"Her yeni gün, içinde keşfedilmeyi bekleyen bir hikaye taşır; kalemini al ve kendi efsaneni yazmaya başla."

Eksi̇le Eksi̇le Kalan

Terli elleriyle kağıda düzgün yazı yazamayan, kendini ifade etmekte zorlanan bir adamın, psikiyatristinin verdiği "kendini yazma" göreviyle boğuşmasını anlatan, modern hayatın yalnızlığını ve iletişimsizliğini irdeleyen trajikomik bir öykü.

yazı resim

Her bir yazma denemesinde, sol elinin kâğıtla temas eden kısmı, kâğıdı ıslak griye boyuyor, adamı çıldırtıyordu. Acaba elimi kâğıda değdirmeden yazabilir miyim? diye şekilden şekle giren parmaklarıyla, eğri büğrü harfler dışında hiçbir şey yazamıyordu.

Bir yandan, alırken ucuza kaçtığı dolma kalem akıtıyor; diğer yandan, nerede ne zaman nasıl davranacağını hiç bilmeyen vücudu terleyip duruyordu... Eli terli ve griydi. Filmlerde böyle olmuyordu. Griye boyanan kâğıtları buruşturup buruşturup fırlatıyordu, zaten darmadağınık olan odasının bir köşesine.

“Kendini yaz,” demişti psikiyatristi. “Kendini yaz ve bana getir.” Daha önce hiç yazmayı denememişti. Pek okumazdı da. Ama gecelerce durmadan film izlemişliği vardı adamın. En sevdiği şeylerden biriydi bu. Devasa bir LCD ekran monte ettirdiği, hoparlörleri sonuna kadar açtığında üç apartman uzaklıkta oturan insanları bile sağır edecek gürültüde bir ses sistemi kurdurduğu film odasında durmadan film izlemek...

Bir parça mübalağa etmiş olabilirdi belki. Üç apartman ötede oturan insanları sağır edecek bir ses sistemi ne arayabilirdi ki bakımsız, köhne bir apartman dairesindeki küçük, karanlık odada? LCD de devasa değil, yüz altı ekrandı sadece, diye geçirdi içinden de her neyse diye geçiştirdi o anda. Çok önemli değildi zaten şu an mübalağa edip etmediği. Ama şu da bir gerçekti ki: mübalağasız hayat fazla tekdüzeydi. Abartmak neşeli bir şeydi; komikti, bazen kızdırıcı, bazen güldürücüydü. Neyse, şimdi konu bu değildi.

Soru(n)larına çözüm için gittiği psikiyatriste uyuz olmuştu adam. Ancak soru soruyordu, o da çözüm üretmek yerine. Şimdi bir de başka işi yokmuşçasına kendini yazmalıydı.

Yakın zamanda izlediği bir filmden etkilenip hemen mürekkep ve dolma kalem almak için bir kırtasiyeye girmişti, psikiyatristin "kendini yaz" demesi üzerine. İzlediği o filmdeki gibi masanın başına oturacak, karanlık odasında sarı renkli masa lambasının ışığında dolma kalemiyle bir yazar edasıyla yazacak, sonra yazdıklarını beğenmeyip buruşturup çöpe doğru fırlatacaktı. Bazen hedefi tutturup çöp kutusuna atacak, bazense ıskalayacaktı.

Filmlerde böyle oluyordu yani; yazarlar cümleye başlayıp devamını getiremediklerinden falan kâğıdı buruşturup atıyorlardı. Adam ise saçma bir şekilde elini kâğıda değdirmeden, kâğıdı griye boyamadan yazmak için çalışıyor, bu yüzden her defasında kirlenen kâğıdı buruşturup atıyordu.

Lanet hayat ne zaman filmlerdeki gibi olmuştu ki? diye geçirirken aklından masadan kalktı. Yarın yeniden randevusu vardı. Kafasını toplayıp kendisini yazmalıydı. “Tüm sorun başkalarında olmamalı,” demişti psikiyatristi. “Kendini yaz ve seni konuşalım.”

Yazacak film gibi bir hayatı yoktu. Hem çok saçma bir şey değil miydi kendini yazmak? En iyisi dün gece gördüğüm rüyayı yazayım, diye düşündü.

(Rüya Başlar)

Fazladan bir kat yukarı çıkmış olmalıydı. Basıla basıla üzerindeki boyasının silindiğini sandığı, son katı gösterdiğini düşündüğü butona basmıştı. 12. kat olabilirdi burası ama aradığı yer olmadığı aşikârdı. Bir kahve dükkânı böyle soğuk ve karanlık bir yerde olamazdı. Işıklar dahi umarsızdı. Gelen asansörün varlığını sezdiklerini gösterir bir sinyal vermek, onların görevi değildi sanki.

Meraktan çok korku uyandırmıştı bu karanlık adamda. Başını asansörün kapısından dahi uzatmadan, bir telaşla 11. kat butonuna bastı. Ürkütücü bir hava hâkimdi bu katta. Asansörün kapısı kapanmak nedir bilmiyordu. Adam bir şeylerin ters gittiği hissine kapılmıştı ki, asansörün kapısı kapandı ve aynı anda 11. katta açıldı. Kahve kokusu ve insan sesleri... Aradığı yerdeydi adam. Espressonun kokusunu almak baştan çıkarmaya yetiyordu.

Telefonu çalıyordu adamın. Ceplerini kurcalıyor, bir türlü bulamıyordu. Sıra kendisine gelmişti, “Grand espresso,” dedi adam. Telefonunu aramaya devam etmeden önce cebinden çıkardığı on lirayı uzattı kadına. Bu sırada susan telefonu yeniden çalmaya başladı.

Kasadaki kadın adını sordu adama. Adam ısrarla çalan telefonun telaşında “Bir dakika,” dedi kadına. “Bir”i duydu, anlamadı kadın. Telefon çalmaya devam ediyordu. Adam sinirlenmeye başlamıştı, tüm ceplerine baktı. Ses kendi üzerinden geliyordu, başka nerede olabilirdi ki bu telefon? diye düşünürken, yine ismini sordu kadın adama. Adam anlamadı, “Bir dakika,” dedi.

“Bir” yazdı kadın ve uzattı bardağı adama.

Adam sonunda bulabilmişti telefonunu. Yeni aldığı montunun, bulunmamak üzere tasarlanmış, derince bir cebinin içindeki bir cepteymiş telefonu.

“1” de neydi? Gülümsedi adam. İlk yudumuyla birlikte erimeye başlamıştı bile yorgunluğu. Son yudumuyla birlikte eser kalmamıştı bugünden. Şimdi alışverişe başlayıp bir an önce evin eksiklerini gidermeliydi.

Telefonu tekrar çaldı. Bu kez cevapladı adam.

“Bugün 10 kez aradım, neden açmıyorsun telefonlarımı?” diye sitem etti kadın.

Umursamazca “9,” dedi adam. “9 kez aramışsın. 9 cevapsız arama vardı telefonuma baktığımda.”

Telefonun ucunda, sanki yer ayaklarının altından büyük bir hızla kayıyor, kaymaktan ziyade yer, kadını adamdan çok çok uzaklara doğru çekiyormuşçasına… Yüzünde rüzgârı hisseden kadın:

“Ne fark eder?” dedi. “9 ya da 10… Seni anlamıyorum. Bir 'alo' demek, meşgulsen 'meşgulüm' demek bu kadar zor olmamalı. Susarak değil, konuşarak yönlendirmeni istiyorum. 'Kal' demenden çok, belki 'git' demeni istiyorum. Kalmaktan o kadar çok yoruldum ki... Ama susmanla gidemiyorum. Sense bana ‘9’ diyorsun. 9 kez aramışım, 10 değil. Ne fark eder?” diye tekrarladı kadın.

Aynı pervasızlıkla cevapladı adam: “Bir eksik. 9, 10’dan bir eksik...”

Telefonu kapattı kadın. Bir kez daha eksilmişti adam.

Telefonunu eline almışken, alınacaklar listesine bir göz attı. Üzerini çizdikleri tamamdı, geriye 8 şey kalmıştı. Hemen 7. kata inip ev eşyalarını tamamlayıp çıkmak istiyordu buradan. Asansöre yöneldi. En nefret ettiği şey, her katta duran asansörlerdi. Neyse ki hiç durmadı derken, 8. katta duran asansörden 7–8 yaşlarında bir çocuk indi. Adamda garip bir his uyandırdı bu çocuk.

Üzerinde durmadı, bir kat daha aşağı indi asansör ve 7. kattaydı adam.

Alması gerekenleri aldı ve çıktı. Hemen sonra evindeydi. Değiştirdiği 6. evdi bu. Bir türlü oturduğu evlerde rahat edememişti. Değişimi de seviyordu ama yorulmuştu artık göçebelikten. Bir düzen istiyordu.

Aceleye getirmenin, yanlış kararlar almasına sebep olabileceğini düşünerek bir hayli araştırmış ve en sonunda 6. katta bir daire almıştı. Geçen sene 7. katta oturmuştu, ondan önce 8. katta... Amma çok ev taşımıştı.

Neyse ki bu ev gerçekten tam istediği gibiydi. İçine çok sinmişti. Eski eşyalarından hiçbirini yeni evine taşımamış olmak, bir an ona eksiliyormuş hissi verse de nasılsa yerine yenilerini koyuyordu. Bu hissi çok önemsememişti. Hem yenilik, insanı canlı tutan bir şeydi. Değişim güzeldi.

Yeni evine iyice yerleşmişti, sadece kitaplığı düzenlemek kalmıştı. Boydan boya, odanın bir köşesinden diğer köşesine uzanan dev, görkemli bir kitaplık... Çok yorulmuştu. Kitaplığı şimdi düzenlemeye kalksa zaten yarım kalacaktı. Yarım bırakmak hiçbir zaman umurunda olmamıştı gerçi adamın da, sadece şu an başlamaya üşenmişti.

Uyudu.

Çalan kapının kendi kapısı olduğunu fark etmemişti. Zil sesi henüz ona yabancıydı. Kapının deliğinden baktı, tanımadığı bir adamdı. Açtı kapıyı. Elinde bir tabak yemek: “Hoş geldiniz,” dedi adam. Öyle tanıştılar.

Sonra içeri geçti ve kitaplarının olduğu kolilere yöneldi adam. Karanlığa alışık değildi kitaplar. Tozlanmamaları için cam bir kaplamanın arkasından bakmaya alışıklardı aydınlığa ama karanlığa değil. Sergilenmek onlar için önemliydi; hak ediyorlardı da bunu.

Kimisi defalarca okunmuş, kimisi yıllardır okunmayı beklemiş yüzlerce öykü, şiir kitabı ve roman...

Sıkıca bantlamıştı kolileri. Bıçak olmadan açamayacağına göre, dün yerleştirmiş olduğu ve hatta akşam yemek yapıp kirletme fırsatı dahi bulduğu mutfağa giderken, kitaplarını türlerine göre mi yoksa yazarlarına göre mi gruplandırıp dizse daha iyi olur? üzerine kafa yordu.

Bıçağı alıp kolileri açtı teker teker.

5 saatini aldı tüm bu işler. Ama artık evde her şey yerli yerindeydi.

Yorulmuştu ve yarın erken kalkmak zorundaydı.

Zil çaldı yine. 4 kişi vardı kapıda. Kapıyı açtı adam. Arkadaşları olmalıydı kapıdakiler. Yeni eve hayırlı olsuna gelmişlerdi. Çarpa çarpa içeri girdiler. Uyumak istiyordu ama yok diyemedi. Her zaman böyleydi. Yok diyemezdi.

Kapı çaldı yine. Bu kez tanımadığı 3 kişi. Arkadaşlarının çağırmış olduğu 3 arkadaşı daha gelmişti. Evi yeni temizlemişti. İçinde duyduğu hoşnutsuzluk yüzüne yansıyor muydu acaba ki? Aynaya bakmak için banyoya yöneldi.

Banyoda biri vardı.

Vazgeçti. Sakinleşmeye çalıştı. Biraz içki içip sakinleşebilirdi belki. Bütün gün yemek yememiş olduğunu, 3. kadeh viskiyle çarpıldığında anımsadı.

Bu kadar çabuk etkenmezdi yoksa... 3 kadehle çarpılacak bir adam değilim ben, diyerek güldü kendi kendine. Ne çok çarpıldığını hatırladı. Hayatının “etkisiz elemanı”ymış gibi yaşıyordu çoğu zaman. Sanki hayatı kendi kontrolü dışındaydı. Kim çarpsa, ona çarpılarak geçirdi yıllarını.

Saat 2’ye geliyordu. Yarın nöbete gitmek üzere uyanması gerekiyordu ama arkadaşlarına kibarca gitmeleri gerektiğini söyleyemiyordu. Öyle programlamıştı kendisini, hayatının etkisiz elemanı gibi.

Saat 2'den dakika dakika uzaklaşırken, “Geç oldu,” dedi aralarından biri.

Sonunda, dedi adam içinden. Kapıyı arkalarından kapatıp, dişini bile fırçalamadan uyudu. Nasılsa alarmı kurmuştu. Saatler dakikaları, dakikalar saniyeleri… Her biri birbirini kovaladı ve alarm çaldı.

Erteleme lüksü yoktu alarmın, çünkü daha tıraş olacaktı. Esneyerek banyonun lambasını yaktı. Henüz aydınlanmamıştı ortalık. Banyoya girmeden kombinin sıcak su ayarını yükseltmeliydi. Havalar çok soğumuştu. Hasta olmamalıydı adam.

Dolabından tıraş makinesini çıkarıp aynaya baktı. Baktı ve kendisine çarpıldı adam. Tekti, birdi, sadece kendisiydi ama… Aynadaki yüz o kadar yabancıydı ki ona. Gerçekle yüzleşmek hoşuna gitmedi. Bir şeylerin eksildiğinin farkındaydı ama...

Bunu kendisi mi seçmişti?

Başlangıçta eğlenceli bulmuştu. 4’le 4, 3’le 3 oluyordu. Renk katıyordu bu adamın hayatına. Fark ettiği şey, ayna karşısında, koca bir teklik... Bir yalnızlıktan öte bir “1”likti adamın gördüğü.

Ona keyif veren bu oyun, yok olmasının sebebi olacaktı.

Belirli bir düzenle azalıyordu adam: 4, 3, 2… Ve bu sabah yüzleştiği kendisi.

Çok açıktı her şey.

Dün akşam, evin alışverişini tamamlamak için gittiği AVM’nin 12. katındaki karanlıkta hissettiği o garip korkuyu duydu adam. Sonra 11. kata inip, kahve kokusuyla baştan çıkan yorgunluğuyla birlikte kaybolan korkusunu anımsadı.

“10 kez aradım” diyen sevgilisine, “9 arama var telefonumda” dediği o an geldi aklına... 8. katta bir çocuk inmişti asansörden... Garip bir ürperti duydu adam. O inen çocukluğuydu adamın. Evet, eksilmeye orada başlamıştı.

AVM’nin 7. katında alışverişini tamamlayıp, 6. kattaki evine gitmişti.

Her şey oldukça netti. Durmadan eksiliyordu adam.

Tıraş oldu, üzerini giyindi ve tam çıkacakken kapı çaldı.

Yüzündeki telaşı yansıtmak istemediği... sevdiği kadındı kapıdaki. Beyaz teni, uzun boyuyla, çarptığı insanları sıfırlayacak güçteydi kadın. Sadece “kadın” olması bile yeterli bir güçtü bir erkeği sıfırlamak için.

Kötü bir şey değildi “sıfır” olmak. Sadece çarpmada yutan elemandı sıfır.

Ve korkuyordu adam. Korkuyordu yok olmaktan.

Cesaretle çarpıyı çekti aradan. El ele tutuşup asansöre bindiler. Asansörün aynasına yapıştırılmış bir kâğıt gözüne ilişti adamın: “Büyük İkramiye Çekilişi İçin Son 10!” yazıyordu.

Gülümsedi adam.

Adam ve kadın, 1 ve sıfır değillerdi artık. Hem adam da sıfırlanmamıştı. Çünkü çarpı kalkmıştı aralarından. On oldular. Yüz oldular da, bin olacaklardı da...

Uyandım uykumdan, diyerek bitirdi rüyasını yazmayı.

Oturup kendisini yazmaktan daha az saçmaydı bir rüyayı yazmak.

Yarınki randevu saatine kadar rahattı artık adam. Nasılsa ödevini yapmıştı. Hayatını yazmamıştı belki ama elinde bir şeyler karaladığı bir kâğıtla girecekti psikiyatristin odasına.

Dev ekranlı LCD’sinin başına geçip güzel bir film izlemeyi hak etmişti. Başlıyordu film...

Çocuk gibi el çırptı adam heyecanla. Resmen artık bir yazar bile sayılabilirdi. Yazdığı metne bakıp bakıp kendiyle gurur duyuyordu. Ne kadar komik göründüğünün elbette farkında değildi. Psikiyatristinin okuyunca kendisine duyacağı hayranlığı düşünüp, bıyık altından gülüyordu.

İç sesinin susma zamanı gelmişti. Film başlıyordu.

Kocaman harflerle yazıyordu ekranda: “Ineffective Element of His Life”

İç ses sustu. Film başladı.

Yorumlar

Başa Dön