kadınlar, elmacık kemikleri çıkık, saçları kumral ve dalgalı, gözleri açık renk genç adamlar olurdu. Genç adamlarla genç hanımlar uzun uzadıya bakışır gibi resm ediliyordu… Belki de romanlara ilgim bu rüküş kapaklar sebebiyle olmuş olabilir. Colette, his yumağı, duyarlı o eserinde Claudine’in Evi’nde, “uzun saçlı” ablasının romanlarla ilişkisini aynı coşkuyla şöyle dile getirir: “Şiirler de okurdu, ama daha nadiren. Temps gazetesinin kesilmiş, dikilmiş tefrikaları, La Revue des Deux Mondes’un, Recue Bleue’nün koleksiyonları, Journal des Dames et des Demoiselles’inkiler. (…) Romanlar yastıkları doldurur, nakış sepetini şişirir, yağmur altında unutulup bahçede erirlerdi. Uzun saçlı ablam artık, konuşmaz, pek az yemek yer, evde bizimle karşılaşınca hayret eder, zil çalacak olsa sıçrayarak uyanırdı.” (Vedia Tatarağası’nın çevirisi.) Gerçekten de öyle değil midir? Bir kez büyülerine kapıldığınızda, romanların yaşamı, bizim durgun, tekdüze günlerimizi silip süpürdüğüne şahit oldunuz mu hiç? Yani romanlara sevdalandığımız o yıllarda bende etkisi tam olarak böyleydi diyebilirim ama önce hangisiydi? “Büyüklere mahsus” romanlardan ilk okuduğum bir aşk romanıydı! “Yılların Ardından” Hürriyet gazetesinin bilmem kaçıncı sayfasında her gün yayımlanmış sonradan… Gazetede şöyle bir sunuş: “Nakleden: Muazzez Tahsin Berkand”. Yani “Yazan” değil de niyeyse “Nakleden”. O zamanlar ki aklımla bu “nakleden” kelimesine kendimce anlamlar verdiğimi hatırlıyorum. Hani birileri romandaki aşkı sahiden yaşamış da Muazzez Tahsin de bunu gazete okurlarına anlatan bir yazar olarak sanırdım. Meğerse “nakleden” uyarlayan anlamına geliyormuş ve Muazzez Tahsin bazı eserlerini Fransız edebiyatının pembe romanlarından uyarlıyormuş. “Yılların Ardından” bugün tek satırını hatırlamadığım bir roman olarak duruyor bugün. Geçenlerde katıldığım mezatta o kitabı görür görmez hemen satın aldım. Bugün onu tekrar okur muyum, okumaz mıyım doğrusu bilemiyorum. Ama satın aldım. Dursun o da çekyatın altında… İtiraf edeyim ki, çekyataltındaki romanlar içinde en eskisi hangisiydi benim için oturup tek tek bakındım. Ziya Osman Saba’nın bir dizesine gözüm ilişti: “Kaybolmuş baharıma beni götür hâtıra…” Bir zamanlar sosyal medyanın adının anılmadığı, sadece televizyon ve gazetelerin hüküm sürdüğü bu ülkede bazı gazetelerin çeviri romanlara yüz çevirmediğine şahit oldum.. Ben de o dönemleri yaşayan bir okursever olarak çoğu romanla gazeteler aracılığıyla tanışmaya çalışıyordum. Okuma oburluğum yüzünden daha eski gazetelerde anlatılan kitaplar var mı diye arşivlerden tarama işine giriştim. Taramalarımda “akşam gazeteleri” olduğuna denk geldim. Yine bu akşam gazetelerinin birinde, Hatice Suat Derviş’in adını asla unutamayacağım bir romanının yazıdizisine başladığını gördüm. İsmi sanıyorum: “Aksaray’dan Bir Perihan”dı. “Aksaray’dan Bir Perihan”ı uzun bir süre sonra, Oğlak Yayıncılık’ın gönüldenliğiyle kitaplaştırdığını gördüm. Ama bu da ilgimi devşirmemişti. Ben, Colette’in ablasının yaptığı gibi, bunları 1 terabaytlık harici belleğimin içinde arşivlemiş bir daha dönüp bakmamıştım. Ancak ne yazık ki sadece kitap ve gazete arşivlerimin olduğu o harici belleğimi iş yerinde başka bir bölüme taşındığımız gün çok sevdiğim birine almış olduğum hediye eşyalarla birlikte kaybettim… Bugün o arşivlerden evdeki bilgisayarımın diskinde çok azı duruyor. Böyle durumlarda da insan bu eserlerin ciltlenmiş olarak kitaplığında durmasını istiyor. Demin adını andığım Colette gibi ben de onları, eski kitapları hayalinde özleyişle yaşatmak isterdim. Colette: “Bu kadar sene sonra, bu kitaplarla örülmüş odayı görmem için gözlerimi kapamam kâfi. Vaktiyle onları karanlıkta da ayırt edebiliyordum. Gece, bu kitaplardan birini seçmek için lambayı almazdım. Parmaklarımı piyano çalar gibi rafın üzerinde gezdirmem kâfi idi. Yırtılmış, kaybolmuş ve çalınmış oldukları halde onları hâlâ sırasıyla sayabiliyorum. Hemen hepsi doğduğumu görmüştü.” diyor. Başka evlerin kitapları da yerli yerindedir herhalde. Benim için ilk okuduğumda Cevdet Kudret’in “Dilek” şiirindeki o son dörtlüğü unutulmazlar arasındadır. Kudret: “Nerde, hangi şehirde olursa olsun, Etajerim, kitaplarım olsun, Beni parasız pulsuz seven karım olsun, Yeter de artar bile!” diyor… Ne hazin, ne yalın bir ifade… Sonra M. Turhan Tan’ın Cinci Hoca’yla Safiye Sultan’ı, Server Bedi’nin Selma ve Gölgesi ve Saffet Nezihî’nin “Zavallı Necdet”ini de unutmak mümkün değil. Bu romanları okumak için sabırsızlandığımı hatırlıyorum. Niye sabırsızlanmıştım bilmiyorum ama o dönem roman okuma furyasında sessiz çoğunluğun arasında sessiz bir okursever olmamak için eski romanları okuma isteğim herhalde… Yıllar geçse de ara sıra da olsa bu kitapları tekrar okuyup başkaca meraklılarına hediye etmişliğim oldu. Hatta bir dönem bir tır dolusu kitaplığımı başkaları okusun diye okul kütüphanelerine hediye etmiştim… Bugün o kitaplardan üzerimde etkisi olanları hemen hatırlarım. Bir yerde kapağını görsem hemen yine satın alırım. Bir gün boyunca bu kitapların sayfaları arasında dalıp giderim. Örneğin Cinci Hoca’da “Deli İbrahim” dönemi olanca cinnetiyle ben de yaşarım. Safiye Sultan, romanın sonunda Venedik’i, özyurdunu hatırlaya hatırlaya, özlemler içinde can verdiğine bir kez daha şahit olurum. Gerçi, Deli İbrahim’in deliliğinin yakıştırma olduğunu sezerdim, yine Safiye Sultan’ın Venedik’le en küçük bir ilişkisi olmadığını da bilirdim bilmesine de bu kimin umurundaydı ki… Zira bunlar zaten sonradan öğrenilmiş şeylerdi benim için. Benim ilk romanlarım, ilk okumalarımın coşkusuna gölge düşürmedi ve hiç bir zaman da düşürmeyecek deyip konuyu da burada noktalayayım.. Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |