"Her yeni gün, içindeki yaratıcı gücü keşfetmek ve hayatın anlamını yeniden yazmak için bir fırsattır."

Kendine Hapsolmak

kendine hapsolmuşluk

yazı resimYZ

Bir Parça Kar, Bir Parça Ben Kimseye bağımlı değildim ama bağlı olduklarım vardı herkes gibi. Kahramanlarımı kendileştirdikçe, kendime sevgimi artırdıkları ve hayatıma anlam kattıkları için daha bir bağlı oluyordum onlara. Terk edemezdim onları, gidemezdim; çünkü ben biraz onların kalbi, biraz beyni, biraz gösterdikleri yoldum. Onlar da bendi, birer parça.

Biz artık asla "ben" olamazdık. Hem de hiçbirimiz. Terk edemememiz bundandı birbirimizi. Hep vardık ama hiç yoktuk aslında.

Aileydik kimisiyle, kimisiyle dost, kimisiyle sevgili, kimisiyle arkadaş. Birçoğumuz farkındalığına varmıştık hayatın; hepimiz yalnızlığımızla yaşamaya alışmıştık. Kimimiz aynıydık, kimimizse herkesten başka. Sadece biraz daha aptaldık bazen; direniyor ya da diretiyorduk belki de... Bir başkalık vardı ama ne olduğunu çözemedim ben de.

Bazen birlikte keyif alarak yaşamayı bilmiyorduk. Nasılsa yolları ayırmak gerektiğinde dostça "hoşça kal" diyemeyecektik. Mesela ölüme ağlıyorduk, "gittiğin yerde mutlu ol" demek yerine! Ölene bile kızıyorduk bencilce: "Nasıl terk edersin bizi?" diye.

O yüzden yalnızlığımıza alışmayı seçiyorduk. Bilmiyor muyduk ki gitmeler olmazsa gelmelerin, bitişler olmazsa başlangıçların olmayacağını?

Benim için "insan"a bağımlılık değildi konu. Yaşadığımız evrende hiçbir şeye bağımlı değildim ben. Bir tutkum yoktu... Ya da tutkumu yaşıyordum ve farkındasızdım. Yazamadığımda anlayacaktım yaşayamadığımı.

Çoğu zamanım, sebebini hâlâ bulamadığım "neden yaşıyoruz?" sorusuyla geçer. Anlamlandıramadığım hiçbir şeye değer veremem ben. Ve yaşama anlam veremiyordum kimi zaman.

Neden yaşıyorduk ki gerçekten? Sonunda yokluk yok muydu? Hırslarımız, başarılarımız, kızmalarımız, sahiplenmelerimiz, mutluluklarımız neden vardı?

Bir gün yokluk olacağını bile bile nasıl kaptırıp gidebiliyorduk ki hayatlarımıza?

Ya da neden her şeyin anlam kaybettiği bir zaman gelir ve yeniden anlamlandırma çabasına gireriz ki?

Farkındalıklı ve düşünerek yaşamak neden bu kadar zordu?

Bazen anlamını kaybediyordu işte. İşte bu yüzdendi sizden kopukluğum. Siz değildiniz konu aslında. "Yaşam"dı.

Anlamını kaybettiğinde o, uyuyordum yaşamak yerine.

Uyumak, yaşamak değildi benim için. Ve yine uyuyordum...

Gördüğüm bir rüyaydı:

Hiç kimsenin duymadığı bir sesti duyduğum. Bağırdığı anlaşılıyordu; yani bir haykırıştı, çok uzaktan geliyordu, derinden.

Ben bu kadar zor işitiyorken bu haykırışı, çevremdeki birileri de duyuyor olmalıydı. Ama hiç kimse aldırmıyordu.

Dört bir yana doğru koşmaya başladım. Ne tarafa gittiysem de değişmedi o ses; ne daha yüksek ne de daha alçak.

Eve gitmeye karar verdim. Galiba sorun bendeydi. Eve gelip yatağıma uzandım ve hâlâ o sesi duyuyordum.

"Kendi çemberime hapsoldum. Kurtar beni..." diyordu.

Bir zaman sonra sesin kime ait olduğunu algıladım. Nasıl bu kadar uzun sürmüştü anlamam? Bu ses benim sesimden başkasına ait değildi.

Susturamıyordum. Hapsolduğunu söylüyordu. Nasıl yardım edebilirdim, bilmiyordum.

Neden sonra bir gürültüyle uyandım. Yukarı kattan geliyordu ses. Hepimizin birilerine bencilliklerinden dolayı kızdığımız zaman söylediğimiz gibi: "Dünya senin çevrende dönüyor sanıyorsun ama değil!"

Bir yandan hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tutan, diğer yandan hiddetle yıllardır susup biriktirdiklerinin ağırlığından kurtulmaya çalışırcasına durmaksızın konuşan kadın...

Adam susuyordu. Dünyanın kendi çevresinde döndüğünü düşündüğü yoktu adamın. Ortada bir anlaşmazlık vardı, hepsi bu. Olağandı.

Aynı sorunları kardeşimizle, dostumuzla, iş yerinde bir arkadaşla yaşamıyor muyduk?

Mantıklı yaklaşıyordu adam. Kadının öfkesini anlamıyordu da. Gerçekten büyük bir anlaşmazlık mı vardı, yoksa her zamanki gibi sıradan bir sorun muydu — adam idrak edememişti.

Zaten bir süre sonra orada değildi artık adam. Pencereden dışarı bakıp yağan karı izliyordu. Zihninden geçenler kadını duymasına da engel oluyordu.

Bu muydu yaşam? Adam mutlu muydu? Olması gereken neydi? Daha doğru bir "olması gereken" var mıydı ki?

On iki saattir uyuyordum. Hâlâ da yataktan kalkasım yoktu. On iki saatlik uykuya rağmen hiç zorlanmadan yeniden uykuya daldım.

Uyandığımda kararıvermişti hava. Zaten artık çok çabuk kararıyordu; saat dört buçuk olmuştu.

Yataktan kalkıp perdeyi araladım. Camdan bakıverdiğimde, amaçsızca yağan karı fark ettim.

Yağmurdan başkaydı o, çok başka. Amaçsızdı bir kere; umurunda değildi hızla yeryüzüne inmek. Yavaş yavaş yağıyordu. Rüzgarın esintisiyle oradan oraya savrulduğu oluyordu. Savrulmayı seviyordu, eğlenceliydi bir kere.

Kendi eğlenirken insanları da mutlu ediyordu. Yılın ilk karıydı yağan.

Her sene heyecanla fotoğrafını çektiğim, yılın ilk karını bu kez fotoğraflamak hiç içimden gelmemişti.

Evde tektim. Ve gördüğüm rüyanın da etkisiyle olsa gerek, hapsolmuş hissediyordum kendimi.

Dışarı çıkmam gerekiyordu; saatlerce yürümem belki de Bakanlıklar yollarında, üşüyerek ve düşünerek...

Düşünmek mi dedim? Hayır, doğruyu söylemedim. O an yapmak isteyeceğim en son şeydi düşünmek.

Montumu giyip, Noel Baba'nın şapkasına benzer ama rengârenk olan beremi takıp yollara düştüm.

Çok güzel yağıyordu kar. Biraz üşüdükten sonra yürümenin etkisiyle ısındım. İyi ki çıkmıştım dışarı. O an sadece karanlık, sokak lambalarının sarı aydınlatması ve eğlenerek yağan kar vardı. Zihnimse bomboştu.

Farkındasızca saatlerce yürüyüp, her zaman sevdiğim bir arkadaşımla gittiğim, Ankara'yı ayaklarımın altında hissettiğim o tepeye tek başıma gitmiştim.

Aynı keyfi almadım. Ama başka bir keyif vardı bu kez: yılın ilk karı...

Biz o tepeye beraber gider, kimi zaman saatlerce susar, kimi zaman dertleşir, kimi zaman birer bira alıp saatlerce müzik dinlerdik.

Şimdi o güzel tepeden Ankara'yı izliyordum, tek başıma karlar altında.

Yılın ilk karıydı.

Fotoğraflamalıydım diye makinemi bulmaya çalışırken, üst komşumu gördüm sanki. Evet, oydu. Nefes almadan konuşan o kadının kocasıydı.

Kavga daha da şiddetlenmişti. Adam belki de hava almaya çıkıyorum deyip atıvermişti kendini dışarı. Belki de tatlıya bağlanmıştı her şey; adam biraz yürümek istemişti.

Sonra her akşam iş dönüşü, yol üstündeki köşe başındaki kestaneciden karısı ve kendisi için sıcacık kestane alacak, kiralık film dükkânlarından birinden güzel bir film kiralayıp dönecekti eve.

Evet, bu senaryoyu sevmiştim.

Adam da biliyordu ki, mutluluklar kadar mutsuzlukların, yalnızlıklar kadar birlikteliklerin, kızmalar kadar sevmelerin olduğunu hayatta.

Böyle güzeldi ve böyle yaşanılasıydı zaten.

Fotoğraf makinemi bulmuştum. Hemen, kar makinemi daha fazla ıslatmadan, en güzel paylaşılmışlıkların yeri olan o karanlık tepeden, uzak ışıklarıyla Ankara'yı fotoğrafladım.

Anıları ve sağa sola savrularak, eğlenip şımararak yağan karı sığdırdım fotoğraf kareme.

Eve doğru yürürken gördüğüm rüyayı düşündüm: O ses benim sesimdi ve kendime hapsolduğumu söylüyordu.

Ne saçmaydı. Kar altında mutlulukla yürürken, ne kadar özgür olduğumu düşünüyordum... Düşünmekten öte, hissediyordum.

Eve giderken bir fotoğrafçıya uğradım. Çektiğim fotoğrafı çok büyük bir boyutta çıkartmasını istedim.

Üşümüş olmalıydım ki hızla yürüyüp eve vardım. Fotoğrafın arkasına not düştüm: "2011’in ilk karı."

Ve hemen odamın duvarına astım.

Odamda yine yalnızdım belki. Ama artık karanlık, ışıklar, kar, Ankara ve o tepedeki sıcak dostluk vardı benimle birlikte.

Hayat buydu; bir parça tek başınalık, bir parça da paylaşılmışlıklarımız. Böyle mutluyduk biz: bir parça sevdiklerimiz, bir parça kendimiz..

Yorumlar

Başa Dön