Bazı filmler, insanın içini dışına çevirir. Tarkovsky’nin Nostalghia’sı tam olarak bunu yapıyor. İçerideki göl, dışarıda bir aynaya dönüşüyor; bakarken kendini değil, kaybettiğini görüyorsun. İtalya’nın taş sokakları, sisli hamamları, sessiz evleri… Hepsi bir tür iç sızısı gibi. Sanki başka birinin rüyasına giriyorsun da çıkarken cebine ödünç birkaç kırık görüntü alıyorsun; bir kandil, bir yolculuk, bir köprü, yarım kalmış bir söz ya da dua belki de bir davet…
Bu filmi izlerken insan kendi ülkesini değil, şahsi eksikliğini özlüyor. Zamanın içinden ağır ağır geçiyor her şey; bir kadının yüzü, bir odanın ışığı, suyun üstünde süzülen mum… Hepsi hem burada hem değil! Tıpkı birini sevmekle ondan uzak durmak arasındaki o ince çizgi gibi ben buna “sınırların sessizliği” diyorum “Kuzuların Sessizliği”nden ilham alarak. 🙂 (Alakası olmayan filmler ama başlıklar uyuşuyor biraz.)
Tarkovsky’nin 1983’te İtalya’da çektiği bu film, görünürde bir Rus şairin yolculuğunu anlatır ama aslında insanın iç dünyasında sessizce çöken bir göç hikâyesidir. Tarkovsky sinemada mekânla konuşmayı bilen nadir ustalardandır. Bu tarzını kameranın uzun planlarda beklemesinden, suyun yüzeyine uzun uzun bakmasından, kötü aydınlatılmış bir odaya çevrilmesinden, taşlar arasına sıkışmış bir bitkiye odaklanmasından hemen anlayabilirsiniz. Bu durum, seyirci için bir açıklama değil, seyredene bir çağrıdır. Burada görüntü izlenmek için değil de düşünülmek için vardır. Örneğin, filmin tamamında; “su”, “sis” ve “taş” arasında bitmeyen bir diyalog duyarız. Su geçici, taş kalıcıdır ama sonunda su kazanır. Çünkü insan kalıcı olanla değil, akıp gidenle hatırlar. Öyle değil midir? Bir düşünün…
Gelelim başkarakter Gorchakov’a. Kendisi, Rus kökenli bir şairdir. İtalya’ya, 18. yüzyılda yaşamış bir Rus bestecinin izini sürmek için gelir. Ancak filmin ilk sahnesinden itibaren onun gerçek yolculuğunun dışarıda değil, içerisinde olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü yabancı bir dilin, yabancı bir ışığın, yabancı bir evin içinde insan kendinden başka kimi arar? Başaktörümüz de burada kendini arıyor. Bu arayış bir araştırmadan çok onda bir çeşit iç sorgulamaya dönüşüyor. Bir ülkenin sınırlarını aşmak bazen bir ruhun derisini soymak gibidir ya hani, dışarıdan bakıldığında ince, içeriden bakıldığında yakıcı gelebilir insana…
Büyük usta Tarkovsky, Nostalghia’da yalnızca bir hikâye anlatmıyor aslında o zamanı eğip bükerek bir hafıza biçimi oluşturmaya çalışıyor. Gorchakov’un çocukluğu, Rusya’daki karlar, bir annenin yüzü, hepsi İtalyan taşlarının arasından bu sebeple belirmeye başlar. Geçmiş ve şimdi birbirine karışır, tıpkı hatıraların rüyalarla karıştığı gibi.. Filme, bu anlamda bir ülke filmidir filan diyemeyiz. Aksine film bir evsizlik, yurtsuzluk filmidir. Hatta her sahnesi, “ev” kelimesinin yankısıdır ama ortada bir tane ev de göremeyiz. Tarkovsky, bize bir mekânı değil, bir eksiklik duygusunu izletiyor. Ve insan bu eksiklik duygusuna da sarılıyor. Ben sarıldım ve gerçekten insana iyi geliyor…
Bu noktadan bakınca Nostalghia’nın Türkiye’de neden geniş bir izleyiciyle buluşamadığını daha da iyi anlıyorum. Ve bir altyapın yoksa bu film sana yük gelir, ağır gelir… Tarkovsky dünya sinemasında bir statüye sahip olduğu için de değil! Gerçekten onu anlayacak zemin yoksa serde bunalırsın Nostalghia’da . Çünkü Türkiye’de film izleyicilerinin hepsi hızlı tüketim alışkanlığına direnmediğinden böyle bir filmi de sevmez, sevemez. Seveni olsa da bir elin parmaklarını geçmez. Tarkovsky’nin de dili peygamber sabrı ister insandan, dikkat ister ve istesen de istemesen de beklemeyi öğrenirsin… Biz de sabır, çağımızın en kıt sermayesidir. Sadece trafiğe bakın ne demek istediğimi anlarsınız… Türkiye’de film, çoğu zaman anlatısını hızla veren bir hikâye olarak algılanır; Tarkovsky ise tam tersini yapar: anlatmaz, bekletir. Görüntü konuşur, diyalog susar. Birçok kişi için ise bu çok ağır ve sıkıcı gelir; oysa bu ağırlığın içinde bir ferahlık, bir arınma vardır da bundan da köre ne…
Her ne ise, Nostalghia’yı izlemek, aslında kendi sessizliğimi bir çeşit dinleme oldu kendi adıma. Filmin ünlü sahnesinde, Gorchakov elinde bir mumla, uzun ve yavaş adımlarla harabeler arasında yürür. Yağmur altında sönmemesi için nefesini tutar. O an, sinemanın en sade ama en derin anlarından biri yaşanır ve bir insanın kendi içindeki ışığı koruma çabasına tanıklık edersiniz. Hatta sönmesin diye tuttuğu nefes, insanın varoluşuna dönüşür. İşte Tarkovsky’nin sineması budur! Abimiz kelimeleri değil, nefesi filme çeker. Var mı biz de böyle bir yönetmen? Yok!
Filmin İtalya’da çekilmiş olması da manidar bana göre, çünkü Tarkovsky kendi ülkesinden uzakta, sürgünde olduğu dönemde çekilmiş. Yani Nostalghia, hem karakterin hem yönetmenin kişisel sürgünü sayılır. Gorchakov İtalya’da Rusya’yı özlerken, Tarkovsky de Rusya dışında Rusya’yı yeniden kurmaya çalışır. Filmdeki her taş, her gölge, her su yüzeyi bir hatıranın dokusunu taşır. Üstadın filmi, hafızanın coğrafyasını kurar. Ve bu coğrafya haritada değil, insanın kendi içinde olduğunu gösterir.
Bir sahnede, kadın karakter Domenico’ya “Neden delisin?” diye sorar. O da şöyle der: “Çünkü delilik, anlamayı reddetmektir.” Belki de Nostalghia bu cümle üzerine kuruludur! Anlamak yerine hissetmeyi, çözümlemek yerine sezgiyi tercih eden bir film… Türkiye’de bu film üzerine az konuşulmasının bir nedeni de budur! Biz Türkler anlamak isteriz; Tarkovsky usta hissettirir. Biz Türkler açıklama bekleriz; ustamız çağrışım bırakır. Biz Türkler netlik ararız; o bulanıklığın içindeki güzelliği anlatır. Bulanıklık da insanın hakikati değil midir? Tarkovsky’nin filmi, bu hakikati perdeye ustalıkla düşürür.
Filmin sonunda Gorchakov diz çöker. Artık mum da sönmüştür. O anda bir sessizlik olur ne bir müzik, ne bir kelam… Sadece nefes! İşte orada, insanın bütün yolculuğunun özeti yapılır. Yani nefesi tutarak başlayan ve sessizce biten bir varlık denemesinin içindesindir. Ben filmi bitirdiğimde, perdedeki değil, kendi yüzümdeki yorgunluğu izlediğimi fark ettim. Bazı filmler bittiğinde kapanış jeneriğini değil, kendi geçmişinizi görürsünüz. Nostalghia benim için böyle bir filmdi. Bir ülkeyi özlemenin değil, kendini özlemenin filmi. Ve suyun üstünde kalan o sessiz ses, hâlâ bir yerlerde kendini hatırlatmaya devam ediyor.
Son olarak filmde insan kendi içinde kayboluyor. Bunun nedeni Tarkovsky abinin kamerasının yürümek yerine düşünmesinden kaynaklanıyor. Upuzun planlar, hiç bitmeyen bakışları sık görmemizin nedeni bu. Zamanın ritmi bozuldukça seyredenin de kalp atışı yavaşlıyor. Bir noktadan sonra filmi izleyemiyorsun ama film seni fena izliyor.. Sonra fark ediyorsun, sen de suyun üstünde yürüyen o adam gibisin! Düşmemeye çalışırken, aslında çoktan batmışsın da haberin olmuyor…
Kalın sağlıcakla…









