Bir bakıyorsun, Instagram’da “özgür ruh” diye gezen kız ertesi gün sevgilisinin telefonunu didikliyor.
Bir bakıyorsun, “kimse kimseye ait değildir” diye nutuk atan delikanlı, üç gün sonra sevgilisi başka bir erkekle kahve içti diye kıyameti koparıyor.
Şehir böyle çelişkilerle dolu: Bir yandan özgürlük sloganları, öte yandan zincirli aşklar…
Aslında mesele çok eski. “Ait olmak mı, sahip olmak mı?” sorusu, insanın kendi kalbine kurduğu en eski mahkeme. Dilde kardeş gibi duran bu iki kavram, ilişkilerde birbirini boğan gölgeler gibi adeta..
“Aidiyet” dediğimiz şey, kök arayışı. Bir yere, bir insana, bir fikre tutunmak. “Sahibiyet” ise, o tuttuğun şeyi bırakmamak, yeşil alanlarını çitle çevirip “burası benim” demek. Bu yüzden birbirinden kopuk değiller. Hatta çoğu zaman, kıskançlığın göbeğinde yan yana yatıyorlar.
Şunu hiç unutmamak gerek: Sahip olduğun şeyi kıskanırsın; ama kendini ait hissettiğin şeyin başkasına ait olma ihtimalini de kıskanırsın. Bir evin anahtarı sende olsa bile, kapıyı başkasının açması canını yakar. İşte bu yüzden kıskançlık, aidiyetle sahibiyetin gizli çocuğudur.
Asıl can alıcı kısım şurada: Çocukluğunda yeterince sevilmeyen, saçları yeterince okşanmayan, gözlerinin içine yeterince bakılmayan insanlar… Yetişkin olduklarında aidiyet ve sahibiyeti birbirine karıştırıyor. Sevgiyle sahiplenmeyi, şefkatle kıskanmayı, özgürlükle bağımlılığı ayırt edemiyorlar.
Modern psikoloji bunlara “narsist” ya da “borderline” etiketleri yapıştırıyor. Ama aslında mesele çok daha insani: Sevilmeye doyamamış başlar, büyüdüklerinde sevgiyi bir “hak” gibi değil, bir “kazanım” gibi görüyorlar. İlişkilerinde “beni sevmek zorundasın” duygusunu taşıyorlar. Çünkü derinlerde hâlâ çocuk, hâlâ yaralı, hâlâ eksikler..
Bugün modern ilişkilerin çoğu bu çocuk yarasının etrafında dönüyor. Sosyal medyada gördüğün o “ya benimsin ya hiç kimsenin” çıkışları, sevgilisine konum attırmadan uyuyamayan tipler, başkasının hayatına bakıp sürekli “neden bende yok” diye soranlar…
Hepsi aynı dip kuyunun yankısı.
Ama işin aslı şu: Ne sahip olmak gerçek anlamda mümkün, ne de tamamen ait olmak. İnsan insanın ne eşyasıdır, ne de mülkü. Sen ne kadar “benimsin” dersen de, onun kalbi kendi mülkünü korur. Ve sen ne kadar “sana aitim” desen de, o aidiyet bir gün yorgun düşer.
O yüzden galiba en doğru tavır şu: Sevmek, ama sahiplenmeden. Birlikte yürümek, ama zincirlemeden. Kıskanmayı, şefkatin gölgesine bırakabilmek en akıllıca tavırdır.
Zira, yüzyıllar önce Yunus’un söylediği gibi:
“Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.”
Ben buna küçük bir ek yapayım: Kalpteki sevgi de sahiplikten azade olursa, o zaman yalan olmaktan çıkar..
Haksız mıyım?
Kalın sağlıcakla…