"Umut, iyi bir kahvaltıdır ama akşam yemeği olarak çok da doyurucu değildir." - Oscar Wilde (kurgusal)"

Kızılderililere Selam Olsun

Çocukluğundan beri şiirle yakın bir ilişki kurmuş yazarın, şiiri okumayı sevmesine rağmen yazmakta çekimser kalışını anlatan samimi bir itiraf. Şiiri melankolinin, hamasetin ve romantizmin ötesinde, felsefeye yakın bilgece bir dil olarak gören yazar, kendisini daha çok bir okur olarak konumlandırıyor.

yazı resim

Şiir…
Çocukluğumdan beri hayatımın kenarında köşesinde hep durdu. Onu okudukça bir şeyin derinliğine temas ettiğimi hissettim, ama yazmayı hiçbir zaman bir üst basamağa çıkaramadım. Bir iki dize karalamışlığım vardır, ama oturup üzerine yeniden düşünmedim. Belki de şiiri hep kendimden daha yüksek bir yerde gördüm. Çünkü şiir bana göre, üç atlısı olan melankoli, hamaset ya da romantizmin çok ötesinde bir şeydir. Şiir, felsefeye yakın, bilgece tasavvurların kanatlandığı bir dildir. Ve bu yüzden, çoğu zaman yalnızca okuyarak, beslenerek, kendime akıtarak yetindim.

Cahit Irmak’ın Ars Moriendi’sinde söylediği gibi:
“Yazı bir yana, insan soyundan bile önce varlığına hükmedebileceğimiz bir şey şiir. Bir gizli güç, bir gömü ifşa edilmeyi bekleyen. İlk ve süren tek şiir: Büyük Patlama! Ve tine haşyetle, merakla bakan; şeyi eşyaya ıkâl ede ede akl’a yol bulan insan…”

İşte bu yüzden şiir bana sadece bir sanat değil, aynı zamanda varoluşun yankısı gibi geliyor.

Ama şiir karşısında herkes aynı kanaatte değil elbette. Platon’un kuşkusu mesela. Ona göre şairler devlet için tehlikelidir. Çünkü şiir insanı aşka ve hüznün kucağına bırakır. “Aşık adam hüzünlüdür; kendisiyle derdi olduğu için devletin bekası üzerinde yoğunlaşmaz.” Platon’un bu sözlerinde bir haksızlık payı var mı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: aşkın ve hüznün yollarına düşenler, devletlerin tabelalarına, üretim hırslarına, kalabalıkların gürültüsüne pek aldırmazlar. Gözleri görünürdeki şeylere değil, içlerinde işleyen derin bir yola takılır.

Gökhan Özcan’ın Metal Yorgunluğu’ndaki kahramanı mesela…
“Bir otogarın yorgun kalabalıkları arasında rastladım ona. Banklardan birinde tek başına oturuyordu… Etrafında devinip duran dünyaya aldırmadan durup kalmıştı, eski bir saat gibi…”
O çocukta şiirin bakışı vardı: dünyadan taşan bir yalnızlık ve içeriden parlayan bir aydınlık.

Halit Ziya Uşaklıgil’in Bir Ölünün Defteri’ndeki doktor Vecdi ise bambaşka. Şiiri küçümseyenlerden… Hatta adeta düşman. Şairlere şöyle saldırır:
“Bir canlıyı zalim dişlerine alarak kemiren bir hastalıktan kurtaracak olan; ne kelebeğin kanatlarına binerek uçan fikirlerdir, ne de geceleri hülyalarını samanyolunda izleyen gözler!”

Vecdi’nin öfkesi aslında hayata. Çirkefin içinde yuvarlandığını gören, buna tahammül edemeyen bir ruhun öfkesi. Ama unuttuğu şey şu: İnsan, çirkefin içinde bile göğe bakabilir. Şair dediğimiz de biraz budur işte; çirkefin içinden gökyüzüne başını kaldırabilen.

Oysa şiirsiz kalan bir hayat neye benzer, biliyoruz. Darwin’in itirafı bunun en çıplak hali:
“Birçok yıldır bir satır şiir bile okumaya tahammülüm kalmadı… Dimağım bir tür makine haline gelmişe benziyor… Bu zevklerin yitirilmesi, bir mutluluk kaybıdır ve manevî karakterimizi zedelemektedir.”

Darwin’in “makine”ye dönüşmüş aklı, aslında Vecdi’nin ruh ikizidir. Şiirsiz kaldıkça aşk ve hüzün de yiter. Geriye sadece üretim, sadece başarı, sadece “çarkın dönmesi” kalır.

Ama insan makine değildir. Kalbi, hüznün ve aşkın ateşiyle yanmadan diri kalamaz. Mustafa Özel’in gençlik yıllarında söylediği gibi: “Ben âşık olduğum için şiir okumuyorum, şiir okuduğum için hüzünlü ve aşığım.”

İşte mesele budur. Şiir sizi aşka ve hüznün eşiğine bırakır. Siz sandığınızın aksine serinlemek için şiire koşarsınız, ama o ateşi daha da harlar. İçinizde yanar durur. Ve sonra anlarsınız: Derdiniz, sizin derinliğinizdir. Aşk ve hüzün kaderinizdir. Hilmi Yavuz’un dediği gibi, “hüzün en çok yakışandır bize.”

Çünkü hüzün, libas gibi giyilip çıkarılmaz. Varlığınızla yüzleştiğinizde, baştan ayağa hüzün kesilirsiniz. Hüzün sizi büyütür, sizi kainatın damarlarına bağlar. Sezai Karakoç’un, “anneyi çöz çöz çocuk olsun” sözünü alıp, “insanı büyüt büyüt kainat olsun” diye çevirmek işte bu yüzden mümkündür.

Ama çağımız hüzünden ürküyor. “Üretimi düşürür” diyor. Çünkü bu çağ, kalbi değil çarkı kutsuyor. Amerikanın Kızılderili topraklarını işgal ederken söylediği kibirli sözleri hatırlayın: “Bu topraklar bizimdir.” Oysa Kızılderili reis sakince cevap vermişti: “Hayır, bu sizin olamaz; çünkü biz bu topraklara aitiz.”

İşte fark burada. Amerikalı üretimi, hızı, sahip olmayı kutsar. Kızılderili ise ait olmayı, hüznü, aşkı. Amerikalı kibirle kalbini kurutur; Kızılderili kalbiyle toprağı diriltir.

Ben bugün dönüp çağımıza baktığımda, Amerikalı’nın kazanmış gibi göründüğünü biliyorum. Ama derinlerde bir yerde, Kızılderili’nin sesinin hâlâ yankılandığını da biliyorum. O yankı bize şunu fısıldıyor: Kalbinizi kaybetmeyin. Şiiri kaybetmeyin. Hüznünüzden utanmayın. Çünkü ancak hüzünle büyüyen kalpler, bu dünyanın çoraklığında bir vahaya dönüşebilir.

Ne diyelim dostum…
Kızılderililere selam olsun.

Yorumlar

Başa Dön