..E-posta: Þifre:
ÝzEdebiyat'a Üye Ol
Sýkça Sorulanlar
Þifrenizi mi unuttunuz?..
Þiir, duygularýn dilidir. -W. Winter
þiir
öykü
roman
deneme
eleþtiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katýlýmý
Yazar Kütüphaneleri



Þu Anda Ne Yazýyorsunuz?
Ýnternet ve Yazarlýk
Yazarlýk Kaynaklarý
Yazma Süreci
Ýlk Roman
Kitap Yayýnlatmak
Yeni Bir Dünya Düþlemek
Niçin Yazýyorum?
Yazarlar Hakkýnda Her Þey
Ben Bir Yazarým!
Þu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm baþlýklar  


 


 

 




Arama Motoru

ÝzEdebiyat > Roman > Parça > Anýl Gökpek




25 Eylül 2003
Kim Kiminle Nerede Ne Zaman  
Anýl Gökpek
...Bir konu bitmiþken ve bir diðerine balýklama dalmak garip görülebilecekken oluþan o boþluk ve sessizlik anýndan nefret ediyorum. Kasetinizin 1. ve 2. yüzlerinin süreleri birbirinden farklý olabilir. Kasetinizin arka yüzüne geçmeden bandý sonuna kadar s


:ADHCC:

 


            Yan odadan gelen gürültüler, týpký siz bir þeyler okumaya ya da yazmaya çabalarken yanýnýzda bulunan bir ikinci kiþinin -elindeki çekirdeklerin yardýmýyla- ýsrarlý bir biçimde ilkel bir müzik türünü icra etmeye çalýþmasý gibiydi. Çýt, çýtýr, çýt. Kýsacasý sinir bozucu.
            Burada üç kiþiyiz. Baba, oðul ve kutsal ruh. Ben, Fatoþ ve kutsal Leyla. Konuþuyoruz. Nelerden mi? “Bugün Cuma mý?” Ýþte bunlardan. “Hayýr, Çarþamba.” “Çarþamba olduðuna emin misin?” Leyla çoðu zaman sabit fikirlidir. “Aklýmda Cuma gibi kalmýþ da.” (2 OCAK 1924: Cuma günü resmi tatil günü kabul edildi.)
            Yan odada bir süredir dönüp duran –ancak bir türlü bir yere varamayan- sohbetten pek  verim alamayýp buraya geçtik; nasýl olsa herkes ayrý telden çalýyordu. Verim alamadýk diyorum ya az da konuþmadýk aslýnda. Dilim damaðýma yapýþtý. “Boðazým kurudu yahu, çay mý demlesek?” (22 EYLÜL 1985: Anadolu ve Trakya’da kuraklýktan kuyular kurudu. Barajlarda su seviyesi %44 oranýnda düþtü. Türkiye genelinde son 13 yýlýn en kurak dönemi yaþandý.)
            Teklifim kabul gördükten sonra hýzla mutfaða yöneliyorum. Mutfakta Kaan’la karþýlaþýyorum. Kaan bu gece iþgal ettiðimiz evin sahibi. “Ne oldu Kaan, sen de çay mý demleyeceksin yoksa?” “Yok... Çay deðil de... Gidip gelip þu bulaþýða takýlýyorum ben.” “Yýkarýz yahu, rahat olsun için.” Evinde bugüne dek hep kalabalýk gruplarý aðýrlamýþ olan ev sahibimizin gözlerinde artýk bu toplantýlarýn verdiði yorgunluk rahatlýkla okunuyordu. Ýstemsizce oluþan ve yýllardýr bir türlü engellenemeyen gürültüyü saymazsak bizden -bu evi dolduran kalabalýktan- asla þikayetçi olmaz, sadece karýþýk iþleri rahatlýkla göðüsleyebilecek ya da bu tip karýþýklýklarý umursamayacak yaþta deðil artýk. Aðzýndan çýkanlar da bunu kanýtlýyor zaten.
 “Gözümde büyüyor Can, ruhum sýkýlýyor. Bu sýralar böyle daðýnýklýklar, karýþýk iþler beni inanýlmaz boðmaya baþladý, nedendir bilemiyorum... Leyla’ya mý yýkatsak acaba þu bulaþýðý?” Tüm sýkýntýlarýna raðmen neþesini yitirmediði de bir gerçek tabii. “Leyla’nýn elini sýcak sudan soðuk suya sokturmam ben.” “Eh, nasýl gidiyor peki?” “Fatoþ birkaç dakika izin verse belki ama Leyla’nýn peþini býraktýðý yok yahu. Bir insanýn tek derdi dedikodu olur mu?” “Sen de Leyla’nýn yanýnda kalabilmek için Fatoþ’a katlanýyorsun desene.” “Aynen öyle. Ama katlana katlana ufaldým, küçücük kaldým. Neyse, boþ ver þimdi Fatoþ’u. Senden ne haber?” “Ben artýk bu iþlerden elimi ayaðýmý çekip kendimi yalnýzlýðýn kitabýný yazmaya adayacaðým.” (17 MART 1985: Uluslararasý Yazarlar Kulübü PEN’in baþkaný Arthur Miller ve Harold Pinter Ýstanbul’a geldi.) “Ben de okumak isterim, yazýnca bir kopya da bana ver.” “Sen okuduklarýný elinden býrakma þimdilik, benim yazmam biraz zaman alýr. Ne okuyorsun bu aralar?” Bu soruyu cevaplamak benim için bazen gerçekten zor olabiliyor. “Almanak.” Ýnanmayacaðýna eminim. “Ya býrak þimdi dalga geçmeyi, ciddi soruyorum.” Dememiþ miydim? “Ben de ciddiyim yahu. Almanak okuyorum.” “Sana iyi okumalar dilerim o halde. Yalnýz bir þeyi merak ediyorum; okuyacak baþka bir þey bulamadýn mý?” “Öyle deme, senin yazacaðýn kitap da dahil olmak üzere her kitap okunmayý hak eder.” “Beni þevklendirdiðin için ne kadar teþekkür etsem azdýr. Sana minnettarým.” “Lafý mý olur yahu?”
Bu eðlenceli sohbetin ardýndan -demlenen çayý da alarak- acilen odaya dönüyorum. Aklým orada çünkü. “Artýk neler olduðunu anlat, yoksa meraktan çatlayacaðým.” ‘Çatlayacaðým’ dediðine bakmayýn, çünkü þu an elindeki cep telefonu ile meþgul. Tanrým. Seni gidi çok yönlü mutfak robotu “Dur, dur. Biraz bekle, Buket’e þu mesajý atayým da öyle baþlarýz. Unuttum sanma.” (13 TEMMUZ 1953: PTT Ýþletmesi Genel Müdürlüðü Kanunu kabul edildi.) Sanmýyorum. Unutacaðýný sanmýyorum. Fatoþ’un telefonun tuþlarý üzerinde gezinen parmaklarý. Ojeli. Ojeyle telefonun rengi uyumlu. Telefon antensiz. Fatoþ da öyle. Ne diyorum ben? “Hay Allah, ‘mesaj gönderilemedi’ diyor. Hatlarda bir þey mi var acaba?” (11 EYLÜL 1985: Ýstanbul Boðazý’ndan geçen Bulgar bandýralý bir gemi, Boðaz’da döþeli telefon kablolarýndan 5 ana hattý kopararak 1 milyarlýk zarara yol açtý.) Bilmem? Hemen baktýrayým. “Tamam, tamam gönderildi.” Ah, teþekküre gerek yok. Borcunuz 1 Milyar TL. “Ýyi bari.” “Evet artýk anlatmaya baþlayabilirsin.” Fatoþ’un dedikodu meraký bazen insaný cinayet iþleyecek hale getirebiliyor. (23 KASIM 1910: Amerika’da karýsýný zehirleyerek öldüren Hawley Harvey Crippen idam edildi.) Hele suratýndaki o tuhaf ifade yok mu, beni deli ediyor. (30 ARALIK 1911: Leonardo Da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa, Paris’teki Louvre Müzesi’nden çalýndý.)
            “Kýzým dedikodu yapmaya mý geldik buraya yahu? Bir þey dedim, piþman ettin. Tamam anlatýrým bir ara. Ne anlýyorsun ki milletin dedikodusunu yapmaktan? Hep ayný muhabbet iþte: O þöyle yapýyormuþ, bu böyle yapýyormuþ. Muþ, muþ da muþ, muþ. (2 HAZÝRAN 1929: Muþ ili kuruldu.) Býrak caným. Ýki çift laf edelim, çayýmýzý içelim.” Þimdilik susuyor ve kabulleniyor. Ancak gelecek nelere gebedir, kim bilir? Fatoþ çaylarýmýzý dolduruyor, sað olsun þekerleri bile atacak. “Kaç þeker atayým Can?” “Üç tane.” (5 MAYIS 1972: Ýsmet Ýnönü, birer saat arayla üç ‘kalp spazmý’ geçirdi.) “Ne? Üç çok deðil mi? (6 MAYIS 1972: Deniz Gezmiþ, Yusuf Aslan, Hüseyin Ýnan hakkýnda verilen idam cezalarý yerine getirildi.) Ölürsün vallahi!” “Ancak tadýný alabiliyorum yahu, at sen üç tane.” Çay güzel içecek, sigara da onun ekürisi. Fatoþ da yakmýþ bir tane. Leyla tiryakisi deðil, arada bir içer, ama içine çekmez. “Al, sen de yak bir sigara.” “Yok, sað ol.” (18 ÞUBAT 1947: Türk Kanser Araþtýrma ve Savaþ Kurumu kuruldu.) Birden yüreðime bir sýkýntý düþtü. “Yak iþte sen de bir tane yahu, çayla iyi gider.” (29 MAYIS 1947: Ýlk parti Rize çayý –30 ton- ihraç edildi.) Yok.
Pek suskun bu akþam. Fatoþ’tan mý acaba? Yok, yok. Baþka. Ne yapmalý? Çaydanlýðýn altýndaki gazeteyi karalamaya baþladýðýna göre aklýnda bir þeyler var. (6 NÝSAN 1920: Ankara’da Anadolu Ajansý kuruldu.) “Leyla, bir þey soracaðým, sen bilirsin belki. Aklýma takýldý da...” “Sor bakalým neymiþ.” “Gülme ama, cidden merak ediyorum.” Hafiften gülümsemeye baþladý bile. Hasta tepki vermeye baþladý doktor. Kule’den Leyla’ya. Ýnmene yardýmcý olacaðýz. Dediklerimi aynen yerine getirmelisin. Þimdi sana vereceðimiz talimatlarý dinle. “Dinliyorum, sor bakalým.” “Yahu, þu Çin Gribi dedikleri þey nasýl bir hastalýk ola ki? Yani Çinliler ile bir alakasý mý var? Yoksa bu virüs aziz dostumuz Mert gibi türünün kýsa bir örneði olduðu için doktorlarýn alaylarýna mý maruz kalmýþ?” Güldü iþte. Oðlumuz konuþtu. Bey. Ah! Fatoþ da gülüyor, boþa mý kürek çekiyorum yoksa? “Bilmiyorum ki. Herhalde Çin’le bir alakasý var ki adamlar Çin Gribi demiþler.” (10 ARALIK 1918: Ýspanyol Nezlesi Ýstanbul’u kýrýp geçirdi, okullar tatil edildi.)
Þimdi basit bir soru ile sohbeti daha sýcak bir hale getirmeli, ama nasýl? Saçma sapan bir soru sorup sonra da piþman olacaðýmdan kesinlikle eminim. Lütfen beni engelleyin. ”Ankara’da evde mi kalýyorsun, yurtta mý?” Tahminimden daha berbat bir soru oldu bu. “Ben?” Bu ne demek yahu? Tabii ki sen. “...Evdeyim ben. Zaten yurtta kalýnmaz caným. Bir bina dolusu kýz, katlanýlacak gibi deðil. “Kýzlara haksýzlýk etmiyor musun biraz?” Ey feminizm! Geldiysen üç kere vur! (19 KASIM 1972: Türkiye Ulusal Kadýnlar Partisi kuruldu.) “Yok caným. Erkekler nasýlsa kýzlar da öyle iþte.” Caným? Can’ým? Komiserim, köprüdeki genç ‘Sevdiðim kýzý getirin, yoksa kendimi atarým’ diyor. Ne yapalým? “Ne yapalým, doðanýn kanunu bu.”
            Leyla Bursa’lý. Ankara’da okuyor. Psikoloji. Fatoþ üç senedir hazýrlanýyor. Halen boþta. Ben... “Sen neredeydin? Mersin’de mi?” “Adana’da. Yani aslýnda ne Adana ne de Mersin. Ýkisinin tam orta yerinde, Tarsus’un bir kasabasýnda. Yenice.” “Bir dakika, çok karýþýk oldu bu.” Fatoþ’u unutmuþuz. “Ben anlayamadým tam olarak. Kafam karýþtý.” “Anlaþýlmayacak bir kýsmý yok yahu. Gayet basit.” (16 ARALIK 1915: Albert Einstein ‘Ýzafiyet Teorisi’ni açýkladý.) “Sen þimdi tam olarak Mersin’de misin, Adana’da mý?” (13 KASIM 1966: Ankara’da düzenlenen ‘Amerika’yý Protesto’ mitinginden bir gün sonra Adana’da halk Amerikan binalarýný tahrip etti.) “Okul Mersin sýnýrlarýnda. Ama merkezin dýþýnda, Adana’ya daha yakýn. Yenice adýnda bir kasabada.” “Anladým.” Çok duygulandým.  “O taraflar nasýl? Mersin, Adana falan? Güzel mi?” “Mersin çok güzel, ben çabuk alýþtým. Ýzmir’i andýrýyor, deniz havasý, sokaklarý, çay bahçeleri... Ama Adana apayrý bir yer.” (6 EYLÜL 1985: Adana’da yolcu minibüsü uçuruma yuvarlandý. 16 yolcu parçalanarak can verdi.) “Ne açýdan?” “Ýnsanlarý, trafiði, þehir yapýsý, kültürü... Her türden insan var, karmakarýþýk bir þehir. Hayran olunacak yanlarý da var, tiksinilecek yanlarý da... Ve inanýlmaz bir müzik potansiyeli...” Saðýnýzda ise 18. yüzyýldan kalma, Fransýz Mimarisi’nin klasik çizgilerini taþýyan bir Katedral var. “Havasý nasýl? Sýcak, deðil mi?” “Ýnanýlmaz sýcak. Bazen Ankara’nýn soðuðunu düþünüp rahatlamaya çalýþýyorum.” “Aman caným, Ankara’nýn soðuðu da öyle böyle deðil. Kutup havasý...” (20 ÞUBAT 1985: Son 55 yýlýn soðukluk rekoru kýrýldý. Isý Sivas’ta –55, Aðrý’da –18, Antalya’da –4 dereceye kadar düþtü.) “Olsun yahu, sýcaktan erimektense soðuktan donmayý yeðlerim.” “Yok caným, Ýzmir’den, Adana’dan sonra Ankara’nýn soðuðuna dayanamazsýn.” (23 ÞUBAT 1985: Soðuktan 11 kiþi donarak öldü.) Yok, yok bu kýz bazen gerçekten sabit fikirli oluyor. Ben de neden inatlaþýyorsam? “Ne yakýyorsunuz ýsýnmak için?” Türkü yakýyoruz. He he. “Kömür.” “Kömür tehlikeli deðil mi yahu? Zehirlenirsiniz vallahi.” “Yok caným, ne tehlikesi? Bir þey olmaz.” (23 EKÝM 1972: Zonguldak-Kozlu Ýncirharmaný ve Çaydamar kömür ocaklarýnda grizu patladý. 20 iþçi öldü, 76 iþçi yaralandý.) “Bilmiyorum, tabii nasýl kullandýðýnýza baðlý. Tamam, Ankara’da elektrik sobasý, katalitik falan fayda etmez, ama ben yine de kömür tehlikelidir derim.” (21 EKÝM 1966: Galler’de Glamorgan yöresi Aberfan kasabasýnda dev bir kömür yýðýnýnýn heyelan sonucu birkaç kulübeyi, bir okulu ve çiftliði altýna almasý sonucu, 116’sý çocuk olmak üzere 124 kiþi öldü.) “Dikkat ediyoruz caným. Dikkatli kullanýnca bir tehlikesi yok.” “Doðrudur.” Fatoþ da sýkýldý, konunun dýþýnda kaldý ya. “Sen de bu sene kazanýrsýn umarým. Ama öðrenci olmak, hele ki Türkiye’de öðrenci olmak çok zor!” (8 MART 1968: Bolvadin yakýnlarýnda bir otobüs uçuruma yuvarlandý. Çoðu öðrenci 22 yolcu can verdi.) “Doðru.” “Niye ki? Yani nesi zormuþ? Anlatýn bakalým.” “Yani evden uzakta okuyorsan otobüs, tren derken yollarda ömrünü çürütüyorsun, paran olmuyor aç geziniyorsun, okuldan sonra bir iþ bulabilecek misin bilemiyorsun... Ne bileyim iþte bir sürü zorluðu var.” “Hele bir de kýzsan ve evinden uzakta okuyorsan tam yanýyorsun.” “Bence büyütüyorsunuz arkadaþlar. Hepi-topu 4-5 sene. Geçer gider, deðil mi?” “Öyle ama bu ülkede öðrenci olmanýn  gerçekten kimi  zorluklarý var.” “Aman caným ölüm yok ya ucunda.” (16 MART 1978: Ýstanbul Üniversitesi’nden çýkmakta olan yüze yakýn öðrencinin üzerine ülkücüler bomba attý. 6 öðrenci öldü, 47 kiþi ise yaralandý.) Leyla’yý suçluyordum ya, þimdi kafama takýldý: Acaba kýzlarýn hepsi mi sabit fikirli oluyor?
            Ben üniversite sohbetinden Fatoþ’un sýkýldýðýný sanýyordum ki konuyu deðiþtiren Leyla oldu. “Sen Ankara’ya ne zaman geldin... yani gittin?” Mekandan kýsa süreli soyutlanma. Akçay’da mýydýk, Ankara’da mý? (29 EKÝM 1937: Ankara Ýstasyonu yeni gar binasý hizmete açýldý.) “Ben her sene 3-4 sefer giderim Ankara’ya; arkadaþlarým var, onlarý ziyaret ederim.” Seni görmeye de geleceðim desene. “Adana-Ankara arasý kaç saat?” Sen de Adana’ya geleceksin galiba? Ne kadar sevindim bilemezsin. “Trenle mi otobüsle mi?” (16 OCAK 1902: Abdülhamit Baðdat demiryolu yapým imtiyazýný Almanya’ya verdi. Tren hattý Konya’dan Baðdat’a kadar uzatýlacak.) “Otobüsle ne kadar sürüyor mesela?” “6-7 saat kadar sürer herhalde. Ben otobüsle bir kez gittim, normalde trenle gidip gelirim.” “Ay, trene binilir mi hiç otobüs varken?” “Öyle deme caným, trenlerin birçoðu gayet lüks artýk. Öyle eskisi gibi deðil yani.” “Tabii yahu, hem otobüsten daha rahat, daha güvenli.” (1 MART 1950: Karayollarý Genel Müdürlüðü kuruldu.) “Tamam da çok yavaþ.” “Olsun yahu, canýn mý deðerli zamanýn mý? Hem nedir yani, çok mu meþgulsün sanki?” “Evet, aslýnda...” “Düþün bakalým: Dizlerini sýðdýrmakta zorlandýðýn bir koltukta, ancak bir sonraki mola yerinde tuvalete gidebileceðin ana dek kývranmak, sigara krizlerine girmek, su istediðinde uyanan host ya da hostes tarafýndan kötü muameleye maruz kalmak mýdýr sence rahatlýk? Yoksa yol alýrken geniþ koltuklarda yayýlmayý, dilediðinde tuvalete, gezinmeye, sigara içmeye, hatta restorana gidebilmeyi mi rahatlýktan sayarsýn?” “Trenlerde restoran da mý var?” “Trenini seçmeyi bilirsen evet. Aslýnda karayolu araçlarý hariç hemen tüm araçlarda yemek bulunur.” (1 MAYIS 1927: Dünyada ilk kez olarak, Imperial Airways’in Londra-Paris seferini yapan uçaklarýnda sýcak yemek servisi baþlatýldý.) “Peki siz ev yemeði yapabiliyor musunuz? Yoksa makarna, patates falan mý?” Nasýl yani? Konudan konuya atlýyoruz, hala bir þey konuþamadýk. Ben topu Leyla’ya atayým da... “Bayanlar önden.” “Ya biz genelde hazýr bir þeyler alýyoruz. Paramýz olunca da dýþarýda yiyoruz. Çok nadiren ev yemeði yaparým, pek de beceremem zaten. Elimden geldiði kadarýyla iþte, pilav, çorba falan.” “Can, sen?” Sorduðu boþ sorularý unutmuyor da. Ne yapalým, cevaplayacaðýz, elimiz mahkum. “Ben yemek yapmaktan zevk aldýðým için, zor gelmedikçe yaparým. Ýzmir köfte, musakka falan gelir elimden. Üþenince de tost yaparým ya da kebapçýya giderim. Adana ucuz memleket, para falan da sorun olmuyor çoðu zaman.” “Bize de bir gün izmir köfte yapsana.” (9 EYLÜL 1933: Ýzmir Fuarý’nýn baþlangýcý olan 9 Eylül Panayýrý açýldý.) “Yaparým tabii, siz organizasyonu yapýn yeter.” Þimdiki gösterimizde de yardýmcýmý yirmi yedi parçaya ayýrýp kýzarttýktan sonra tekrar eski haline getireceðim. Bakýn, bakýn. Geldi bile. Ne etkileyici deðil mi?
            “Geçen hafta yapýlan güzellik yarýþmasýný izlediniz mi?” Fatoþ’un özelliðidir, mevcut sohbetten sýkýldýðýnda ya da bünyesi yeterli miktarda dedikodu alamadýðýnda konuyu bilinçsizce ve otomatik bir biçimde magazine yöneltir. Hoþ deðil tabii. “Hayýr, pek sevmem ben.” Bir psikoloji öðrencisi olan Leyla bu tip yarýþmalarýn da psikolojisini çözmüþ olacak ki pek soðuk bir biçimde ortaya koydu fikrini. “Ama nefisti biliyor musun?” “Ben de pek hoþlanmýyorum güzellik yarýþmalarýndan. Küstahlýk diye düþünmezsen de bir þey söyleyeceðim.” “Söyle, söyle. Küstahlýk yaptýðýný düþünmem, meraklanma.” “Bence insanýn güzeli çirkini olmaz! Bakmayý bilirsen bence herkes güzeldir.” (1 AÐUSTOS 1932: Türkiye güzeli Keriman Halis -Ece- dünya güzeli seçildi.) TRT’nin eðitim filmlerindeki ‘Bay Doðru’lar gibi konuþtum, farkýndayým. Ama Fatoþ’un da buna ihtiyacý olduðu açýk. “Yok, yok, son seçilen kýz gerçekten çok güzeldi. Çok tatlýydý, çok.” Tanrý bana yardýmcý olsun. “Aslýnda bu senin beðenin deðil, farkýndasýn deðil mi? Bu yaþadýðýn dönemin beðenisi.” “Hayýr caným! Niye benim beðenim olmayacakmýþ ki? Beðendim iþte.” Evet, kesin kararýmý verdim, þimdi bu kararýmý sizin de huzurlarýnýzda tüm insanlýða açýklýyorum: Bütün kýzlar sabit fikirlidir. “Yahu sen demek istediðimi anlamadýn ki! Dönemin beðenisi derken... Yani önüne yüzlerce ayný tip örnek sunuyorlar dönem dönem, sen de onlara uyaný güzel bulup beðeniyorsun.” “Niye caným, neyi beðenip neyi beðenmeyeceðime karar veremeyecek kadar salak mýyým ben?” “Hayýr yahu, bu zekayla ilgili deðil ki! Zamanýn ruhu desek? 30’larda tombul kýzlar beðenilirmiþ, 70’lerde çok zayýf kýzlar, bugünlerde bebek suratlýlar moda. Eski Türkiye güzellerine bak. Bugün olsa bir tanesini beðenir miydin? Hem sorarým sana; bir þey güzelse, örneðin bir saç modeli gerçekten güzelse neden kadýnlar saçlarýný 2-3 senede bir tümüyle deðiþtirirler?” Sanýrým azgýn boðayý dizginlemeyi baþardým. 
            “Moda deðiþir de ondan.” Beyaz bir sayfa açýp her þeye en baþtan baþlamak istiyorum. “Bak. Ayný þeyi söylüyoruz ama sen yine de kabullenmiyorsun. Moda ne demek? Moda kýsaca ‘Biz 2 sene evvel þunu piyasaya sürmüþtük ama þimdi görüyoruz ki aynýsýndan hepinizde var. Sýkýldýk yani. O yüzden bu sene bunu çýkarýyoruz. Bakýn ne deðiþik, deðil mi? Hem hiçbirinizde de bunlardan yok.’ demek.” “Laf kalabalýðý yapýyorsun.” “Hayýr efendim, güzelce örneklemeye çalýþýyorum. Güzellik gelip geçicidir, kalýcý olan kýsmý ise görebilene. Hem doðada seçici olan kadýndýr, ‘kadýný seçmek’ doðanýn kanunlarýna aykýrý deðil mi? (8 ÞUBAT 1935: Türkiye’de kadýnlarýn ilk kez oy kullanýp aday olduklarý milletvekili seçimleri yapýldý ve TBMM’ye 17 kadýn milletvekili girdi.) Sen bir sokak-çocuðunun saçlarýný okþadýn mý hiç?” “Hayýr.” “Ýþte! O gülücüðün güzelliðini kimseler anlatamaz. Gidip görmen gerek. Doðru deðil mi Leyla?” “Hýý. Doðru caným.”
            Leyla iyice sýkýlmýþ olacak ki uzun süredir -arada ona baktýðýmý görse de fark etmeden- çay bardaðýnýn içinde kalan çay tanecikleriyle oynuyor. (29 KASIM 1935: Paþabahçe Þiþe ve Cam Fabrikasý iþletmeye açýldý.) “Neyse. Çay içelim de açýlalým bari. Ben çayý ýsýtýp geliyorum.” Fatoþ bile Leyla’nýn sýkýntýsýndan çay bardaðýyla oynamaya baþladýðýný fark etmiþ. Ne var ki onun Leyla’yý beni umursadýðý kadar bile umursadýðýný sanmýyorum. Zira kapýdan çýkarken bana bakýp gülümsedi, ama ben boþ bulundum ve somurtmaya devam ettim. Çünkü kafam meþgul. “Leyla, n’oldu sana yahu? Somurtmaya baþladýn. Karadeniz’de gemilerin mi...” (25 OCAK 1983: Kaptan Hasan Hantal gemisi Karadeniz’de battý, 11 gemici boðuldu.) “Yok bir þeyim, öyle dalmýþým.” “Bayaðýdýr oradasýn ama, oksijenin yetecek mi?” Güldü. Gülümsedi. Ýþte sokaktaki çocuðun suratýndaki ýþýk bu. Gerçek güzellik. Fatoþ’u çaðýrýp göstersem mi? Aman caným saçmalama. Böyle iyi. Sadece 2-3 dakika daha orada kalsa yeter. “Ya, iþte, aklýma bir þey takýldý... Önemli bir þey de deðil ama... Takýlýverdi iþte caným.” Caným. Aným. Ným. Im. M. Bungee-Jumping de aþk gibi bir his veriyor olmalý. Düþüyoruuuuum! “Bunun altýnda bir çapanoðlu vardýr ama, neyse.” (25 HAZÝRAN 1920: Çerkez Ethem Bey’in kuvvetleri 13 Haziran’da Yozgat’ta baþlayan Çapanoðullarý ayaklanmasýný bastýrdý, yakalanan ayaklanmacýlar asýldý.) “Yok, yok gerçekten önemli bir þey deðil.” “Peki.”
            Bir konu bitmiþken ve bir diðerine balýklama dalmak garip görülebilecekken oluþan o boþluk ve sessizlik anýndan nefret ediyorum. Kasetinizin 1. ve 2. yüzlerinin süreleri birbirinden farklý olabilir. Kasetinizin arka yüzüne geçmeden bandý sonuna kadar sarýnýz.
            “Bu ev de hep böyle kalabalýk iþte.” (28 EKÝM 1927: Ýlk genel nüfus sayýmý yapýldý. Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 648 bin 270.) Ne dedim ben? Bir kýzla yalnýz kaldýðýmda akýllýca bir çift laf edemeyecek miyim acaba? “Evet.” Konuþtu. Konuyu beðendi. Demek ki. Evet? “Ben de belki sýrf bu yüzden bazen kendimi fazlalýk gibi hissediyorum burada.” Ne? “Yok yahu. Ne fazlalýðý?” 4 kilo kadar fazlalýðým var þeker. Forma girmem lazým. Yaz da geldi. Sus! Sus ve dinle! “Burada olmayý severim caným. Kaan’la, Gözde’yle problemim yok. Anne-babalarý burada deðilken sorun yok ama onlar gelince... Çekiniyorum gelmeye.” “Niye ki?” “Evi iþgal eder gibiyiz ya.” “Yok, yok. Öyle düþünmez onlar. Rahat ol.” “Biliyorum, düþünmezler. Ama, ne bileyim. Olur ya, belki ailecek bir planlarý olur, biz varýz diye yapamazlar falan.” (25 KASIM 1985: Aile Planlamasý Kampanyasý tüm Türkiye çapýnda baþlatýldý.) Düþünceli insan seni! “Bunu Kaan’ýn yanýnda deseydin ne cevap verirdi biliyor musun?” “Tahmin edebiliyorum, evet: Ya seviniz ya da terk ediniz!” (24 KASIM 1918: Pasaport Kanunu yürürlüðe girdi. Bundan böyle Türkiye’ye girmek ve çýkmak için pasaport gerekecek.) “Doðru tahmin!”
            Yine bir suskunluk aný. Ama gülümsüyor. Hem Fatoþ da mutfaktan dönmedi henüz. Telefonu öttü. Mesaj geldi herhalde, ama ilgilenmedi. Ýyi, iyi. Bu güzel bir iþaret. Þimdi konuþmaya baþlamalý, ama nereden? Nereden? Ah! Ne yazýk ki yine baþaramadýnýz Can Bey. Çaylar geldi.
            Yaþamýmda ilk kez bir demlik çay görmek beni bu kadar üzmüþtür herhalde. Söyleyemedim. Söyleyemeyeceðim. Leyla’nýn da konuyu pek oraya getirmeyeceði belli zaten. “Leylacýðým, sana mesaj gelmiþ...” “Biliyorum caným. Bakarým bir ara.” “Belki görmemiþsindir diye söyleyeyim dedim de...” Konuþmanýzý katledeyim dedim de. “Sað ol caným.”
            Ýþte Fatoþ’un -ve türevlerinin- huylarýndan sinir bozucu özellik taþýyan bir diðer örnek: Kendisi konuþmayý, anlatmayý ne kadar severse, dinlememeye, baþkasýnýn lafýný geçiþtirmeye de o kadar düþkündür. Al iþte, telekomünikasyonun mucizesi. Þu telefonlar kýtalarý birbirlerine baðlýyorlar, evet, ama kiþileri ayýrýyorlar. Ýtinayla sohbet bölünür.
            “Þimdi... Söyleyin bakalým: Hayatýnýz da yediðiniz en garip yemek neydi?” Buyurun bakalým. Fatoþ’tan bir anlamsýz magazin konusu daha. Ünlülere yedikleri en garip yemekleri sorduk ve çok eðlenceli cevaplar aldýk. Az sonra. “Bakmayýn caným öyle. Patlýcanlý dondurma muhabbetinizi hatýrladým da, oradan aklýma geldi. Hadi, hadi cevaplayýn bakalým. Leyla, sen baþla.” Fatoþ ve yemek. Kekler, börekler, altýn günleri, paralý günler, yemek yiyip dedikodu yapan bir sürü kadýn. Onun 10 sene sonraki halini tahmin edebiliyorum. Permalý ve röfleli saçlar, sadece altýn günlerine giderken takýlan altýn bilezikler. Hepsi 14 Ayar. Ve bir kadýn klasiði: Parýltýlý eþofmanlarla sabah yürüyüþleri. Simitçilere, sabahçýlara, çöpçülere, ilkokul çocuklarýna eþlik mahiyetinde. “5 sene kadar önce Böf Strogonof diye bir yemek yemiþtim. Çok lezzetliydi ama garip olan fiyatýydý.” Hýnzýr bir gülümseme gözlerinden bir pýrýltý kýlýðýnda geçti. “O zaman bir porsiyonu...” “Yavaþça söyle.” Bir pýrýltý daha. “...tam 5 milyon liraydý.” Kaynak sýkýntýsý dolayýsýyla yükseltilen vergilerden sonra halk sokaklara döküldü. Sokaklar savaþ alanýna döndü.”Ne?!?” “Ben ödemedim caným. Erkek arkadaþým ödemiþti.” “Sonuçta ödendi ama!” “Bir kere oldu iþte. Ýlk ve son.” “Aman Tanrým!” Þok. “Can, sýra sende.” “Þaþkýnlýðým geçerse... Soru neydi? En deðiþik yemek deðil mi? Þey 10 seneden fazla oluyor sanýrým. Dikili’de ahtapot yemiþtim. Ahtapot salatasý.” (22 EYLÜL 1939: Dikili depremi. 46 vatandaþ öldü. Yüzlerce ev yýkýldý.) “Ahtapot mu? Iyykk! Nasýl bir þeydi?” “O zaman, deðiþik bir þey olduðu için belki de, güzel gelmiþti. Ama inan ki þimdi hiç hatýrlamýyorum.” “Boþ ver, boþ ver. Ahtapot iþte, ýyykk!” “Býrak þimdi ahtapotu da sen anlat bakalým, neymiþ senin yediðin en garip yemek? Bize bu kadar istekli sorduðuna göre... merak ettik.” “En garip. Benim yediðim en garip yemek...kereviz.” Bacaklarým beni taþýmýyor. Korkuyorum doktor, tekrar yürüyememekten korkuyorum. “Kereviz mi?” Leyla-Can ikilisinden müthiþ bir düet dinlediniz. “Ama bundan bahsetmiþtin zaten. Baþka bir þey bulamadýn mý?” “N’apayým, ben insanlarýn o iðrenç kokuya nasýl dayanabildiklerini hala anlayabilmiþ deðilim. Ýlk yediðimde, zaten sadece bir kez yedim, bana çok, çok garip gelmiþti.” Garip, çok garip. “En çok da makarnayý severim, her türünü.” Hoppalaa! 103.5’de Akçay F.M.de Fatoþ ile Kesintisiz Muhabbet programýndasýnýz. “Makarna iyidir, ama yaðsýz yapacaksýn.” (20 OCAK 1982: Madrid’de karýþýk yemeklik yað kullanan bir genç kýz hayatýný kaybetti. Ayný yaðdan daha önce de Ýspanya’nýn çeþitli yerlerinde 250 kiþi ölmüþtü.) “Tabii, tabii. Sonra aldýðýmýz kilolarý vereceðiz diye rejimdi, sabah yürüyüþleriydi falan derken...” Dejavu! Dejavu! “Ekmek de yememek lazým.” (19 ARALIK 1941: Ýstanbul’da ekmek karneye baðlandý.) “Sana bir þey söyleyeyim mi? Ekmek yemeye, karbonhidrata mahkumuz biz. Gerisinden fayda yok bize.” (3 MAYIS 1985: Milli Eðitim Bakanlýðý’nýn bir süreden beri gecekondu ilkokullarýnda sürdürdüðü beslenme programý çerçevesinde daðýttýðý süt kampanyasýnda, 400 ilkokul öðrencisi zehirlendi.) “Ama insanýn saðlýðýna...” “Yahu zaten insan yaþamýnýn bir deðeri yok ki burada.” “Yok caným. Bence çok kötümsersin sen.” (30 OCAK 1983: Diyarbakýr’da bir apartman çöktü. 80 kiþi öldü.) “Gerçekten yahu, saygý yok diyorum. Birileri senin yaþamýný bir saniyede harcayabilir. Böyle olmayacaðýna dair bir garantin mi var?” (4 KASIM 1950: Türkiye insan haklarýný ve ana hürriyetlerini koruma antlaþmasýný Roma’da imzaladý.) “Bu konuda biraz önyargýlý deðil misin caným?” (17 EKÝM 1950: Türk Tugayý Kore’ye ulaþtý.) “Sen ilk fýrsatta kaçarsýn da buralardan.” “Emin ol herkes gider geriye de sadece benim gibi þikayetçiler kalýr. Bu eleþtiri nefretten deðil çünkü. Ben de bir þeyler yaþadým ki ‘saygý yok’ diye tutturabiliyorum.” (20 TEMMUZ 1972: Giresun’da, Ýkisu Orman Ýþletmesinde bakkallýk yapan Necati Güven, 500 bininci iþçi olarak törenle Almanya’ya uðurlandý.) “Kendi yaþadýklarýndan dolayý da bütün ülkeyi suçlayamazsýn ki caným” (28 MAYIS 1953: Kore’de 28-29 Mayýs savaþlarýnda Türk Tugayýndan 153 þehit verildi.) Niye suçlayamazmýþým caným? Öyle bir suçlarým ki! Neyse. Kavga eder gibi olmasýn, tonu biraz yumuþatalým. “Bak, söylemeye çalýþtýðýmý gayet iyi örnekleyen bir hikaye anlatayým size. Bana da Urfa’lý bir arkadaþým anlatmýþtý. Biraz sýkýcý bir hikayedir ama anlatmaya çalýþtýðým þeyi gayet iyi örnekliyor. Dinleyiniz lütfen:
Zamanýnda, Harran’da iki büyük aþiret varmýþ. Birinin adý Akþitler olsun, diðerinin de Karaoðullarý. Bu iki büyük ailenin arasýnda unutulmaya yüz tutmuþ bir kan davasý varmýþ. Birbirlerini pek sevmezler ama öldürecek kadar da ileri gitmezlermiþ. Karaoðullarý’nýn Akþitler’den daha fazla arazisi varmýþ ama gözleri diðerinin sýnýrlarýnda kalan büyükçe bir parçadaymýþ. Verimli bir arazi olduðu için de Akþitler satmaya pek yanaþmýyorlarmýþ. Günler, aylar geçmiþ, bir gün iki aþiret de bir haberle çalkalanmýþ: Karaoðullarý’nýn aþiret reisinin dayýsý, yani aþiretin en yaþlý üyesi sabaha karþý yataðýnda ölü bulunmuþ. Haberin yayýlmasýnýn ardýndan aþiretin reisi diðer aþirete, yani Akþitler’e savaþ açmýþ.
Yara deþilmiþ, kan davasý da tazelenmiþ böylece. Yine kan dökülür olmuþ, birçok adam canýndan olmuþ ve bir süre sonra Karaoðullarý’nýn intikamý alýnmýþ. Bununla birlikte, doðaldýr ki, Akþitler’in elindeki deðerli arazi de alýnmýþ. Zor kullanýlarak elbette. Buraya dek Anadolu’ya özgü, sýradan bir kriminal hikayeden farksýz devam ediyor. Ancak önemli –ve de farklý- yeri bundan sonrasý:
Bir süre sonra her þeyi baþlatan cinayetin failinin, yani yataðýnda ölü bulunan yaþlý adamcaðýzýn katilinin kim olduðu ortaya çýkmýþ. Katili tahmin edebiliyor musunuz?” “Akþitler’den biridir herhalde.” “Öyle olsaydý bu hikayenin anlatýlmaya deðer bir yaný kalýr mýydý sence? Katil adamcaðýzýn öz yeðeniymiþ, yani Karaoðullarý aþiretinin lideri.”
Derin ve anlamlý bir sessizlik oldu bu. Sarsýntýnýn deprem olduðunu hissetmek ile hissedememek arasýndayken herkesin kulak kesildiði o malum anda bütün þehre çöken sessizlik cinsinden bir sessizlik oldu bu. (1 TEMMUZ 1911: Ýstanbul’da Kandilli Rasathanesi kuruldu.) Herkes sessizdi ve kýssanýn hissesini düþünmekteydi. Bir an için odadan sessiz bir ürperti geçiverdi. (15 OCAK 1968: Ýzmit Körfezi dondu.)
            “Ýyi de insan kendi dayýsýný nasýl öldürebilir ki? Hem sonra ne geçer eline?” (6-7 EYLÜL 1955: Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atýldýðý haberi üzerine Ýstanbul, Ýzmir ve Ankara’da masumane bir þekilde baþlayan protesto gösteri ve yürüyüþleri tahrip ve yaðmacýlýða döndü. Bu üç þehirde sýkýyönetim ilan edildi.) Leyla’nýn güzel sesi –ki gerçekten güzeldir- sessizliðin bittiði yerde bomba gibi patlayýverdi. (24 KASIM 1980: Ankara’nýn Danacýobasý köyünde bir düðünde patlayan tüp gaz, 80 kiþinin ölümüne yol açtý.) “Bu ülkede insan yaþamýnýn deðeri yok dememin sebebini bu ve benzeri durumlar oluþturuyor iþte. Ellerine ne mi geçer? Öncelikle hep istedikleri o verimli arazi. Ve doðaldýr ki akýllardan hiç silinmeyecek bir üstünlük.” “Ama böyle para hýrsý da olmaz ki!” “Olur. Öyle bir olur ki. Para kimilerine en beklenmeyecek þeyleri yaptýrýr. Hem de en beklenmeyecek þeyleri...” (22 MART 1985: Almanya’daki Türk iþyerlerini haraca baðlayan Bahnhof Mafyasý’na mensup 20 Türk yakalandý.)
“Bu ülke böyle iþte, insana tahammül yok buralarda. Ben bira içiyorum diye dayak yediðimi bilirim yahu.” (10 MART 1974: MSP’li Ýçiþleri Bakaný Oðuzhan Asiltürk, birayý alkollü içki sayarak ruhsatsýz satýþýný yasakladý.) “Ben bira yüzünden hiç dayak yemedim ama bu yüzden bir kýz arkadaþýmý feci hýrpalamýþlardý. Kýzýn adý... neydi ya, bak hatýrlayamadým þimdi.” (19 NÝSAN 1971: Ereðli Demir Çelik Fabrikasýnda Ayþe adlý yüksek fýrýn patladý.) “Bu yüzden dayak yiyen bir deðil iki deðil ki yahu. Sanki içilen bira deðil de baþka bir þeymiþ gibi.” (23 MART 1979: MSP eski milletvekili Halit Kahraman ve dört arkadaþý eroin kaçakçýlýðý iddiasýyla Almanya’da tutuklandý.) “Doðru diyorsun.” “Saygýsýzlýk, tahammülsüzlük sadece insana karþý deðil ki. Ýnsanla ilgili hemen her þeye... En basitinden... tiyatroya bile saygýmýz yok.” Evet tiyatro. Hani þu. Temsil sýrasýnda yanan. Yazýklar olsun be! (27 KASIM 1970: Dünyada üçüncü, Avrupa’da ikinci büyük opera binasý olan ve 23 yýlda tamamlanan Ýstanbul Kültür Sarayý, ‘Cadý Kazaný’ adlý oyunun temsili sýrasýnda bütünüyle yandý.) Ýçim yanýyor. Laf olsun diye deðil. Gerçekten. “Sadece tiyatro deðil... Sanatýn hiçbir dalýna tahammül yok ki!” (18 MART 1974: Heykeltýraþ Gürdal Duyar’ýn Güzel Ýstanbul adlý yontusu, çýplak bir kadýn olduðu gerekçesiyle MSP’li Ýçiþleri Bakaný’nýn emriyle Karaköy Alaný’ndan kaldýrýldý.) Toplum için mi. Yoksa sanat için mi. Hayýr, hayýr. Ýz býrakmak için. “Sanat insan içindir. Sanata hürmetin olmadýðý yerde insana hürmet olur mu?” “Evet, bunlar hiç hoþ deðil.” “Sadece bu sebeple bu diyarda bazen insaný sevindirecek bazý þeyler bile bizi mutsuz edebiliyor.” (29 NÝSAN 1985: Ýlk Türk tüp bebek Almanya’da dünyaya geldi. Almanya’da iþçi olarak çalýþan Hüseyin ve Atiye Benli çiftine ait bebeðe ‘Evren’ adý konuldu.) “Sevinemiyoruz çünkü fazlasýyla içimize kapanmýþýz.” “Kapanmamak lazým. ‘Orda, bir köy var uzakta’ edebiyatý karýn doyurmuyor artýk. Gitmesek de olmaz, görmesek de. At gözlüklerini çýkarmak, gidip görmek, bilmek lazým.” Ýki taraf da sohbetten memnun görünüyor. Ýçindeki o el deðmemiþ, masum bebeði birilerine göstermek çok güzel. Açýlmak. Açýlmak, maskeleri çýkarmak ve geriye kalanlarý paylaþmak. (8 TEMMUZ 1980: Fatsa kuþatýlýp komando birliklerince denetime alýndý.)  Fatoþ yine bir magazin konusu açmadan konuyu deðiþtirmek lazým sanýrým. “Böyle sohbetleri de en güzel yerinde býrakmak lazým, kabak tadý verir sonra. Bakýn Fatoþ sýkýldý mesela.” “Yok, yok. Sýkýlmadým. Ýyiydi.” Ýyiydi. Yani iyi ama geçmiþte kaldý. Ýþte kelimeler böyle ele veriyor bizleri. Sen ‘o’sun! Babamý öldüren katil! Gözlerinden tanýdým! Sözlerinden tanýdým!
            “Ben iyisi mi size eðlenceli bir yolculuk hikayesi anlatayým da tadýmýz kaçmasýn.” “Evet, evet. Anlat, gülelim biraz.” Gülersin tabii, apolitik tosbaða seni. Hangi politikacý hangi mankenle birlikteymiþ desem bize söyleyecek söz býrakmazsýn ama. Politik tavþan uyurken apolitik tosbaða finiþe ulaþýyor. Seni gidi ‘Türkiye Panoramasý’ seni! Anlatayým da gül biraz. Sen istesen de aðlayamazsýn ya.
“Ýstanbul Otogarý’nda bir adam yaþlý annesini Ýzmir otobüsüne bindirmiþ. Otobüsün muavinine de sýký sýký tembihlemiþ: ‘Aman kardeþim,’ demiþ, ‘Bursa’ya geldiðinizde annemi mutlaka uyandýrýn, sakýn unutmayýn.’ ‘Tamam abi, unutmam.’ demiþ muavin ve otobüs Esenler’den yola çýkmýþ. Gece seferi, eh, haliyle yaþlý teyze de dahil herkes uyumaya baþlamýþ. 4-5 saat kadar sonra muavin yerinden fýrlayývermiþ, ‘Aman abi,’ demiþ þoföre, ‘Bursa’da yolcu indirecektik.’ Otobüs Bursa’dan ayrýlalý yaklaþýk 45 dakika kadar olmuþ ama teyzeyi de Ýzmir’e götüremezler ya. ‘Hazýr herkes uyuyor, nasýl olsa kimse fark etmez’ diyerek geri dönmüþ otobüs. Bursa’ya girmek üzereyken muavin yaþlý teyzenin yanýna gitmiþ. ‘Teyzeciðim, uyanýver. Bursa’ya geliyoruz.’ Teyzenin suratýna bir gülücük yayýlývermiþ. ‘Ah geldik mi?’ demiþ muavine, ‘Zahmet olmazsa bir bardak su getirebilir misin evladým? Hapýmý içivereyim. Her gece bu saatte içerim de.’
            Gülün, gülün. Eðlenin. Gülün. Gülün.
            “Çok hoþ ya! Ay, ne zamandýr böyle gülmemiþtim.” “Ama ben o muavinin yerinde olmayý hiç istemezdim. Dünyasý yýkýlmýþtýr çocuðun, yazýk.” Birkaç dakikadýr gürültüyle yaðmakta olan yaðmur birden kesiliverdi. Sadece oradan buradan birkaç damlanýn sesi geliyor. Leyla’nýn damlalarý, Fatoþ’un damlalarý. Gözyaþý gibi týpký, yavaþ ve sessiz. “Çok güldünüz ya, aklýma Fatoþ’un soracaðý türden bir soru geldi. Sorayým bari.” “Sor, sor.” “En son ne zaman hüngür hüngür aðladýnýz?” Hala gülüyorlar, bu iyi. Çünkü böyle bir soruya en saðlýklý cevabý ancak gülerken verebilirsiniz. “Fatoþ sen baþla.” “Samimi söylemek gerekirse  öyle hüngür hüngür aðladýðýmý hiç hatýrlamam ben.” Dejavu iki! Dejavu iki! “Yapma yahu.” “Çok ciddiyim. Olsa anlatýrým, hiç çekinmem. Ama yok iþte.” “Leyla, sen?” Gözlerinin içi gülüyor hala. Güzel. Çok güzel. “Ben en son Ankara’da hüngür hüngür aðlamýþtým. Ýki sene oldu. Sevgilimden ayrýlmýþtým ve onu Tandoðan’da, metro giriþindeki telefonlarýn birinden aramýþtým. Yabancý gibiydi. Kaskatýydý. Bambaþka biri oluvermiþti. Ankara susmuþtu sanki; acýma saygý duyarcasýna aðlamamý dinliyordu. Ama bakmýyordu bana, doya doya aðlayayým diye baþýný önüne eðmiþ gibiydi. Tandoðan bomboþtu, susmuþtu.” (9 TEMMUZ 1946: Ankara Valisi Nevzat Tandoðan intihar etti.) Hiçbir yazar bu hissi bu kadar güzel cümlelerle veremezdi muhtemelen. Çünkü bu gerçekti. Yaþamýn kendisi gibi kusursuz bir uyumla gülümseyen, neþeli Leyla’nýn aðlamak üzere olan Leyla’ya geçiþini kaðýt üzerinde tasvir etmek gerçekten zordu. Çünkü bu tüm gerçekliðiyle yaþanýyordu þu an. Suskunduk ve Leyla’ya bakamýyorduk. “Ýþte bakýn, siz de þimdi öyle sustunuz. Ayný suskunluk iþte bu.”
            Benim de boðazým dolmuþtu. O tatsýz yumruyu yutmaya çalýþtým, yapamadým. Hafifçe burnunu çekti. Fatoþ dýþarýya çýktý. O da mý aðlýyordu? Leyla bir kez daha burnunu çekti. “Peki ya sen? Sen en son ne zaman aðladýn?” Acemice gülümsemeye çalýþarak kendisini gizlemeye çalýþsa da boþuna, bize içindeki o el deðmemiþ bebeði göstermiþti artýk. Bundan sonra ne yapsa kar etmezdi. “Dün.” “Dün mü? O kadar sýk mý aðlarsýn?” “Pek deðil, ama dün aðlamýþtým iþte. Bugün bunu soracaðýmý bilsem aðlamazdým belki de, ne bileyim?” Fatoþ geri döndü. Ýçeriyi kontrol etmiþti herhalde. “Bir erkekten bu cevabý alabileceðimi hiç sanmazdým.” “Ne cevabý?” Fatoþ gelir gelmez -kaçýrdýðý sohbete yönelik- istihbarat çalýþmalarýna baþladý. Konuþulanlarý bilsen de içeride kalanlarý bilemeyeceksin nasýl olsa.
            Birkaç dakika önce, yalnýz kaldýðýmýzda, Leyla’yla konuþurken ‘Oldu bu iþ’ diye geçiriyordum içimden. (3 ARALIK 1967: Cape Town’da ilk insan kalbi nakli baþarýyla gerçekleþtirildi.) Ama sonra, Fatoþ döndüðünde -ki ne Fatoþ’la ilgisi vardý bunun, ne de olan bitenlerle- birden zihnimde her þey apaçýk beliriverdi. Kendi kendimi kandýrýyordum. Hiçbir þeyin olduðu yoktu, hiçbir þeyi baþardýðým yoktu. (21 ARALIK 1967: Cape Town’da kendisine kalp nakli yapýlan hasta, akciðer yetmezliðinden öldü.) Ýronik bir baþarýydý benimkisi. Ya da baþka bir deyiþle baþarýsýzlýðýn ta kendisi. Ben buna mahkumum galiba.
            “Ýçeridekiler ne yapýyorlar, Fatoþ?” “Þey... Ýçeridekiler film seyrediyorlar, keþke biz de geçseydik içeriye ya, haber de vermediler ki.” “Boþ ver caným þimdi, ne filmi? Ne güzel konuþuyoruz iþte.” “Tabii yahu. Hem ne filmi izleyecekler ki? Saçma sapan bir þeydir emin olun.” “Bilmiyorum, ‘Küp’müþ galiba adý. Yanlýþ anlamadýysam.” “Tamam, Mete’nin filmlerinden biridir. Kaan’daki filmleri de içeridekiler izlemez zaten.” “Kaan’dakiler ne tür filmler?” “Genelde sinema klasikleri. Tümü seçme filmler.” “Mete’dekiler?” “Hepsi Amerikan filmi. Hele o deli saçmasý film yok mu?” (15 NÝSAN 1912: Titanic gemisi, ilk yolculuðunda battý ve 1513 yolcunun ölümüne neden oldu.) “Hangisi o?” “Boþ ver yahu, düþünmesi bile korkunç.” “Peki caným, sormam ben de... Amerikan filmlerinden niye bu kadar nefret ediyorsun?” “Nefret etmiyorum yahu. Sadece basit hikayeler üzerine kurulmuþ, abartýlý efektlerle soslandýrýlmýþ, sanatsallýktan uzak, kötü yapýmlarý izlememeyi tercih ediyorum. Amerikan filmlerinin de bir çoðu böyle. Son 10 yýlýn Amerikan filmleri içerisinde Amelie kadar güzel ve kaliteli bir film bulun kafamý keseyim. Asýl bu Amerikan filmi sevdasý sinirimi bozuyor benim. Önce önümüze bir ton film koyup sonra da onlarý anlayalým diye bir sürü dil kursu açýyorlar. (4 NÝSAN 1929: Yerli Mallarý Haftasý ilan edildi.) Aman ne güzel.” “Doðru vallahi. Hep Ýngilizce, hep Ýngilizce. Zamanýnda okullarda yabancý dil eðitimi Fransýzca’ymýþ. Þiir gibi dil hiç olmazsa. Nereden çýkmýþsa artýk bu Ýngilizce meraký...” (23 ÞUBAT 1945: Türkiye-Amerika arasýnda Ýkili Yardým Antlaþmasý imzalandý.) “Ne Fransýzca’sý caným? Ýngilizce’nin ne kötülüðünü gördünüz? Hiç olmazsa grameri basit.” (28 OCAK 1958: Kýbrýs’ta Ýngiliz askeri, Türklere karþý ilk defa silah kullandý.) “Ezberci zihniyet iþte, bu mantýkla öðrendiklerin yaþamýnda hiçbir iþine yaramayacak. (27 OCAK 1954: Köy Enstitüleri kapatýldý.) Grameri zormuþ! Çalýþýrsan gayet kolay!” Reddetmesi zor bir þey söylendi ya, þimdi Fatoþ muhabbeti –her sýkýþtýðýnda yaptýðý gibi- magazine baðlayacak muhtemelen. Hatta dur tahmin edeyim. Evet... ‘Ýngilizler centilmen olur’ kliþesi böyle zamanlarda kullanýmý en uygun zýrvalardan biridir. Ya da... “En azýndan Ýngilizler Fransýzlar gibi züppe deðiller.” (29 MAYIS 1985: Avrupa Þampiyon Kulüpler Kupasý Finali için Ýtalya’nýn Juventus ve Ýngiltere’nin Liverpool takýmlarý arasýnda yapýlacak karþýlaþma öncesinde Ýngiliz seyircilerin Ýtalyan taraftarlara saldýrmasý sonucu çýkan olaylarda 40 kiþi öldü.) Ah, hiç beklemediðim bir yerden vuruldum. Ama en azýndan konuyu magazine baðlayacaðýný tahmin ettim. Bu baðlamda kendimi baþarýlý sayýyor ve tebrik ediyorum. Bravo bana. “Hem eðitim sistemleri de mükemmelmiþ. (5 TEMMUZ 1985: Ýngiltere’de okullarda önceden yasal olan dayak kaldýrýldý.) (24 TEMMUZ 1985: Dayaðý yasaklayan kanun hükümetçe iptal edildi.) Kuzenim orada okuyor, aldýðý eðitimden çok memnun.” “Bence Ýngilizler konusunda çok yanýlýyorsun. O centilmenlik soðukluklarýndan kaynaklanýyor. Oysa Fransýzlar gerçekten kibar olurlar.” (11 TEMMUZ 1985: Yeni Zelanda kýyýlarýnda Fransa’nýn nükleer denemelerini protesto eden Greenpeace’in Rainbow Warrior gemisi batýrýldý. 1 kiþi öldü. 21 Aðustos 1985’te yapýlan açýklamalara göre sabotaj iznini Fransa Savunma Bakaný Charles Hernu’nun verdiði belirlendi.) Ýngiliz Dili ve Edebiyatý öðrencisiyim. Bölüm derslerimin üçünü üç farklý Ýngiliz öðretim görevlisinden, ikinci yabancý dilim olan Fransýzca’yý ise Fransýz asýllý bir öðretim görevlisinden alýyorum. Yani þu an bu odada, bu konuya iki tarafýndan da nesnel bir bakýþ açýsý getirebilecek tek kiþi muhtemelen benim. Fakat ben asla tasvip etmediðim bu sohbeti kýnýyor, susma hakkýmý kullanýyorum. Zaten þimdi Ýngiliz holiganlarýndan veya Charles Hernu’den bahsetsem bu onlara -en azýndan Fatoþ’a- fazla gelecek. Sonunda ise dediklerim unutulacak ve yine dönüp dolaþýp magazine varacaðýz.
            Fatoþ ile ne konuþursanýz konuþun, fark etmiyor. Eninde sonunda konu dallanýp budaklanýyor ve yine magazinleþiyor. Onunla konuþurken, tam da bir þeyler söylemeyi planladýðýnýz an, kafanýzýn içinde cümlelerinizi düzenlerken göstereceðiniz ufacýk bir tutukluk ya da dalgýnlýk onun ipleri eline almasýna neden olabilir. Böylece söylemeyi düþündükleriniz içeride kalýp birikir, büyür, sizi rahatsýz eder. Ve o susmak için o müthiþ aný her zaman kolayca bulur: Söylemek üzere biriktirdiklerinizi unuttuðunuz o ‘müthiþ’ aný bulur ve sizi korkunç  bir sýkýntýnýn kucaðýna atýverir. Evet. Ne söyleyecektim ben?
            “Yahu býrakýn þimdi adamlarýn kibarlýðýný, kabalýðýný... Biz onu konuþmuyorduk ki!” “Evet, Amerikan Filmlerini konuþuyorduk.” “O zaman söyle bakalým: Bu filmler bu kadar kötüyse böylesine çok izleyiciyi nasýl toplayabiliyorlar peki? Bu bir arz-talep meselesi deðil mi sence?” “Hayýr, tabii ki! Bu arz-talep yalanýný reddediyorum. Farkýna var ya da varma, bizim herhangi bir þeyi talep etmemize olanak bile vermeyen bir arz bombardýmanýnýn etkisi altýndayýz. Psikolojik bir bombardýman.” “Yani kötü öyküleri iyiymiþ gibi kabullendiðimizi mi iddia ediyorsun?” Psikoloji denince Leyla konuyu daha bir ilgiyle takibe alýyor. Her cümlemde ‘psikoloji’ mi demem gerekiyor yani? “Aþaðý yukarý. Týpký güzellik yarýþmalarý hakkýnda konuþtuklarýmýz gibi. Zamanýn ruhu. Fatoþ, elini vicdanýna koy ve söyle: Ayný kalitede çekilse ve tanýtýlsa ‘Hababam Sýnýfý’ serisi karþýsýnda ‘Polis Akademisi’ serisinin herhangi bir þansý olabilir miydi?” “Bu konuda haklýsýn bak. ‘Polis Akademisi’ni kimse ciddiye bile almazdý herhalde.” “Sadece sinema deðil ki mevzu. Batý’nýn tüm hikayeleri ortalamada tatsýz-tuzsuzdur. Shakespeare’in Anthony ve Kleopatra’sýný düþünün. Edebi dili kusursuz ama bana göre iki aristokratýn, dünyayý yöneten iki kiþinin aþkýnda hiçbir inandýrýcýlýk, hiçbir çekicilik yok! Kleopatra’nýn, ölümüne sebep olan yýlanlarý getiren köylüye aþýk olduðunu düþünsene bir de.” (10 ARALIK 1936: Ýngiltere Kralý VIII. Edward, halktan bir kadýn olan dul bayan Wallis Simpson’a aþýk oldu ve onun uðruna tahttan feragat etti.) “Doðu’nun hikayelerinde daha iyi olan ne peki?” “Batý’da, hikayenin merkezinde birey vardýr. Oysa Doðu hikayelerinin merkezinde, sadece birey yönüyle deðil tüm yönleriyle ‘insan’ vardýr. Dostoyevski’nin ‘Kumarbaz’ýný okuyun, ya da Gonçarov’un ‘Oblomov’unu. Bu eserlerdeki karakterler Batý’nýn asla yaratamayacaðý kadar gerçektirler.”
            Konuþmanýn bu en hararetli yerinde garip bir tedirginlik hissiyle sustuk. Evin içindeki hareketlenmeden, koridordaki telaþlý koþuþturmalardan, ve kulaðýmýza belli belirsiz gelen sokak kapýsýndaki konuþmalardan hemen sonra -yani biz daha meraklanmaya zaman bile bulamadan- Kaan kýpkýrmýzý bir suratla, burnundan soluyarak kapýyý açtý ve bana baktý: “Polis. Hep birlikte karakola gitmemiz gerekiyormuþ. Þikayet... Gürültüden dolayý...” (13 HAZÝRAN 1985: Polisin yetkilerini geniþleten yasanýn bazý maddeleri Meclis’ten geçti.)
            Kaan henüz cümlesini bile tamamlayamamýþtý ki birden gözlerimi bilinçsizce, tedirginlikle ve korumaya çalýþýrcasýna Leyla’ya çeviriverdim. Elimde deðil, ne yapayým? Ah, aþk!

.Eleþtiriler & Yorumlar

:: geç kalýmýþým
Gönderen: Kâmuran Esen / Bolu/Türkiye
31 Aralýk 2004
Merhaba Sevgili Anýl Gökpek, Okumakta geç kaldýðým içim üzgünüm.Belki birçok kiþinin de gözünden kaçmýþtýr veya zaman problemi nedeniyle fazla kiþi okumamýþtýr....Zevkle okudum.Duyarlýlýðýný kutlarým.Naçizane bir öneri:Böylesine güzel yazýnýn, daha çok kiþi tarafýndan okunmasýný saðlamak için, çok daha ilginç konu baþlýðý koyabilirdin.......Tebrik ederim...Sevgiyle kal....Kâmuran ESEN

:: etkileyici...
Gönderen: aynur özbek uluç / Ýstanbul/Türkiye
9 Aralýk 2004
Sevgili Anýl... Bilgisayardan uzun yazýlarý okumayý sevmiyorum. Gözlerim yanmaya baþlýyor. Ama hiç ara vermeden sonuna dek okudum bu yazýyý...Nasýl ifade edeyim. Çok etkilendim. Var olan yerleþmiþ pek çok duruma madalyonun öbür yüzünü gösteren örneklemelerin çok farklý bir pencere açýyor okuyucunun zihninde..Güzellik yarýþmalarýndaki dayatmalardan kömür (ekmek ) peþinde ölen insanlara kadar pek çok konuyu sýrasýyla farkýna varmadan sohbete yedirmen sayesinde sorgular buluyoruz kendimizi..Oldukça emek ve araþtýrma var hazýrlanma safhasýnda belli ki yazýnýn. Bu anlamda da seni tebrik ediyorum..Eýnstein ve anlama temasý örneðinde gülümsedim. Çok hoþuma gitti. Diðer örneklerse genelde acýttý çarpýcý ironisiyle..Kalp nakli yapýlan hastanýn umudunun yazýdaki kahramanýn umuduna denk düþüþü ve sonra hazin son ikisinde de. Diyalektikde vardýr ya her þey birbiriyle ilintilidir. Bazen benim de aklýma gelir konuþmalar sýrasýnda ilgili anektodlar, o olayla ilgili farklý bilgiler, sözler.. Konuyla ilgisiz gibidir. Ýçinden düþünür geçersin. Kimselere diyemezsin. Konuyu daðýtýrsýn zaten desen; ne alaka gibidir. Oysa tam da damardan alakalýdýr. Ýþte bunu hoþ bir þekilde yazýnýn verdiði olanaktan yararlanarak yapan ürünün bu anlamda da beni memnun etti. Duyarlý yüreðin , gördüklerini yansýtan kalemin dert görmesin..Sakýn yazmaktan vazgeçme....sevgiler..aynur özbek uluç




Söyleyeceklerim var!

Bu yazýda yazanlara katýlýyor musunuz? Eklemek istediðiniz bir þey var mý? Katýlmadýðýnýz, beðenmediðiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düþündüðünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazýlarý yorumlayabilmek için üye olmalýsýnýz. Neden mi? Ýnanýyoruz ki, yüreklerini ve düþüncelerini çekinmeden okurlarýna açan yazarlarýmýz, yazýlarý hakkýnda fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloða geçebilmeliler.

Daha önceden kayýt olduysanýz, burayý týklayýn.


 


ÝzEdebiyat yazarý olarak seçeceðiniz yazýlarý kendi kiþisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluþturmak için burayý týklayýn.

Yazarýn parça kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Aslan'ýn Hikayesi
Dýþýmýzdaki Þeytan
Ada
Büyük Yazardan Okurlarýna Açýk Mektup
Lukacs

Yazarýn roman ana kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Kaan Ilgaz Bilmecesi

Yazarýn diðer ana kümelerde yazmýþ olduðu yazýlar...
Nasýl Zengin Oldum [Öykü]
Metin Þentürk'e Açýk Mektup [Öykü]
Et Suyuna Bulgur Pilavý - II [Öykü]
Belli Olmaz [Öykü]
Et Suyuna Bulgur Pilavý [Öykü]
Her Þey Güllük Gülistanlýk [Öykü]
Müptela [Öykü]
Kapý - 2 - [Öykü]
Kapý - 1 - [Öykü]
Þehrin Ýstenmeyen Tüyleri [Öykü]


Anýl Gökpek kimdir?

Kayýp kuþak gerçek mi? Yoksa sadece bir efsaneden mi ibaret?

Etkilendiði Yazarlar:
Oðuz Atay, James Joyce, Sabahattin Ali


yazardan son gelenler

bu yazýnýn yer aldýðý
kütüphaneler


yazarýn kütüphaneleri



 

 

 




| Þiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleþtiri | Ýnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babýali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratýcý Yazarlýk

| Katýlým | Ýletiþim | Yasallýk | Saklýlýk & Gizlilik | Yayýn Ýlkeleri | ÝzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Giriþi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

ÝzEdebiyat bir Ýzlenim Yapým sitesidir. © Ýzlenim Yapým, 2024 | © Anýl Gökpek, 2024
ÝzEdebiyat'da yayýnlanan bütün yazýlar, telif haklarý yasalarýnca korunmaktadýr. Tümü yazarlarýnýn ya da telif hakký sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadýr. Yazarlarýn ya da telif hakký sahiplerinin izni olmaksýzýn sitede yer alan metinlerin -kýsa alýntý ve tanýtýmlar dýþýnda- herhangi bir biçimde basýlmasý/yayýnlanmasý kesinlikle yasaktýr.
Ayrýntýlý bilgi icin Yasallýk bölümüne bkz.