"Her yeni gün, yazılmamış bir hikaye; kalemin cesareti hayata anlam katar."

İcimde Ölen Birsey

Günlük hayatın zorluklarına ve kayıplarına rağmen umudu koruma çağrısı yapan, içimizdeki çocuğu yaşatmanın önemini vurgulayan samimi bir deneme. Yazar, modern yaşamın eksiltici etkilerine karşı direnirken, hayatın güzel yanlarını görmeyi ve kendi doğrularımızı yaşatmayı öneriyor.

yazı resim

İzin Ver, Kendi Doğrularımı Yaşatayım

Belki biraz kendini tekrar eder bu yazı, ama kendini yazdırıverdiyse paylaşılmalı dedim. İçinizde birileri her gün bir şeyleri eksiltmiyor mu farkında ya da farkındasız?

Birileri hayallerinizi alıyor, birileri emeklerinizi sömürüyor, birileri umutlarınızı eksiltiyor, birileri hayatlarınızı çalıyor. Siz de eksiliyorsunuz gün be gün.

Çok karamsar oldu sanırım ama durun; yani korkmayın. Bir yandan umut verenleriniz, destekleyenleriniz de var. Hem bir yandan kendinize kattıklarınızla diretiyorsunuz eksilmeye, hem emeklerinizin karşılığını aldığınız da olmuyor değil.

Kapılmayın karamsarlığa; hayat devam ediyor.

Sadece diyebileceğim şu ki: İzin vermeyin içinizdeki çocuğun yok olmasına...

"Cam kenarında ben oturabilir miyim?" dedim. Ruhumu çepeçevre kuşatmıştı sadece gezmek için geldiğim bu şehrin dokusu. Çıkıp gezmek istiyordu ruhum ama sanırım ağırlaşmıştı, öylece oturuyordu bedenimde; eli kolu varmış ve bağlanmışçasına hareket edemiyordu.

Belki cam kenarında oturarak kandırabilirdim onu, özgür hissedebilirdi kendini. Sadece karanlığı, yolu ve uzaktaki ışıkları izlerken hissettiği "kendisi", kurtarabilirdi onu bu kasvetten.

Zavallı ruhum...

Farklı bir şehir, başka hissettirebilir ümidiyle çıkmıştım yola. Küçük dünyamdan sıyrılmak için yani, bir bakıma...

Şimdiyse rahatsızlık hissi veriyordu üzerime sinen bu şehir; kültürü, inancı, yaşayış biçimiyle insanlar.

Hiç kimseye maruz kalmadan yapılan bir yolculuk sonrası, kendi evimde yapacağım sıcak bir banyo ve odamdaki küçük dünyam sıyırabilirdi beni bu gerçeklikten.

Aklımdan çıkaramıyordum. Olmuyordu, bir türlü kabullenemiyordum.

Söyleyemiyordum bile. Yani sanki dile getirsem, kabullenmiş gibi hissedecektim bu ezilmişliği. Misafir olarak gittiğim evde, biz "kadın"ların, "erkek"lerin sofrasını kurduktan sonra mutfağa çekilip ikinci bir masa kurduğumuzu söylemeyeceğim size.

Misafirdim ben de, evet... ama bilememiştim, yemek masasında yer edinmek için “erkek” olmak gerektiğini.

Paylaşmayacağım sizinle nasıl üzüldüğümü. Ne konuşabildiğimi ne susabildiğimi, ne kabullenebildiğimi ne de reddedebildiğimi…

Çünkü yaşadığım, "onların gerçekliği"ydi. Konuşarak değiştiremezdim.

Hani yadırgarcasına değil, sorgulatmaya çalışırcasına sordum nasıl böyle kabullendiklerini.

“Daha rahat işte… Kendi kendimize, beraberce yemek yiyoruz. Ne güzel.” dedi evin annesi.

Alışkanlıktı çünkü onun için. “Normali”, “doğalı” buydu. Anlamıştım onu. Ama aklımdan atamadığım değersizlik hissiyle hiçbir şeyin tadına bakamıyordum. Sadece evime dönmek istiyordum.

Söylesem neyi değiştirebileceğim ki…

Dolmuşa bindiğimizde muavinin en öncelikli işinin ücret almak değil, kadınları kadınlarla, erkekleri erkeklerle oturtmak olduğunu?

Bir kadın bir erkekle yan yana mı oturdu? Heyhat! Nasıl olur?! "Sen oradaki... Hah in bakalım bir aşağıya. Teyze, sen çocuğu kucağına al, şu ablanın yanına geç. Hah, sen de bin şimdi, otur şöyle. Şimdi oldu. Haydi yola."

Sakın “Bizim toplumumuzun gerçeği bu zaten, bilmiyor musun?” deme olur mu bana.

Çünkü bilmek başka, yaşayıp hissetmek başka.

Hem ben hiç bilememiştim, duymamıştım ki; cinsiyeti olduğunu misafirin.

Gitme vaktiydi. Oturdum koltuğuma ve gezdiğim şehirleri işaretlediğim haritama bir tik daha attım.

Hayalim; şehir şehir, ülke ülke gezip fotoğraflamaktı karanlıkta ışıkları.

Sorduğum soruyu unutmuştum, ne dediğini algılamam bir süre aldı: “Tüm yol boyunca oturabilirsin cam kenarında, zaten uyuyacağım ben, yorgunum.”

Hatırladım. Cam kenarına oturma izni istemiştim.

Kulağıma kulaklığımı taktım.

Bir parça öfke, bir parça çaresizlik, bir yanda kendimizi sınırladığımız küçük dünyalarımız, bir yanda dış dünyada olan bitenler…

Bir yandan kendi “gerçek”liğimiz, diğer yanda ayakları yere basan dünya gerçekliği…

Ortak olmak istemediğim bunalımı ve depresyonu toplumun... Ya beni de içine çekerse korkusu, kendi düşlerimden saptırırsa, ya kendi “gerçek”liğine inandırırsa beni…

Sus artık!

Ben vardım sadece. Karanlıkta yol alıyorduk. Işıklar uzaklardaydı. —yaşama sevincim...

İçimde bir yerlerde bir çocuğu öldüreceklerdi, beynimde yeniden beliren, ayakları yere basan dünya gerçekleri.

Ne zaman zihnime yerleşmişlerdi ki?

Belki de birlikte doğduğumuz gerçeklerdi onlar. Belki çok küçükken bana “doğru” diye öğretilenler...

Ya da belki ait değillerdi bana. Ben sadece görmekle, duymakla kalmayıp fazlasıyla hissettim.

Suç sadece bu şehre ait değildi. Uzun süredir kendime ait evimde, biraz farkındasız yaşıyordum belki de...

Bünyeme uyumsuz bir doku, bir organdı “dış gerçeklik” ve ben farkında değildim.

Daha önce de birkaç kez karşılaşmış olmalıydım ki, ruhum bu kez şiddetle reddediyordu bunu.

Kabul etmiyordu dokusunu dünyanın. Evet, işte olan biten bundan ibaretti belki de...

Bir yerlerden tanımadığım da doğru değil bu gerçekliği. Belki doğduğumda işlenmemiş bir bilgiydi ve duruyordu beynimin bir köşesinde.

Ya da bu gerçeklik, travmaydı benim için. Beynim bununla yaşamayı tercih etmediği için unutmayı seçmişti.

Uzun süredir yoklardı. Belki başka insanların hayatlarını sarsmakla meşgullerdi. Belki yorulmuşlardı ve dinlenmektelerdi, uzaklardaki çok uzaklardaki mağaralarında...

Şimdi uyanmışlardı yeniden. Uyanıp sokaklara dökülmüşlerdi.

Bastırmakla yükümlülerdi. Ayakları yere, akılları havadan toplamak görevleriydi.

Mümkün değildi hissetmemeniz varlıklarını. Yeryüzünü sarsan adımları vardı onların.

Uykudan uyandırmakla kalsa iyi... Ölüleri mezarlarından çıkartan adımlardı onlar.

Uyandırdın beni güzel uykumdan. Nefessiz kaldığım için uyandım.

İçimdeki çocuğun çığlığına uyandım belki de. Hatırlamıyorum.

Şimdi sıra bende. İçimdeki çocuğun intikamını alıyorum.

Boğmaya çalışıyorum seni, evet sen, ayakları yere basan gerçeklik.

Ya da kendini gerçeklik sanan toplum.

Öfkem, nefretim sana. Çünkü hayallerimi elimden alıyor, beni büyümeye zorluyorsun.

Anlamıyorsun değil mi? Ben bunu istemiyorum.

Bırak beni. Vazgeç aynılaştırmaya çalışmaktan. Kabul edilir olmaya zorlama.

Gösterme bana gerçekliğini dünyanın.

Ne kadar farklı olabiliriz ki?

Bu kadar içine girmişken toplumun, bu kadar çok kaygısına düşmüşken geleceğimizin, bu kadar önemserken saygınlığımızı...

Yani işte, bu kadar dünya gerçeklerinden biri olmuşken biz, ne kadar başka olabiliriz ki?

İşte bu yüzden uğraşma benimle. Alma hayallerimi elimden.

Bırak kendi gerçekliğimde yaşayayım.

Senin doğrun, senin olsun. İzin ver, kendi doğrularımı yaşatayım.

Yorumlar

Başa Dön