Haydar, kulübenin arkasına gitti.
Osuruk sesi geldi. Hasan, kulübenin önündeydi, aldırmadı, kulakları çevrede ve gözleri gökyüzündeydi, karanlık eriyordu, gökyüzü fantastik renkler arasından gidip geliyordu. Genç adam geleceğinin iyi ve tatlı olacağını hayal ediyor ya da
geçmişe savruluyordu bu sırada sabahın ilk öten kuşların cıvıltılarına bırakıyordu zevkle sallanan ruhunu. Bu sabah mükemmeldi. İşe, işine sadık adamların hissettiği gibi sımsıkı sarılacaktı ne kadar zor olursa olsun,
esir gibi çalışacaktı, hayatını yoluna koyması için şarttı bu, artık bunu başarmalıydı.
Haydar, aniden gelip dalgın Hasan’ın ensesini sıvazladı bir eliyle.
“Dokunma yaa!” diye parlayıp öteye kaçtı.
“Ne oldu?”
“Ellerin pis!”
“Yani sen hiç sıçmayan bir uzaylı mısın nesin?”
“Ne ilgisi var!”
“Yanlışlıkla avucum pisliğe bulandı; ama toprakla sildim. İlk atalarımız böyle yapardı.”
Hasan, yüzünü ekşitti.
Haydar, gülmeye başladı: “Şaka yaptım dostum.”
“Abi lütfen bana dokunma.”
“Sen nasıl istersen.”
Haydar’ın kasabada en sevmediği adam Salim’di. Salim’in de en sevmediği adam Haydar’dı. Salim, onu Haydar’a yönlendirerek bir tür eşek şakası yapmak istemişti, bu gezgin tipte can sıkıcı, baş ağrıtıcı bir şey sezmişti ve Haydar’ın başına bela olabileceğine kanaat getirmişti birden. Ve sonra Salim gülüp eğlenirdi. Mümkün olsa bir sepet verirdi gezgine, bunu da Haydar’a ilet hediye, sepette fitili ateşlenmiş dinamit bile olabilirdi. İçinde akrepler ve çıyanlar yılanlar olan sepet. Bu ikisi gençlik yılarında aynı kızı sevmiş, kavga etmişler, “kızı bırak, o benim!” diye birbirlerine girmişler, kanlı bıçaklı olmuşlar ve kız bu sırada başka biriyle (kısa boylu, bardak dibi cam gözlüklü, kepçe kulaklı, sıska) kaçıp evlenmişti. İkisinden de bunalmıştı. İki eski, can ciğer dost düşman kesilmişti birbirine. Sonra barışmışlar ve ufak tefek sebeplerden, dargınlıklardan küsmüşlerdi birbirlerine, sonra yine barışmışlar ve yine küsmüşlerdi. Birbirine çok aşık; ama sık sık olur olmaz sebeplerle birbirini terk eden ama birbiri olmadan yapamayan çiftler gibiydiler.
Kamyonet dağ yolunda ilerliyordu. Hasan’ın canı çay çekmişti.
Hasan, ne olursa olsun bir bardak çay içmeden kendine gelemezdi, bir bardak çay içmeden uyuşuk olurdu, aptal hissederdi, donmuş su kütlesi gibi, çay onu gevşetip açar, çözerdi, sıcak hissederdi. Çay onu kendine getirirdi.
Birkaç dal sigara da olursa çok iyi olurdu ve afyonu patlardı, tiryaki değildi; bazen sigara aklına bile gelmezdi.
Kahvaltıda çay içeriz. Peki, Haydar beyinsiz mi ki bunu düşünüp çay getirmiyor? Çay olsa yamuk çaydanlıkta kaynatırdı. İçinde parlayan isyanı çarçabuk söndürdü. “Hep süper olmasa da iyi insanlarla karşılaştım” diye düşündü, “az sabret, bunda da vardır iyiliğin, bu hayvan herifte var sanırım bir iyilik, az sabret, kızma, basıp gitme, bu adam sadece hiç alışık olmadığım tipte biri sadece, foyası ortaya çıkacak.
Olmadı basar giderdi; hemen, ufak tefek sebeplerden pes etmek ona yakışmazdı.