Gün boyu kırlarda dolaştık. Yol kenarında sararmış otlar, sıcaktan bayılmış gibi yere kapanan papatyalar vardı. Güneş, ne varsa bütün çıplaklığıyla önümüze seriyordu; hayale hiç yer bırakmıyordu. Tozlu ağaç yaprakları, taşların üzerinde pusuya yatmış kertenkeleler, deniz kıyısında paslanmış tenekeler, kırık dökük cam parçaları… Ne yana baksak, ruhu yoran bir gerçeklik vardı. Çocuk sesleri bile kesilmişti; herkes gölgeye çekilmiş, sanki güneşle küsmüştü.
O an anladım: Güneş, insanın yüzüne doğruyu söyler ama hep sert, hep acı söyler. Onun altında gülmek zordur. Sanki her şeyi “işte dünya budur” diye suratımıza fırlatır.
Akşamüstü köye dönerken içimde garip bir yorgunluk vardı. Toprak kokusu yükseliyordu havaya. Çocukların oyun sesleri yavaş yavaş duyulmaya başlamıştı. Gökyüzü mor bir gömlek giymiş gibi ağır ağır kararıyordu.
Sonra birden, iki kavak ağacının arasından koca bir ay yükseldi. Kızıl, utangaç, yapraklara sürtünerek göğe çıkıyordu. O anda her şey değişti!
Gündüzün çıplaklığı bir anda örtüldü. Kırların cılız otları yerine hayali bir orman peyda oldu. Kerpiç evlerin pencerelerinden bakan yorgun yüzler, ay ışığında masal kahramanlarına dönüştü. Deniz kıyısındaki bulanık su, sanki ışıkla dolmuş bir ırmak gibi akmaya başladı. Çocukların kahkahası ay ışığında yankılandı; fakirliğin kirini örten bir ışık, bir hayal perdesi düştü üzerlerine.
Ve işte, ayın altında dünya bambaşka bir yüzle karşımıza çıktı. Belki yalancıydı, belki bize rüya satıyordu; ama o an anladım ki bazen insana sahte bir rüya bile iyi geliyor. Çünkü yorgun kalplerin, çocukların kahkahasına, toprak kokusuna, göğe asılmış bir avuntuya ihtiyacı var.
Ay! Ah ay! Sen olmasan, bu yeryüzü katlanılmaz olurdu. Bırak da bizi kandır. Zira biz, kandırılmaya muhtaç insanlarız.