"Yeni başlangıçlar, umutla örülür; karanlık ne kadar yoğun olsa da, her şafak kendi ışığını getirir."

Öykü İçinde Öykü

...

yazı resimYZ

Büyük zorluklarla bir yerlere gelmeye çalışan, kimilerinden onlarca adım geriden hayata başlayan, bu haksız doğuma ya da sisteme isyan eden bana kızmayın; izin verin, anlatayım. Tek bir doğruyu, tek bir gerçeği aramıyorum; aslını sorarsanız ne aradığımı da bilmiyorum. Dengeyi istiyorum sadece.

İnsanın bir yanı kendiyle gurur duyarken, diğer yanı onun kadar güçlü duygularla aşağılar mı kendini? Karışık, karmakarışık hissederken kendimi; bir yanım çözülemezse yaşayamayacak bir problem gibi bakıyor bana, diğer yanım ise “Basitsin.” diyor, “Herkes gibisin, aynısın onlarla.”

Düşüncelerim uyutmuyor beni geceleri. Yazmak istiyorum, yazıyorum da... Evet, zevk alıyorum bundan. Ama o diğer ses susmuyor: “Yazamazsın, ne anlarsın ki yazmaktan?” Ben de kurduğum basit cümlelerle haklı çıkarıyorum onu, bırakıyorum kalemi, yazmamalıyım artık diyorum. Dayanamıyorum. Yeniden yazıyorum, çünkü biliyorum; yazmazsam, çözülmezsem, duyuramazsam çığlığımı, yavaş yavaş yok olacağım.

Aklımdan yine bir sürü soru geçiyor. Durduramıyorum onları, söz geçiremiyorum kendime. “Düşünme.” diyorum, “Düşünme, düşünme!” Ama o ses, beni bilen, beni hep küçümseyen o ses, “Basitsin.” diyor, “Tüm bu çaban anlamsız. Yaşadığın çevrede kim düşünüyor ki bu kadar? Senin kaygın da yaşamak olmalı, sıkıntı çekmeden, kimseye gerek duymadan, tıpkı annen gibi, herkes gibi.”

Susturuyorum onu. Dalıyorum düşüncelere. Hayatımızdaki neler, ne kadar kontrolümüz altında? Tercihlerimizi yapan bizler miyiz yoksa geçmişimiz mi? Ya da her şeyi yöneten, bizden bile bağımsız ama bize ait olan, beyin denen sinaps ve nörotransmitter yığını mı? Peki ya irade? Ne kadar bağımsız olabilir ki limbik sistemden, hipokampüsten, yani beyinden?

Bilmiyorum.

İnsanı sevmiyorum; çünkü insan, bencil, nefret etme potansiyeli yüksek, zarar vermeye yatkın bir varlık. Uzak olmak istiyorum, çok uzak. Ama yapamıyorum. Kendi yapaylıklarına, sahte gülüşlerine beni de dahil etmelerini istemiyorum. Yalnızlığı güçsüzlük olarak gördüklerinden bir arada duran üç-beş kişiden biri olmak istemiyorum. Ama kendini diğerlerinden soyutlamış bir “çirkin ördek yavrusu” gibi de hissetmek istemiyorum.

Aslında biliyor musunuz? Kendi attığım adımlardan emin olduğum sürece hiçbir şeyi önemsemiyorum. Bu yüzden mutluydum önceleri. Kendimden, doğrularımdan o kadar çok emindim ki... Şimdi ise budalalık gibi geliyor emin olmak. Herkes, her şey süratle değişirken herhangi bir şey hakkında kesin konuşmak...

Doğrularımı, değer yargılarımı yitirdiğim için mutsuzum. Başlarken o kadar anlamlı bulduğum yazım, gittikçe anlamını kaybediyor. O sesi işitiyorum yeniden. Gerçek dünyaya dönmemi, ayaklarımın yere basmasını söylüyor. Günlerimi anlamsızca yazarak geçirdiğimi, bunun yerine sınavlarıma çalışmam gerektiğini hatırlatıyor. Benden bir şeyler bekleyenleri ve beklentilerini hatırlıyorum.

Birden aklıma küçük bir kızın hikâyesi geliyor: Çok eskiden tanıdığım, hep mutsuz bir küçük kız vardı. Çok çabalıyordu kendini bulmak için. Zorlanıyordu, kolay olmayacağını biliyordu ama alışıktı zorluklara. Bunun da üstesinden gelecekti. Hiç fırsatı olmamıştı ki “biri” olmak için.

Hatırlıyordu küçük kız. Babasının iflasıyla başlamıştı kötü günler. Sıradan bir çocuk olmadığını söylemişti köydeki öğretmeni. Merkezde iyi bir okula gitmeliydi. Babası kız çocuklarının okumasını gereksiz buluyordu, ama annesinin desteğiyle öğretmeni ikna edebilmişti. Başlamıştı küçük kızın hiç bitmeyen okul serüveni.

Çalışmak zorundaydı. Başarılı olmak, para kazanmak, annesini mutsuz hayatından kurtarmak zorundaydı. Kötü bir çocukluk geçirmişti: Anne baba kavgaları, eve gelen hacizler, cam kırıkları... Babaya duyulan öfke ve annelerine zarar verirse sanki bir şey yapabilecekmiş gibi, kız kardeşiyle tuttukları kapı nöbetleri...

Bütün bu yaşananlar arasında, küçük kız ders çalışırdı. Annenin yüzü kara çıkmamalıydı. O kadar emek boşa gitmemeliydi.

Anılar akıyordu zihninde. Bayramlarda devletin dağıttığı ayakkabılar, beyaz zarfta verilen bayram harçlıkları, devlet yatılılık bursları... O sadece çalışmıştı. Ne hayatı tanımıştı, ne insanları.

Şimdi tebessüm ederek hatırlıyordu o acı anıları. Ama yazmak istemiyordu. Çünkü biliyordu; sözcükler o anıları basitleştirecekti. Zaten insanlar anlayamazdı. Çünkü insanlar arasında uçurumlar vardı.

Kızın “biri” olma çabası... Hem oldu, hem olamadı. Belki de olamayacağını kabullenmeliydi. Okuyarak eksiklerini kapatmaya çalışmamalıydı. Yirmi yaşına dek edinilmemiş bir alışkanlığı edinmek için daha fazla çaba harcamamalıydı. Sadece yaşamalıydı, sıkıntı çekmeden, kimseye gereksinim duymadan, tıpkı... Bilmiyorum.

Bir kapı çarpmasıyla kendi gerçeğime döndüm. Hiçbir yere ait hissetmemenin ağırlığıyla yurt odasının penceresinden dışarıya başımı uzattım. Buz gibi havayı hissettim tüm tenimde. Ölümü hissettim. Huzur buldum.

Acı aşırıya kaçtığında, ayakta kalabilmek için biraz ölmek gerekiyordu belki de.

(Şimdi olsam, beş yıl sonra yani, bu öyküyü şöyle sonlandırırdım: Kızın “biri” olma çabası diyordum değil mi? Evet, biri oldu. Herkes gibi biri mi, sadece biri mi, çok farklı biri mi? Bilinmez. Ama biliyor ki artık: Hepimiz, herkes kadar aynı, herkes kadar farklıyız. Ve o da hepimizden biri oldu. Bir şeyleri edinmek ya da öğrenmek için hiçbir zaman geç olmadığını anladı. Okudukça bilginin sonsuzluğunu gördü. Ve ne kadar çok okusa da her daim “ham” kalacağını fark etti. Kendi gerçeğiyle barışık, mutlu biri o artık. Ve yazarken fark etti: Senelerdir onu küçümseyen, “Yazmak sana göre değil.” diyen o sesi artık duymuyordu.

Yorumlar

Başa Dön