"Yazdıklarımın okunmaması için o kadar çok uğraştım ki, sonunda okunma nedenim bu oldu." Franz Kafka"

Demi hiç tutmayan hayat çayı

yazı resim

Doğduğum günün sabahı gibi solgundum; dünyaya gelişim bir telaşın, çalınmış bir nefesin arkasından geldi. Küçük ellerim rüzgârı yakalayamadı, ayaklarım adımlarını henüz bilmiyordu; bana öğretilen ilk şey, gitmekti. Her taşın altına bir veda, her evin eşiğinde bir eksiltme bırakıldı; göç ettikçe yuvanın sıcaklığı ince bir hatıraya dönüştü. Anamın sesi uzaktan gelen bir davet gibiydi: “Hayatı fazla kurcalama, uyanık ol ama kurcalama.” O sözler, bir tür ibare oldu alnımda; isterdim ki o ibare silinsin, ama hayatım boyunca onun gölgesini taşıdım.

Anamın yokluğunu öğrendim önce. Anne olmak, bazen bir gölgeye sarılıp adını koymaktır; ben ise anne gölgesini babaannemin çınarında buldum. O gölgenin altında çocukluğumun en saf gölgeleri oynardı; sonra o gölge de çatladı, yaralarım büyüdü, derinleşti. Yaralar kendine bir dil geliştirdi: sessizlikte konuşan, rüzgârda yankılanan bir dil. Birini kaybettiğinde anlıyorsun, aslında kaybettiğin şeyin yerine hiçbir şeyin konmadığını boşluğun kendini bir isim yapıyor.

Kader dedikleri, benlikten bağımsız bir el gibiydi; ne kadar dirensek de parmaklarımızda iz bırakan bir bilezik gibi sardı bizi. Seçimlerim, isyanlarım, pişmanlıklarım... hepsi o bileziğin altında kıvrılıp kaldı. İnsan sandım ki, tercihler bir yolu çizer; meğer tercihler, sadece giyilen bir giysiymiş, bedenin ise ona uymak zorundaymış. Ne kadar biçim değiştirdiysem de, içinde taşıdığım yara hep aynı yerden sızdı. Yarayı temizlemeye çalıştıkça, kan daha da vurdu. Kurcalamak mı, yoksa örtmek mi; iki seçenek de acıyı yeniden yazdırdı ruh defterine.

Zaman bir çay demliğiydi belki de; hep acele ettim, ama demim hiç oturamadı. Hayatın sıcaklığına ulaşamadan küçüldü dudaklarımda kalan halis tat; bir ömür, içilmemiş bir fincan gibi kaldı önümde. Koştum çocukken, gençken, olgunluk denen hedefsizlikte ama ardımda hep bir yetişememe hissi bıraktı. Trenler geçti yüreğimden, hem de karınca katarı gibi; her biri bir melodi, her biri uzaklaşan bir umut. Trenlerin ardından bakakaldım, ellerim ceplerimde, ayaklarım sabit; çünkü ruhumun rayları kopuktu.

İnsan, yarasını taşıdıkça eskimiş bir eşyaya dönüşüyor; üstünde daha fazla hayat izi var, ama görünüşü soluk. Benim yaralarımın en inatçısı, anamın yokluğuydu. Annesizliğin acısı; fiziksel bir eksilme değil, varoluşun bir delik açmasıydı. O deliğin kenarına oturup, içeriye bakıyorsun; karanlık bir kuyunun içine hüzün sarkıtıyor. En çok da gece çökünce anlıyorsun bunun ağırlığını geceler uzun birer sınav, her nefeste tekrar edilen bir yoklama.

Öğrendim ki hasret, yalnızca bir duygu değil; aynı zamanda bir miras. Her göç ettiğimiz yerde bıraktığımız insanlar, birer miras kaldı ardımızda; isimleri, kahkahaları, künyeleri hafızamızda saklanan müzeler gibi. Biriktirdiklerimiz, bir yığın terstir; sahip olduklarımız çoğu zaman kazandıklarımız değil, barındırabildiklerimizdir. İnsan, görsel bir dünyada yaşasa da en çok içindeki boşluğu doldurmaya çalışır o boşluk bazen bir ev, bazen bir ses, bazen de sadece bir parça sıcaklıktır.

Sevgi, eninde sonunda bir yara taşıma şeklidir. Severken verdiklerinle aldıkların birbirini eşitlemez; çoğu zaman sen daha çok verirsin, daha çok yara alırsın. Ben sevdim; belki de en çok o yüzden eksildim. Sevginin tarafında durmak, çoğu kez yalnız kalmaya razı olmaktır. Çünkü dünya, sevgiyle beraber gelmeyecek şeylerle de doludur: ihanet, unutkanlık, zamansız gidişler. Bu gerçekler, sevginin sıcaklığını hep sınadı.

Zincirler görünmeyendir dediler; ellerim özgürken ruhum sıkıştı. Çevremdeki herkes ileriye gidebildi, adımlarını atabildi; benim adımlarım ise hep bir bekleyişte takıldı kaldı. Ufka baktım, gözlerim orada kayboldu; adımlarım orada takılıp kaldı. Arzu ile yanan bir kalbin önüne örülen duvarlar gibi kapandı yollar; geçit vermez bir labirentte yürümeye çalıştım.

Geçmişin gölgesini silmeye çalıştım; her silme hamlesi daha derin bir gölge bıraktı. Unutmak için uğraştıkça hatırlamak daha da detaylandı. Bir koku, bir melodi, eski bir sokak lambası... hepsi birden açtı o eski pencereleri. Ve anladım ki bazı acılar, yalnızca unutmak için değil, yaşatmak için de vardır hatırlattıklarıyla, birileri tarafından yazılmış hikâyeyi yeniden ve yeniden okumak zorunda kalırsın.

Yine de, tüm bu kırılganlıkların arasında yaşamaya devam ettim. Yaşamak, bazen yaralarını sarmak değil; onları taşıyıp yürümektir. Her adımda sancı, her nefeste bir icazet alışı. İmkânsızlıkları tanıdım; görünmeyen prangalara alıştım. Ama alışmak, teslim olmak değildi. Zaman zaman içimde bir isyan alevi yanar gibi oldu, sönmedi; sadece usul usul yayıldı. O alev, bazen bir kapı aralar gibi oldu bana; küçük bir pencere, belki bir umut.

Sonra öğrendim: acı, insanı yalnızlaştırsa da özgürleştirebilir. Çünkü acı, insanın gerçek yanını gösterir maskeler düştüğünde geriye kalan hâldir. Ben maskelerimi düşürdüm, elbet yara izlerim görüldü; ama o izlerle daha gerçek bir yüzle kaldım. Geçmişim, göçlerim, kayıplarım, tüm bunlar beni ben yaptı; kusurlarım, iyiliklerim, yanlış seçimlerim… hepsi bir mozaiğin kırık parçaları.

Şimdi her sabah uyandığımda, bir daha denemek istiyorum. Yine de içimde bir sızı kalacak; anılar bir şarkının tınısı gibi, bazen tatlı bazen acı. Hayatın bana öğrettiği en ağır ders: hiçbir şey tamir edilemese de, taşınabilir. Yara, iz, hasret hepsi birer yük ama aynı zamanda birer hatırlatıcı: yaşadım, sevdim, kaybettim, ama vazgeçmedim.

Şimdi bu kadar yıldan sonra ne anladın ne oldun diye sorsalar, derim: Kaçamadığım kaderle barışan, acıyı yük sayıp yürümeyi seçen sessiz bir yolcu oldum.

Yorumlar

Başa Dön