"Kelimelerin gücüyle dünyaları değiştirin."

Bir kadının boğazındaki dünya

"Madame Bovary, kapağını açtığınızda geçmişin kokusunu hissettiren bir klasik. Teknoloji çağında yaşarken neden taşra hikâyelerini okuyoruz diye düşünürken, Emma'nın hayalperestliğinde kendimizi buluyoruz. Flaubert'in 150 yıl önce yarattığı bu gerçekçi roman, günümüzün filtresiz hayat hikâyelerinden daha fazla etkileyici. Çünkü Emma'nın dramı, aslında hepimizin içindeki boşluğun, hayallerin ve hayal kırıklıklarının evrensel yansıması."

yazı resim

Kimi kitaplar vardır, kapağını açtığınız anda tozlu bir sandığın içinden geçmiş bir ömrün kokusu siner burnunuza. Madame Bovary de işte böyle bir kitap…

Sene olmuş 2025, Mars’ta yaşam test ediliyor, biz hâlâ taşra yollarında ineklerin peşinden yürüyen insanların hikâyelerini okuyoruz. İnsanın içinden bir gülme geliyor. “Ne işimiz var bizim Emma’nın dramatik aşk maceralarında?” diyorsun. Ama dönüp yine oraya bakıyorsun. Çünkü aslında Emma sensin. Sen de onun kadar hayalperest, onun kadar bıkkın, onun kadar yanlış bir hayalin peşinde sürüklenmişsin hayatta..

Dürüst olalım: Bugün elimizde yüzlerce “gerçekçi” roman var. Hani şu Instagram filtresi gibi; hayatın tüm kirini, pasını, kırışığını olduğu gibi gösterenlerden. Ama kaçını gerçekten okuyabiliyoruz? Gerçeklik, artık yoran bir şey. O yüzden Flaubert’in 150 yıl önce yazdığı bu roman, tam da gerçek gibi yapıp insanı başka bir boşluğa sürüklediği için hâlâ güncel.

Madame Bovary’yi okuduğunuzda Fransa’nın taşrasını öğrenmiyorsunuz, inanın bana. O köyde ne yendi, hangi kilisede dua edildi, hangi çarşıda yüründü – boş. Bu kitap, mekânı sadece bir arka fon olarak kullanıyor. Asıl konu, insanın içinin nasıl yandığı. İçimizdeki o közlü hasretin nasıl her gün üflenip üflenip yeniden alev aldığı.

Emma Bovary bir karakter değil sadece. Bir kadının, hayal kırıklığının, burjuva daralmasının, aşka yüklenen yanlış anlamların simgesi. O yüzden romanın bütün derdi, bir aşk hikâyesi anlatmak değil. Daha da kötüsünü yapıyor Flaubert: Bizi Emma’yla alay eder gibi yüzleştiriyor. Ama bunu öyle edebi bir zekâyla, öyle bir cerrah titizliğiyle yapıyor ki, yaranın içine baktığınızda kendinizi görüyorsunuz. Flaubert’in kalemi bir neşter. Karakterlerin sinir uçlarını kurcalıyor. Acıyı gösteriyor ama bağırmıyor. Yargılamıyor da. Sadece “Bakın” diyor. “Bakın işte, hayat böyle akıyor. Bazen çok saçma, bazen çok yavaş, bazen çok acımasız.” Ama bir şey daha yapıyor: İnceliyor. Sabırla. İnsanı sabırla seyreden bir yazar, belki de en zalim yazardır.

Flaubert’in burjuvaya olan kini meşhurdur. Ama bu kin, öyle basit bir küçümseme değil. Tersine, bir bilim insanının mikroskopla incelemesi gibi detaylı. Eczacı Homais gibi bir karakteri öylesine değil, ciddiyetle, itinayla yazıyor. Onu yermiyor sadece, onu çözüyor. İroniyle şefkatin, mesafeyle merhametin nasıl aynı cümleye sığabileceğini Flaubert’ten daha iyi gösteren az yazar vardır. Çünkü o hep bir adım ötede duruyor. Ama o adımdan sarkıp karakterlerinin ruhlarına bakmaktan da çekinmiyor.

Romanı okurken şöyle diyorsunuz bir yerde: “Bu adam, Homais’nin saçmalıklarını da, Emma’nın zayıflıklarını da, Charles’ın sıradanlığını da yazarken… kendini gizlemiyor.” Flaubert, kendi içindeki Emma’yı da, Homais’yi de saklamıyor. Zaten bir yazar, ancak kendine acımadan yazarsa, hakiki bir roman çıkıyor ortaya.

Romanın bir sahnesi var – ki bence romanın kalbi orada atıyor: Emma, yeni evli. Babası onları uğurluyor. Araba gözden kayboluyor. Yaşlı adam, arkasını dönüyor. Anılarını hatırlıyor. Kayıplarını. Oğlunu. Karısını. Bir kolunda sepet, diğerinde kadın. Rüzgâr başlığın kurdelesini savuruyor.
Yüzler, gölgeler, rüzgâr… Zaman bir çay gibi akıyor ve soğuyor. İşte Flaubert burada, bir tek cümlede hem hayatın kayıplarını, hem geçiciliğini, hem de “şimdi ne yapacağım” sorusunu yüze çarpıyor.

2025’in sıcak yazında, ekranda patlayan renklerin, sosyal medyada şaklayan tepkilerin arasında bu kitabı açmak, bir göl kenarında göğe bakmak gibi. Ama kolay değil. Bu kitap, okuru zorlar. Çünkü içinde saklanamayacağınız aynalar var. Bir kadının boğazında bir dünya birikmiş. Aşk, ahlak, para, keder, umut… Hepsi yutkunmuş, sonra sessizce kusulmuş bir yaşam.

Ve bu yüzden, Madame Bovary bir roman değil sadece. Bir yüzleşme. Bir hatırlatma. Bir uyarı. Ama bazen bir roman, başka bir zamana sızar. Bir satır, hiç ummadığın bir cümleyi hatırlatır. Bir boşluk, bir yansıma olur geçmiş bir bakıştan… Ve insan, okurken kendi kalbini başka bir kalpte yankılanmış gibi bulur. Kimse bilmez, kimse anlamaz; sadece bir kişi… belki. O da zaten anlamak istemez.

Yine de bazı cümleler vardır, hangi sayfada yazıldığı değil, kimin sessizliğinde kaldığı önemlidir.

28 Temmuz 2025, biraz serin bir sabah…

Yorumlar

Başa Dön