"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Düşüncelere dalmıştım. Ayıldım. Uzun zaman geçti, Seher gelmedi yanıma. İçerden kavga gürültülü sesler gelmiyordu. İçim rahat etti. Buradan, Seher’den kopup gidecek olmam üzüntü verdi, aslından birkaç gün burada kalabilirdim. Ne güzel olurdu. Bunu diyemem de. Canım sıkıldı. Buraya dair hayaller kuruyordum. Burada akşam, gece nasıl olurdu sabah? Masaya baktım, eskiydi, kaç kez yemek yenmiş üstüne, nelere tanık oldu? Can sıkıntısından masaya sardım, masa kahkaha atar mı? Masa insanı hisseder mi? Ötede dut ağacı var, erik ağacı, incir ağacı. Seher geldi arkadan, fark etmedim, sırtıma dokundu: “Ne düşünüyorsun bayım!”dedi sevecenlikle. O böyle yaklaşmaz hiç, hep ciddidir, ciddi bakar. Düşünceli bakar. Elle temas etmez. Çok hoşuma gitti, hayret, neden böyle dokundu? Sonsuza dek bu anı yaşasam, bir ileri bir geri sarıyorsun ya videoyu, aynen böyle. Hiç sıkılmam o zevkten, sırtıma el atan kelebek elden. “Ruhum çürüyor bu evde. Bu ev ruhumu yiyor. Bir iş bulmam lazım, bir meşgale bulmam lazım ya da kaçıp gideceğim bu evden, neresi olursa, herkes benden kurtulacak, ben de onlardan.” Ağlamaklı diyor. “Ruhum çürüyor bu evde. Bu ev ruhumu yiyor.” Ben bu sözleri yıllar öncesinden hatırladım. Mart ayıydı, gündüz güneş vardı; ama akşama doğru katil köpek balıkları gibi gökyüzü bulutları toplamıştı, hava kararmıştı, rüzgar çılgınca esip duruyor, yolda yürümek zor oluyordu, çatılar uçuyor, yerlere bir şeyler savruluyor, ağaç dalları kırılacak gibi sallanıyordu. Birden elektrikler kesilmişti semtte, her yer simsiyahtı, içime bir coşku düşmüştü, küçükken olduğu gibi, elektrik kesilince sevinirdik, korkardık da, zifiri karanlıkta oyunlar oynardır, mahallede, evde ve yağmur damlaları atmaya başlamıştı gökyüzü. Lisede son dersten çıkmıştım, Seher’i bulacaktım, bu başka bir coşkuydu. Az bekledim onu, zil çaldı. Çocuklar araç farları önünden geçiyordu, kimi el feneri çıkarmıştı, kimi cep telefonunun ışığını kullanıyordu. Aileler araçlarıyla gelmiş, çocuklarını alacaktı, düşsel bir çığlıkla bekliyorlardı, kahkahalar, gençlerin müzik sesleri, kız sözleri yırtıcı kuşlar gibi muhteşemdi, küfürler vardı, muhabbetler vardı aralarında, eşek gibi anıran genç adamlar vardı güya gülen, gıcıklığına bağıran vardı, makara olsun diye bağıranlar (bizim sınıfta vardı bir tane) iğrenç ses çıkaranlar, minibüsler beklemedeydi yolcularını. Karmaşaydı ortalık. Seher’le sahile gidip çekirdek yiyecektik, birer bira içecektik. Sonra onu yolcu edecektim evine. Eve gitmeden bir küçük kaçamak yapacaktık, öyle esmişti içimizden. Dertleri vardı, anlatacaktı, hep bir şeyleri olur, onun dertsiz günü mü olur, dertsiz günü olsa bir şeyi kuruntu eder, kafaya takar, anlatacak bir şeyi olur. Benim de ona bakmak, onu dinlemek, sesini işitmek mutlu ederdi. Sınıf arkadaşlarında birini görüp fırladım, Seher’i sordum. “Çıktı az önce, görmedin mi?” dedi, “ağlıyordu, şu taraftan gitti. Koşarsan yetişirsin.” Tam gidiyordum, durdum: “Doğru söyle lan!” dedim, kızdım, dilimi ağzımda kıstırdım, bir elimi yumruk yaptım, vuracak gibi yaptım, vurmadım, incecik ensesini kerpeten gibi sıkmaya başladım, “yapma abi” dedi, şakadan yapıyordum oysa, o da biliyor, çok severim onu, bir hastalık geçirmiş, aynı yaştaydık, ama; bana “abi,” derdi, bazı çocuklar onu ezmeye, dövmeye kalkışmış, ben araya gidip onu kurtarmıştım. Bizim çelimsizi bırakıp fırlamıştım. Yağmur başlamıştı. Seher, her zamanki otobüs durağında yoktu. Epey bekler araç. Kafamda alevli bir fırtına kopmaya başladı, alevler beni sarmıştı, onu bulamazsam ölmüşten beter olacaktım sanki. Otobüse binmiş olamazdı, belki de binmişti, yola bakındım. Meraktan mahvolmuştum, onu ağlatan kimdi, neydi, onu ağlatanın ben… delirmiştim. Aniden bir kamyon ilişti gözüme, kırmızı ışıkta durmuştu, bir kız gördüm, pembe sırt çantalı. Seher’de de benzer çantadan vardı. Bu Seher olmalıydı, emin olamadım, bir anlık gördüm kişiyi, kız mı erkek mi emin olamadım. Saman yüklü kamyonun arkasına tırmandı, brandayı açıp kamyona atladı, kedi gibi seriydi. Atmasyon ilerliyordum. Şansa. Fırlamıştım. Bağırdım: “Seheeeer!” Yeşil ışık yandı ve kamyon hareket etti. Sabah okulun bahçesinde bankta oturup az sohbet etmiştik, gözlerinden bir çift yaş düşmüştü. Bir şeyler dedi, anlamadım, anlamadığımı da belirtemedim, kafamda başka şey vardı, sorsam beni dinlemiyor musun diyecekti, sorsam ayıp olacaktı, kesin kızıp basıp giderdi. “Çok üzgünüm, neden bana böyle yapıyorlar, ben bunları hak etmiyorum ki! Ben iyi biriyim. Her neyse, anlattıkça daha çok üzülüyorum, içimde kalsın, senin de başını ağrıttım.” İçi ezilerek söylemişti bunu, bütün masumluğuyla. Zaten doğan bakışı masumdur. Gözyaşlarını silip fırladı; ama yine ağlamaya başlamıştı, gözden kayboldu, ben de bankta mal gibi kaldım. Meğer büyük bir acı, bir başkaldırı varmış o bakışta, üzüntünün arkasında, geç fark ettim, algılayamadım; başka şeyler vardı kafamda. Öğle vakti yine konuştuk az. “Çay içelim, salep de olur, uzun zamandır içmedim.” Başka bir şey dememişti, ben de sormayı uygun bulmamıştım. Kamyona nasıl yetişirdim, bir bisikletli gördüm, bir omuz atıp bisikletini elinden alsam; olmaz. Böyle şeyler filmlerde olur ve Seher’i uyuşturucu kaçakçıları ya da kadın tacirleri kaçırıyordu sanki, ne büyük bir kahraman havasına girmiştim, osuruğun tekiydim oysa. Ve o kız Seher olmayabilirdi; ama büyük ihtimal Seher değildi o, binde bir ihtimal peşindeydim. Ama içimdeki diğer ses o kızın Seher olduğunu söylüyordu. Ve o kamyon ülkenin iç kesimlerine gidiyordu. Anlaşılan Seher’in şalterleri altmış. Evden biriyle, ya annesi, ya babası ya abisi biriyle kapışmış adam akıllı, bir şeyler olmuş. Para sorunu herhalde, para sorunu hep olurdu, her evde olur yıkıcı biçimde, bir baskıya uğradı belki, bir istediği yapılmadı, bir hakkı yendi, ne bileyim. Uçurumdan yuvarlanır gibi koşuyordum, kamyona belki yetişirim diye, yükü çoktu ve ağır gidiyordu ve yol bozuktu. Yağmur çoğalmıştı. Yüzüme yağmur damları çarpıyordu ve sakin damlalar sağanağa dönüşmüştü, yüzümü acıtıyordu damlalar, yarıp geçiyordum yağmuru bir kılıç gibi, tarihi bir filmdeki savaşçı, dini filmdeki mazlumları koruyan yiğit gibi hissettim kendimi, koşmak harika hissettiriyordu, bu koşu hiç bitmesin istedim, kurtuluş koşmakta dedim içimden. Kurtuluş; acı çekerken son sürat koşmaktadır, acı süresini kısaltıyorsun çünkü ve güzel zamanların süresini de genişletmeli insan, her detaya, her şeye yaymalı; ki uzun hissedilsin. Ve o adrenalinle kafada hiçbir sorun kalmıyor, insan içinde hiçbir acı, zorluk, umutsuzluk hissetmiyor; çünkü koşuyor, hareket halinde; çünkü delice meşgul, adrenalin var. Fırtınayla boğuşan eski gemi acı hisseder mi ve ben bu yolun fatihiydim; ama yol bozuktu ve kendimi zorlandıkça güçsüz düşmeye; “lan saçmalıyorsun, dön git evine, ıslandın, annen fena yapacak” diye düşünmeye başladım. Giderek yavaşlarken arada hızlanıyordum, kamyona yetişmeliydim. Ama hızlıyken bile çayırda koşan yavru bir köpek gibiydim, belediye ekipleri ya da karayolları bu yolun iri çukurlarını neden doldurmuyor ki! Yola su birikmiş ve su dolu çukura bastım, küçük gözüküyordu; ama çok derinmiş, foş etti ve yüz üstü yapıştım yere, o gördüğüm bisikletli ben yaşındaki genç adam yanımda durdu, “iyi misin kardeşim?” dedi, çukurdan çıkıp iyice kenara geçtim, oturdum, “iyiyim” dedim, “bana bisikletini verebilir misin, acil bir yere yetişmem lazım.” Olmaz anlamında başını salladı, el salladı, gülümsedi, “sen kendinde değilsin, kendine gelmelisin ve eve yetişmem lazım.” dedi. O usul usul ilerlerken dinleniyordum, yola baktım, kamyon ilerde durmuş, koşmaya başladım, giderek hızlanıyordum ve bisikletli çocuğa yetiştim. Tekerde sorun vardı herhalde, arkasına, tekere bakıyordu ve tepetaklak oldu aniden. Yanından geçerken yavaşladım, “nasılsın ortak?” Ters ters baktı, “neyse, iyisin sen; “sen kendinde değilsin, kendine gelmelisin, iyisin, ambulansa gerek yok, şu ilerdeki kamyona yetişmem lazım. Acele etme; ev kaçmıyor, değil mi?” Küfür eder gibi baktı. Bastım. Vücudumun bir kısmı ıslak ve çamurlu olsa da yeniden tarihi filmlerdeki güçlü kuvvetli savaşçılar gibiydim, gladyatörler beni örnek alırdı, kendimi o güçte, ruhaniyetle hissediyordum ve bu koşunu sonunda elden edeceklerim çok değerliydi, bir hazine elde edecektim: Seher delirmişti, baş kaldırmıştı, kaçıp gidiyordu bir yere, evdekiler onu arayacaktı, deli divane biçimde, “kızımız kaçırıldı, kızımız kadın tacirleri eline geçti” filan, çeşitli korku, vahşi düşünceler, hayaller, paranoyalar. Ve ben onu yakalayacaktım facia olmadan ve ona en uygun sözleri diyecektim ve o da ağlayacaktı; “hepsi geçecek” diyecektim ona ve o da ağlarken kollarını açacak, bana sarılacaktı sımsıkı. Seher’in hiç yapmadığı bir şeydir sarılmak, el teması, bir kere omzuna dokundum, beni duymayınca, “bakar mısın?” anlamında, beni baltayla ya da ekmek bıçağıyla doğrayacak gibi bakıp; “sakın bana dokunma bir daha!” Demişti, üzüntüden ağlayacak gibi olmuştum, az sonra hatasını anlayıp; “sorun değil” demişti, “bugün annemle kavga ettim de, sinirliyim. Çok gerginim.” Gülmüştü şımarık biçimde. Elle basit temas, sarılma gibi konularda Seher betonun tekidir, erkek milletine karşı. Kendini çok pis korur. Bu koşu sonunda ona ilk kez sarılacağımı umuyordum. Öyle ya, filmlerde, romanlarda hep böyle olur, adam kıza moral verir, destek olur, kız ağlar, içini döker, meseleyi anlatır ve bir an kollarını açar, ona moral veren adama sarılır, derken öpüşürler. Tamam, benim öpüşme beklediğim hiç yoktu, benim haddime değil; ben kimim ki. Masum bir sarılma, Seher’i kollarımın arasında hissetmeyi ne çok hayal etmiştim; ama o bu konularda yabani geyik gibidir, son sürat kaçar gider. Seher öyle derdini anlatırken ağlamaz, ağlarsa da sarılmak istediğimde izin vermez, bir kere oldu, bir elini kaldırdı, ‘yaklaşma,’ dedi eliyle. Ama belki bu kez izin verir, çok perişandır, acılıdır, güven duyduğu ben biri vardır karşısında ve papatya gibi zarif kollarını açar ve birbirimiz sımsıkı kucaklarız, evet, “hepsi geçecek, her şey,” sakince dururum yanında, o konuşur, yağmur almayan, sevmeyen bir yere geçeriz, yağmuru izleriz, hissettiklerini anlatır ağır ağır ve düşünerek. Evde neler oldu, yoksa dışarıda biriyle kötü bir şey mi yaşadı? Nedir bilemiyordum. Düşündüklerimin tam tersi olur genelde. Çok umut ederim, çok mücadele ederim bir şeyler için, tam budur diye bir düşünce belirir kafamda; ama tam tersi çıkar, bir ihtimal büyük hayal kırıklığı olacak yine, belki de ona hiç sarılamayacağım, sevgilisi, nişanlısı sarılacak ona. Belki de piçin teki sarılacak ona, evlenecekler. Beni de düğününe davet edecek, “ah ahmak herif” diyeceğim kendime, “sessiz kaldın; adam kızı aldı götürdü.” Peki ben kime sarılacağım? Unutulur gitmez mi çok sevilen kızlar, insan ona uygun kızı bulur, hep ona sarılır. İnsan sanır başkasına sarılamam. Bir ağaca sarılırım. Seher betonun teki, ona neden sarılıyorum ki! Çayırlara sarılırım. Onlar bana zarar vermez, veremez, bir kediye sarılırım, bir köpeğe. İnsan neye sarılacağını bilemez ki, bir nehre saydırırım belli sayılırım. Bir salyangoza sarılırım, belki de bu bana en faydalı olandır, insan hep yanlış şeylere sarılmak ister ve o şeylere bir kere sarıldı mı kopamaz, acı çeker, hayatı mahvolur. Kurbağa gibi düştüm, toparlandım, patinaj yapıyorum arada, koşuyorum, bu koşu bitmesin, yağmur bitmesin, her şey güzel, bir yanım çamur ve ıslak; ama coşku var içimde, heyecan gümbür gümbür, kalbim ne güzel çarpıyor ve Seher gelincik gibi ekin tarlasında, onu sararım belki şefkatle, izin verirse. Çok üzgündür, ‘yaklaşma bana’ bakışı atarsa, omzundan tutup; “kız delirdin mi, kendine gel! Bak kafamı attırma!” diyeceğim, topyekün bir saldırı yapacağım, ruhumla ama. Ağlayacak çocuk gibi ve kollarımı açacağım, sarılacak bana. Kamyon sinyal vererek kenara yaklaştı. Durmasına sevinmiştim, bir korku başladı, ya kamyona binen Seher değilse, bıçağı varsa, bana bıçak çekerse, uyuşturucu almışsa, kopuk biriyse? Kamyondan kel kafalı, şişman şoför indi. Top gibi yuvarlak başını sıvazladı. Karşı şeritteki benzin istasyonuna gitti kamyonu kapatıp. Bekliyordum aptal aptal, kamyon kasasında biri başını çıkardı. O kız Seher’miş! Soluk soluğa yanına vardım. “Ne işin var orada?!” Ters ters baktı: “Sen de nereden çıktın be?!” Atlayıp indi kamyondan. Hızlandı, yan yana yürümek istiyor, hızlanıp yetiştim ona. Umarsız, hırçın. Sanki yanında yokum. “Nereye gidiyordun?” Hiç de hayal ettiğim gibi bir dram saçmıyordu. Konuşmuyordu. Sustum, uzun bir süre sonra şöyle dedi: “Berbat görünüyorsun. Düştün mü?” “Evet. Nereye gidiyordun?” “Kafama esti. Gideyim dedim, bir isyan. Ama çok çocukça geldi. Kamyondan inmek istiyordum ve şansa durdu.” Acısını, öfkesini, isyanını dile döksün istiyordum; ama yapmıyordu. Az sonra otobüs durağına geldik. Çıkarıp sigara yaktı. Sigara içmezdi. Bana tuhaf tuhaf baktı. ‘Ne işin var yanımda böcek?’ dercesine. Hep çiçeksi bakan kızın bu bakışında çok rahatsız oldum. Yaşlı bir amca önümüzden geçip gidiyordu. “Moruk gidiyor, şunun ensesine bir tokat atsana.” Böyle konuşmaz o. Çatacak yer arıyor. Kıvranışlı işleri, şeyleri hiç sevmem; ama belki ki içinde böyle bir şey var. “Şu kamyon şoförü çok şanslı, gidiyor, sürekli yolda. Aslında kamyon orada dururken gidip kasaya atlasam iyi olacak. Korkaklık yaptım.” “Git atla o zaman.” “Açım. Üşüdüm. Eve geçip mis gibi uzansam güzel olacak. Bu işler bana göre değil.” Güldü. “Ne?” “Bilirsin. Başına gelmiştir.” “Bilmiyorum.” “Uzaklara gitmek.” “Demek öyle. Sebep?” “Uzakları severim. Sigara vereyim mi?” “Neden?” “Belki içmek istersin.” “Ver bakayım bir tane.” Dili çözülür diye, yoldaşlık olsun diye aldım bir tane. Çakmağı tuttu, sigarayı tutuşturdum. İlk dumanı yüzüne üfledim. “Yapma…” “Pardon. Yanlışlıkla oldu.” (olmadı aslında) “Sen beni çözümlemek derdindesin.” Ses etmedi. Başka yöne baktım. “Çözümlemek, ha?” “Sağır mısın, tekrar ediyorsun bir de!” “Sen delirmişsin kızım.” “Ben senin kızın değilim, düzgün konuş. Beni kendi halime bırak. Sen de diğerleri gibisin, hepiniz aynısınız!” “Peki, tuğla kafa.” Onu ardımda bırakıp gidiyordum, sabrım taşmıştı, birkaç adım atmıştım, onu hayatımdan silip atmıştım o an. Kahkahasını duydum, çok hoşuma gitti. “At kafa, nereye gidiyorsun?!” diye bağırdı. Dönüp ona baktım, omuz üstünden. “Geleceğini inşa etmek istiyorsun. Ama bir şeyler oluyor, tepen atıyor. Birileri köstek oluyor. Ruhum çürüyor o evde. O ev ruhumu yiyor.” “Ne oldu?” “Sabah kalktım, ineklerin atlını temizle dedi annem, hastaymış. Unuttum; babama geldi. Bağırdı çağırdı. Çok zoruma gitti. Gidip çay içelim, salep.” Eve geç kalırsın. Sorun değil. Sorun olur. Az bekle beni dedim, hemen geleceğim.” Fırladım, kısa bir süre sonra yanına döndüm. Otobüs yaklaşıyordu. “Kanka, çay içemedik.” “Sorun etme, yarın içeriz.” “Kanka” lafını da hiç sevmez, hayret bu kez kullandı. Güldü beş yaşındaymış gibi. Çok sevdim bunu. Otobüse baktı, bana; üzüldü, eve gitmek istemiyordu, mahzunlaştı, çocuk gibi dudaklarını büktü. Otobüsün kapısı açıldı, basamakları tırmanıyordu. “Seher, az bak!” dedim.” Poşeti ona fırlatacaktım, “Yakala!” Yakaladı havada: “Ne bu?” “Çay; evde içersin.” Otobüsün kapısı kapandı. Poşetin içine baktı, gülümsedi, parmağını salladı. “Çay süper!” diye bağırdı gülerek. “Sizinkiler görmesin.” Otobüs yavaşladı, bir yolcu binecekti. Seher, açılan kapıdan şöyle dedi: “İşte şimdi tam oldu. Sen harika bir elementsin ya!” dedi, kollarını iki yana açtı çocuk gibi, dua eder gibi, ‘sana borçluyum’ der gibi. “Yok” dedim, “at kafayım ben, atları severim.” “Öyle olsun.” Göz kırptı. Otobüs uzaklaşıyordu hızlanarak. Verilen emeğe değmişti, çamur ve su içinde pislenmeme. Gülümsemesi, kahkahaları içimi ısıttı, uzayı bana vermiş gibiydi, o mutluluktan coşkulu hali ben çok mutlu etmişti. Sarılmak neymiş? Sıfır herhalde bunu yanında. Gözlerinin içindeki dev parıltıdan, ışıktan daha güzeli yoktu, onu hiç unutmayacaktım. Harika hissettim, kötü yola düşen kızı kurtarmış gibi. Kıvranışlı şeyleri hiç sevmem; ama hep böyle şeyler yaşarım, içim bir anda sakinlik ve huzurla doldu onun yüzündeki ışığı görünce, Bağlantımızın güçlendiğini sezdim. Onu koruyabildiğim için, (en azından imkan bulabildiğim) mutlu edebildiğimi için muazzam bir ferahlık ve tatlı bir his duydum kalbimde. Bütün kamyon şoförlerine selam olsun, sağanak yağmurlara, yollardaki çukurlara, bisiklet sürenlere…Hepsi çok faydalı şeylerdir. Ahırdaki inek gübrelerine selam olsun. Yağmur altında ellerim ceplerimde yavaş yavaş yürüyordum. Sanki randevu evine düşecek bir kızı kurtarmıştım, sevinçten içim içimde bir gök olmuştu, göksel olmuştum, gökmen olmuştum, sarhoş gibiydim. Yerinde bir hareket yapmıştım. Ben ona tatlı ve vazgeçilmez öğütler vermemiştim, içine atan bir kızdır, acılarını bastıran bir kırmızıdır, çok nadir içer, o da kafası çok bozuksa, bir bira içer, sevmez oysa. İçine artar çünkü; aman kimse bilmesin, duymasın, tecavüze uğrasa bile, saklar, rezil olmak korkusu, bağnazlığı mahallenin, suçun yoksa bile suçlu ilan edilirsin, kuyruk salladı derler, ateş olmayan yerden duman tütmez derler. Çayırlara, saman olacak ekinlerin çocukluğuna, onların serin yaz akşamlarına selam olsun. Ne güzeldir çayırlar, ekin tarlalarına ay ışığı yoldaşlık ederken. Seher’i kucaklasam ve yuvarlansak çayırlarda, ekin tarlalarında, ağaç diplerinde. Aslında onun için hiçbir şey yapmadım canım şansım yaver gitti sadece. Uzak ve el ayak görmemiş ormanlarda, sımsıkı bitki ağı içinde coşkulu iki kelebek gibi birbirimize dolansak yuvarlansak havada Seher’le, bir şey yapamadım canım, sadece çok istediği şeyi yaptım, bir bira yaptı ne yaparsa bazen. Ama bira günahtır, uygunsuz, suç. “Bira içelim” diyememişti, “çay” ve “salep” demişti, onlar kafayı yumuşatmaz ki. Aslında demek istediği biraydı ve onu ona almıştım. Belki de bira içmek istediğini ben uyduruyordum. Sadece ona bira almanın iyi olacağı içime düşmüştü. Koşmak geldi içimden kesin ve sert, uçuk ve hızlı, yumuşak ve sürdürülebilir, akışkan ve kaygan, güvecin gibi ve martı gibi, kartal gibi ve bir söğüt kararlılığıyla, yırtıcı; ama derin, yağmur asla hızını kesme, gece boyu koşacağım, içimde deli bir kamçı biri harekete geçti, ölene dek koşacağım, yağmur hiç dinme. Distopik bu ülke belki kendine gelir bu sihirle. Ahırdaki inek gübrelerine selam olsun. Ahırdaki yallara selam olsun. Ahırda ısıtılan yallara (yal: inek yiyeceği) selam olsun. Ne güzel şeydir inek yalı. Ne güzel şeydir Seher’in kitap okurkenki hali, bacakları uzatıp ya da bağdaş kurup yatağına oturması, bu ders notlarında bakışı, çay içişi. Seher’in hayatta acı çekmesine izin vermeyeceğim, onu sömürmelerine izin vermeyeceğim, Seher’i ölene dek koruyacağım, Seher’i mutlu edeceğim dostu olarak. Ya Seher gidip başkasının koynuna girerse, ben neyim, kapı önündeki eşek miyim? Ben ne oluyorum? Ben onu gizli gizli sevip çok güzel saçmalıyorum. Neden benim koynuma girmiyor ki? Sorunu ne? Gidip malları seviyor; anlayamıyorum! Beni fark edemiyorsa etmesi için çabalayamam ki. Seher’in gülümsemesi ne güzeldi, o son bakışı… saftı, ruhsal bir ışıltı saçar, üzüm salkımı gibi. Trajik yalnızlığını bununla besleyeceğim, onaracağım, gidip yanlış birini sevmesin aman, gidip taze gübrenin terliğe yapışması gibi yapışmasın molozun birine. Kaçıp gitmesin onunla, kızlar yapar, en gübre adamlara yamanır tapar, kaçar giderler gün gelir. İçini bilmeliyim, dost olarak görünmeye devam, onun gölgesiyim, sakın sırrını ele verme; yoksa kendini kapatır, ses vermez, anlatmaz olup biteni ve onu tanıma şansını kaçırırsın, kızlar hassastır; kalbini, ruhunu bir kez kapadı mı; fişi prizden çekmiş demektir. Ağzınla kuş tutsan ona yaranamazsın. Onun içine ettiği her kavgayı bilmeliyim. Yapmasın diye gençliğinin dev hatasını, destek olacağım ona, arka çıkacağım seri katil olsa bile. Ama teslim olmasın bedeniyle hayvanın birine. Yalnız kalsın trajik olsun, simsiyah olsun; ama yalnız kalsın, meze olmasın kimseye, kirlenmesin, incinmesin. Kendisine saygısı olsun, yozlaşmasın, sömürülmesin. Aksın su gibi hayatın içinde. Ayakları yere bassın, işi gücü olsun, delirmesin aşkla. Bacak arasının zevkiyle hayvanlaşmasın. Beni hayvanca sevsin, sorun yok. Vahşi bir coşku hissediyordum, yağmur hızlanıyordu, ben de atsı bir kıvraklık hissediyordum, yok yok, dört nala koşan bir attım engellenen gençliğin trajik pembesinde. Engellenen gençliğinim turuncu alevleriyle; sarı, sapsarı tutkularıyla, hiç kullanılmamış sevişme dürtüleriyle.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |