ALLAH’IM, BEN NE KADAR ŞANSLIYIM – YILLAR SONRA
Yıllar sonra yine erken uyandım bu sabah. Güneş hâlâ aynı yerden doğuyordu; ama ben artık başka bir yaştaydım, başka bir durakta…
Yanıma baktım. Eşim oradaydı. Uykusu hâlâ aynı masumlukta, nefesi hâlâ aynı huzurla doluydu. Yanağına eğildim, usulca bir buse kondurdum. Elini yüzüne götürdü. Sanki öpücüğümü, yanağına konan hayali bir sinek sanmış gibi… Gülümsedim. Yıllar geçse de bazı şeyler hiç değişmiyordu.
Bir süre sessizce seyrettim onu. Yanımda oluşu, geçmişte olduğu gibi bugün de içimi sakinleştiriyordu. Zaman, bizden çok şey almıştı belki ama birbirimize yaslanma alışkanlığımızı alamamıştı.
Ne kadar şanslıydım… Yıllar boyu aynı omuza yük verebilmiş, aynı dertlere birlikte dayanabilmiş kaç kişi vardı ki?
Zor günler geldi geçti. Parasızlık da gördük, başarısızlık da… O ise hiç değişmedi. Hiçbir zaman “benim eksiğim var” demedi. Bir zamanlar camı çatlamış gözlüğünü aylarca değiştirmeyişi geldi aklıma. “Şimdi sırası mı?” deyişi… Meğer hayat, o cümlede gizliymiş.
Çocuklar için hep daha fazlasını isterdi. Onlar iyi giyinsin, iyi okusun diye… Yıllar önce geceleri gizlice yaptığı nakışlar düştü aklıma. O zamanlar bunu yalnızca bir fedakârlık sanmıştım; meğer sevginin ta kendisiymiş.
Bir an, mutfaktan yayılan o tanıdık koku geldi burnuma. Çiğ köfte… Eti adeta koklatarak koyduğu, yokluktan lezzet çıkardığı günler… Gülümsedim. Hayat bize bolluğu değil belki ama bereketi öğretmişti.
Sonra çocukların odasına baktım. Artık odaları ayrıydı, evleri başkaydı belki ama kalbimde hâlâ yan yanaydılar. Ayşenur’um, Mustafa’m… Bir zamanlar uykularında başlarını okşadığım çocuklar, şimdi kendi yollarında dimdik duran yetişkinler olmuşlardı.
Ayşenur da Mustafa da Dokuz Eylül Üniversitesi mezunu oldular; her ikisi de üniversiteyi dereceyle bitirdi. Ayşenur iyi bir fizyoterapist oldu, Mustafa ise bilgisayar mühendisi… Ayşenur evlendi, güzel bir yuva kurdu; İstanbul’da hem ailesine hem mesleğine tutunarak yaşıyor. Mustafa ise Münih Teknik Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlayıp Almanya’da iş hayatına atıldı. Maşallah… Sessizce büyüyen çocuklar, sessizce başardılar. İyi ki babalarına çekmemişler.
O günleri düşündüm. “Pahalıdır, seni üzer” diyerek oyuncak almaktan kaçınışlarını… Hiçbir zaman “bizde neden yok” demeyişlerini… Meğer asıl zenginliği o zaman öğrenmişler.
Annem geldi aklıma. Duaları hâlâ üzerimde. Babam… Gözleriyle konuşan o adam. Zaman, onları bizden almış olsa da öğrettiklerini alamamıştı. Şimdi her şükürde, her sabırda onlar vardı.
Salona geçtim. Ellerimi açtım. Bu kez ağlamadım. Sessizce şükrettim.
Zengin olmadım. Hayat beni hâlâ zorladı. Ama şunu çok iyi biliyorum artık:
Bir ömür aynı yastığa baş koyabilmek, aynı çocuklara iyi insan olmayı öğretebilmek, yıllar sonra da aynı duaya “âmin” diyebilmek…
İşte gerçek servet buydu.
Allah’ım… Yıllar sonra da söyleyebiliyorsam hâlâ:
Ben ne kadar büyük bir şansın içindeyim.**
Ve o gün anladım ki;
zenginlik, kasada biriken para değilmiş.
Zenginlik, aynı yastığa baş koyabilmek,
aynı sofrada şükredebilmek,
aynı çocukların büyümesine birlikte tanıklık edebilmekmiş.
Hayat zor olabilirmiş, yollar daralabilirmiş,
ama sevgi varsa insan ayakta kalabiliyormuş.
Ellerimi açtım.
Ne bir isyan vardı içimde ne de bir talep.
Sadece şükür…
Allah’ım,
o yıllarda da bugün de
aynı cümleyi söyleyebiliyorsam hâlâ:
Ben ne kadar büyük bir şansın içindeyim.



