Hasan, bir elinde bir ekmek arası sıcacık köfte olan poşetle ilerledi. Kamyonetin arkası doluydu, inşaat malzemeleri, çimento, kereste, çivi, su dolu bidonlar, tarım aletleri, un çuvalları, erzak, zeytinyağı, zeytin tenekeleri.
Hasan sağa sola bakındı ama kimseyi göremedi. Birkaç dakika sonra Hasanın arkasından yakındaki bahçeli evden çıkan adam kamyonetin şoför mahalline ilerledi, tam aracın kapısını açacaktı. Hasan atıldı heyecanla; “abi bir şey söyleyebilir miyim?”
Adam evet dedi bakışlarıyla, başını hafifçe öne salladı.
Beni Salim abi yolladı, lokantacı. Bir işe ihtiyacım var.”
“Aslan gibi çalışırım” diyecekti, işe yalan katmak istemedi, hem olacağı belirsizdi; ama Salim’in dedikleri döndü kafasında ve şöyle devam etti duraksamanın ardından: “Köle gibi çalışırım, ufak yaşlarda atıldım hayata, iş ne kadar zor olursa olsun pes etmem, doğamda azim var. Kolay para peşinde değilim. Kendi paramı kazandığım için mutlu olurum. Kimseye muhtaç olmak istemem ve alın terimle para kazandığım için kendimi efendi gibi hissederim.”
Evet, sallamıştı bir şeyler.
Tedirgin bakıyordu adam. Bir şeyler geçiyordu kafasından, belliydi bakışlardan.
Adam etkileyici yeşil bakışlara sahipti, osuruğa hiç benzemiyordu, yapılıydı,
antik ağaçlar gibi görkemliydi: “Madde bağımlısına benzettim seni, böyle bir sorunun var mı? Bak şimdi açık ve net ol; sonra başım ağrımasın.”
“Asla kullanmam abi.”
“Dayanıklı mısın peki?”
“Dayanıklıyım.”
“Emin misin?”
“Eminim.”
“İş istedin ve verecek gibiyim, çarçabuk pes edersen?”
“Etmem abi.”
“Bak şimdi bir eleman almaya gidecektim, adam lazım, madem sen geldin, işi sana vereceğim. Çarçabuk pes edersen para vermem ve güzelce dayak atarım sana ve def ederim.”
“Çalışmamı beğenmezsen beni kovarsın.”
“Tamam; ama alacağım adam başka işe gidecek, onu kaçırmış olacağım, düzgün çalışacak insan bulmak o kadar zor ki. Herkes kolay para peşinde, az iş yapmak istiyorlar, çok para istiyorlar, ülke böyle insanlarla dolup taşıyor. Gençlerde kanser gibi yayılmış bir boş vermişlik, azimsizlik almış başını gidiyor. Parasını vereceğim moloz taşıttıracağım; adam bulamıyorum ya! İnsanlar hemen emekli olmak yan gelip yatmak derdinde, tatil yapsın, boş boş gezsin, boş boş gezsin, ya böyle bir hayat var mı? İnsan ölene der çalışır, bir şeyler üretir, gezip tozmaz.” Adam lafına devam ederken kamyonete atladı ve Hasan da ona uydu.
Hayatın kanunu çalışmaktır, evren buna göre dizayn edilmiştir, üretime katkıda bulunmalı her birey, ya sen hiç tatile çıkan bal arıcı gördün mü? Böyle bir şey olamaz. Tatile çıkan bir bal arısı varsa yolunu kaybetmiştir. Zihni bulanmıştır. İnsanlığın çoğunun ruhu hasta, psikolojileri bozuk, bir iş yapmayıp ne eder insan, dizi film mi işler, arkadaşlarıyla oyun mu oynar ne eder, tamam yapsın bir şeyler ama o şeylerin ona katkısı olmaz. Ruhuna ve kalbine iyi gelmez. İnsan işinden zevk almalı. Tabi bir kısmı sevmediği işi para için yapıp durur. Hayat bir ölüm kalım savaşıdır ve huzur yoktur hayatta, bir şeyleri aşkla ve ciddiyetle yapmalı insan, ne işin, kendi gelişimi için ve diğerinin iyiliği için. İnsan kendini bir şeylere adamalı, bir iyiliğe, ya ne bileyim bir iş yapmıyorsa sanat yapsın; ama toplumuna ufak ya da büyük bir katkı sunsun. Kendi kapasitesince. Bir şeyler için ciddi bir sorumluluk duygusu olsun. Bu vatan kolay inşa edilmedi. Kafanı ütülemek gibi olmasın da.”
“Yok abi.”
“Ben Haydar ya sen?”
“Hasan!” dedi sevinerek. Bu adamın güvenilir biri olduğuna kanaat getirdi ve işi rahat etti.
“Bir Hasan vardı dostum, oğlu da Hasan’dı. İkisine de Hasan’ım derdim ara ara. Alacaklıları vardı; onlar öldürdü ikisini yakarak. 200 milyar için.”
Hasan ekmek arası köfteyi yemek istiyordu ama adam sözüne devam ediyordu, o ciddi derin konuşmalar yaparken ekmeğe yumulmak kendisini şapşal gibi göstereceğini bildiğinden uygun zamanı bekliyordu. Ayrıca bu ekmek arası köfteyle uzun uzadıya kozmik sohbet eder gibi bakışmak, sohbet etmemek, onun hikayesini, çektiklerini, mutlu anlarını dinlemek istiyordu. Özetle benzersizi bir ayin yaparcasına onu mideye indirmek, bu sırada damak tadının yanı sıra onun çocukluğunu, bebekliğini ruhunda, kalbinde hissetmek istiyordu, onu acıtmadan, ağır ağır mideye indirecek, dişlerinin arasındaki parçalanışını kelebeksi biçimde hissetmek istiyordu, öğütülmüş besin yutağa giderken en coşkulu anlar olacaktı. Yutkunmak! Yutmak özgürlüktü. Hapı yutmuştu çok kere ama bu kez köfteleri, soğanı, o hafif ve çiğ salatanın neşesini de hissedecekti. Onu bu günlere kadar bedensel ve zihinsel olarak sakatlamadan getiren kaderine, her zaman ruhundan eksilmeyen yaşama azmine ve coşkusuna, yaratıcıya teşekkür edercesine yiyecekti lokmaları.
Adam, sigara yaktı zevkle.
Hasan’ın canı çekti; ama isteyemezdi. Onun teklif etmesi makbul olandı.
Hasan’ın dikkatini çayırdaki çiçekler çekti: “ne güzel çiçekler bunlar! Hayatımda ilk defa gördüm böyle.”
Adam güldü: “Düğün çiçeği denir onlara.”
Aracı kenara çekti ve koşarak çayırda ilerlemeye başladı ve denize atlar gibi uzun otların arasına atladı. On yaşındaki çocuk gibi. Gözden kayboldu. Hasan, şaşkındı. Haydar otların arasından kalktı ve elinde düğün çiçeklerinden bir demetle geldi ve Hasan’a uzattı: “Bunu deneyimlemelisin.”
Hasan çiçekleri sevinerek ve şaşkınlıkla aldı. Daha önce kimseden çiçek almamıştı. Erkekten çiçek almak ona garip gelmişti. Sevincini belli edemedi, ne edeceğini bilemedi. Değer görülmemek, adam yerine konmamakla geçen yıllarının dehşetli
Kesitlerinden bazıları bir çırpıda gelip dolaştı zihninin duvarlarında, çığlık ata ata, çarpa çarpa. Duvarlara çarpıp ölen kuşlar gibi. Yüreği burkuldu, esaslı travmasını hissetti, içini güçlü biçimde sızlatan bir acıyı çocuksu biçimde karşıladı. Çok duygulandı, nerdeyse hiç durmaksızın bütün hayat hikayesini anlatmak istedi detaylarıyla.
Can damarı şahlanmış, kan akışı hızlanmıştı. Hiç tanımadığı adam ne kadar zarif biriydi, böyle biri hiç tanımamıştı, işindeki sızı hafiflerken ona minnettarlıkla baktı, adam başını çevirdi ve ona gülümsedi, Hasan elinde tuttuğu çiçeklere gülümseyerek bakıyordu, dalıp gitmişti. Hayatta yapayalnız oluşuna üzüldü.
“Bunu deneyimlemelisin dedim. Kalk!”
“Ney?”
“Ya arkadaş çık dışarı hemen!”
İşi kaybettiğini düşündü. Acayip üzüldü.
“Ya kalın kafalı mısın dostum? Deneyimle dedim, git çayıra benim gibi atla!”
Hasan gülümsedi: “Ya abi ya gizli bir taş varsa çayırda, kafama çarparsa?”
“Sersem gibi atla demiyorum ki. Düşeceğin zaman ellerin ve ayaklarınla hava yastığı gibi hareket etmelisin. Küçükken hiç maç yapıp ‘bu sersem iyi oynamıyor derhal kaleye geçsin’ demedi mi arkadaşların sana?”
“Anladım abi” dedi. Çiçekleri koltuğa bıraktı ve çayırlara ilerliyordu, arada arkasına bakıyordu, adam git git işareti yapıyordu eliyle. Hasan araçtan epey uzaklaşmıştı, adama dönüp el hareketi yaptı, adam atla işareti verdi, Hasan çayıra atlamak yerine yuvarlanmayı düşündü, onun taktirini kazanmak için bu işi başarmalıydı, kısa mesafe koştu ve sonra havaya sıçrayıp göle atlar gibi atladı. Ama fazla sıçrayamadı. Elleri dizleri çarpmıştı, acı duyuyordu. Kendini aptal gibi hissetti, güldü.
Araca bindi.
“Olmadı; ama oldu diyelim. Kendini çok kastın. Kendini kelebek gibi bırakabilirdin. Daha önce hiç denemedin mi?”
“Hayır. Yaşamadım.
Güldü. “Gerçekten yaşamamışsın. Bak bir daha göstereyim” dedi ve araçtan çıkıp epey ilerde bir deneme yaptı ve vücudunun bir kısmı ıslak ve çamurlu biçimde geldi.
Haydar, çok kızgındı, haraptı, birkaç küfür savurdu.
“Haydar abi, bu halin ne?”
“Ya sorma. Kaynak suyu varmış. Çamur olarak hep, çayırdan seçemedim. İyi oldu ama. Serinledim. Çamur faydalıdır.”
O ağır ve ciddi konulardan bahseden adam kaybolup gitmiş yerine ıslak bir sıçana benzeyen
adam gelmişti. Hasan ona bakıp “şapşal herif’” diyordu içinden, ondan uzak olsa beş altı saat gülmekten yerlere yatardı herhalde.