Dün gece bir film izledim. Adı The Fox. Savaş filmi normalde. Yani kategorisi böyle. Ancak savaşla hiç ilgisi alakası yok.. Var da işlenen bu değil. Savaşın ortasında bir adam, bir tilki yavrusu buluyor. Onunla ilgileniyor, besliyor, koruyor. Ama asıl mesele o yavru tilki değil, çocukluğunda bırakılmış bir çocuğun, bir daha hiç bırakılmamak için tuttuğu her şeye duyduğu saplantıyı ele alıyor…
Evet, kalabalık bir ailenin en küçük erkek çocuğu kahramanımız. Daha çocukken babası başka bir çiftçiye satıyor onu… 10 yıl boyunca yeni ailesine hizmet ediyor ve sonrasında asker oluyor. Ama o çocukluk döneminde “terk edilme” acısını, yarasını, sıkıntısını cebinde bir mermer gibi taşıyor. Bu yüzden tilkiyi doğaya sal diyen ve kendisine sırılsıklam aşık olan Fransız kadının telkinlerine kulak asamıyor.. Zira o tilki kendisi.. Bir kez daha terk etmek istemiyor kendini…
Sonra bir gün, savaşın yönü Fransa’dan, Doğu’ya yani Rusya’ya dönüyor. Çıktıkları bu yolculukta artık tilkiyi ait olduğu yere, ormana bırakmak istiyor. Ancak bu sefer de tilki adamın peşini bırakmıyor! Kahramanımız nereye gitse, tilki de peşinden koşarak geliyor. Adam gitmesi için tilkiye; bağırıyor, çağırıyor, azarlıyor, kovuyor ama tilki peşini yine de bırakmıyor. Sonra askeri araçlara yaklaştığında tilkiyi gür bir sesle peşinden kovup kendini hareket halindeki kamyonun içine zorbela atıveriyor. Ancak tilki bu sefer de kamyonun arkasından koşmaya başlıyor. Adam peşinden koşan tilkiyi kamyonun içinden tekrar görünce aşağıya atlayıp almak istiyor ancak asker arkadaşları buna engel oluyor. Tilkiye bakarak feryat ettiği sahnede onun hayatı da benim gözümün önünden film şeridi gibi geçip gidiyor… Tilkiye: “Özür dilerim”, “Üzgünüm” diye feryat etmesi, sorgulanası, düşünülesi ve en önemlisi de analiz edilesi bir duruma bürünüyor.
Daha sonra sessizce yerine oturup yolculuklarına devam ediyorlar ama kahramanımızın yüzünde ne pişmanlık, ne de bir gurur bulunmuyor. Sadece çok tanıdık bir boşluk oluşuyor yüzünde. Filmi izlerken ben de bir sürü şey düşündüm. Sanki çoğumuz bir şeyleri yanlış yerinden tutuyoruzdur diye… Örneğin birini sevdiğimizde, ona değil de onunla yaşadıklarımıza sarılıyoruzdur. Ya da birini kaybettiğimizde o kişiye değil de o anı bırakmakta zorlanıyoruzdur..
Sanıyorum bazı sevgiler bu yüzden sonsuza kadar sürmüyor ve içimizde bir yerde ağırlık yapmaya devam ediyor… Filmin sonunda tilki arabanın arkasından koşuyor adam da feryat ediyor demiştim. Aslında en sonunda yaşanmış bu hikayenin gerçek kahramanın kendi sesinden tilki için söylediği sözleri de manidar buluyorum. Diyor ki, “O(Tilki) sadece bana aitti.” ama söylediği bu cümlede ben aitlikten ziyade bir teslimiyet gördüm.. Çünkü insan hiçbir şeyin hiç kimseye ait olmadığını geçte olsa bir şekilde anlıyor.
Sonra kendimi düşündüm. Belki ben de yıllardır bir tilkiyi elimde tutmaya çalışıyorumdur diye. Yani esasen çoktan gitmesi gereken bu duyguyu, bir insanı, bir zamanı; onca gayret, çabayla yakınımda tutmaya çalışıyor olabilirim. Bir türlü benden uzaklaşmasından korkuyorumdur. Hani bırakırsam, kimseyle yeni bir bağ kuramayacağımı biliyorum. Ama özgürlük dediğimiz şey belki de onu gerçekten bırakabilmekte saklıdır. Çünkü sevmek, hakiki manada birini elinde tutmak değildir. İnsan bunu fark ettiğinde, sessizleşiyor. Ve sessizleştikçe kalp de kendi dilini yeniden inşa ediyor.
Benimle hiç oyun oynamayan, patisini uzatmayan, işine gelince arayan, işine gelmeyince yüzüme bakmayan bir tilkiyle yıllardır birlikteyim. Şimdi serbest bıraktım onu içimde. Biliyorum benim tilkim de dönmeyecek. Fakat bağlarımdan, irademi sünger gibi emen bu duygulardan kurtuldukça insan olduğumun farkına varıyorum… Tüm akışımı, zamanımı, onun yaşantısına göre ayarlamaktan, onu mutlu etmek için her türlü zorluğu göğüsleyip savaşmaktan, maddi-manevi yanında olduğumu bilmesi için elimden gelen her şeyi önüne sermekten yorulmuşum…
Peki ne uğruna?
Bir kere sevdiğini, düşündüğünü hissettirmesi, benimle ölene kadar bu yolda yürümesi için… Ve bu istek dışında hiç bir beklenti içinde olmadım. Onu bu dünyada tüm kusuruyla, yaralarıyla sevebilecek hiç kimse yok! Bulduğunu sanıyorsa onlar sadece seviyor gözükecek ve işleri bitince de dönüp gideceklerdir… 2019 yılında haberi oldu sevgimden, öncesi ise filmlere konu olacak yaşanmışlıklarımla dolu. Ve ben onu doğrularıyla yanlışlarıyla bağrıma basacağıma söz vermiş bu zamana kadar da sözümde durmak için her fırsatta gururu ayaklar altına alarak bir fırsat daha vermiştim. Sadece karşılık göremez, sevdiğini hissettirmezse giderim demiştim.
İşte o da doğası gereği adamdan, sevenden anlamadı. Bu yüzden ormana kendini salan o tilki gibi ben de onu salıverdim… Dönse de aynı yerden başlamaz hiç bir şey. Hayat zaten döneni beklemek değil; gidenin bıraktığı sessizlikle yaşamayı öğrenmektir diye düşünüyorum artık. Ve ben sessizliği sayesinde çok iyi öğrendim. Artık ne bir şey kanatıyor içimi, ne de bir ses çağırıyor geriye. Biliyorum ki sevgi dediğimiz şeyi dayatmak değil, kendi akışına bırakabilmektir asıl marifet.. Ve insan, bıraktığı anda değil, kendi salaklıklarını affettiği anda gerçek özgürlüğe kavuşuyormuş.
O yüzden tilkinin ardından ben de gülümsüyorum. Gitmesine de üzülmüyorum. Kalmasına da gerek kalmadı. Siz siz olun bence tilkinizi zamanında serbest bırakın. Yoksa bir gün, o sizi bırakamaz hâle gelir…












