Herkes aynı notayı söylediğinde uyum elde edilmiş olunmuyor. -Doug Floyd |
|
||||||||||
|
*Bu çalışma önce bir öykü olarak düşünüldü. Onlarca sitede bölümler halinde yayımlandı. *Sonuna gelindiğinde ise küçük bir roman olduğu görüldü. *Bugüne kadar yaklaşık 8-10 bin civarında tıklandı. *Ortalama okuma süresi 2-3 saattir. *Çok sayıda okur tarafından ilgi ile takip edildi. *Üzerinde ufak tefek düzeltmeler yapılarak, aşağıdaki son şekli ile sizlere bir roman olarak takdim edildi. *İyi okumalar dileğiyle… *** Geçen gün Bayazıt’taki Sahaflar Çarşı’sını dolaşmaya gittim. Eski kitaplar satan bir dükkana girdim. Çöp işiyle uğraşmayı severim de... Söylemiş miydim? Bit Pazarları benim en gözde gezi yerlerimdir. O dükkanda eski kitapları karıştırırken 70’li yıllarda bankaların eşantiyon olarak dağıttıkları küçük not defterleri vardı -şimdi ajanda dedikleri şey- işte ondan bir tane gördüm. Çok kirli bir şeydi. Burada kitapların arasında olması tuhafıma gitti. Şöyle bir göz attım. Bir bayanın genç kızlık dönemindeki bazı anılarını içeriyordu. Alıp alamayacağımı sorduğumda satıcı, önemsemeyen bir ifade ile: -Al! Para da istemez, dedi. Kitap tozları benim astım hastalığına dokunduğundan orada fazla kalamadan ayrıldım. Umarım, bu yaptığım, defterin sahibine karşı bir saygısızlık değildir; ama bunları sizlerle de paylaşmak istedim: ** 28 Mayıs 1970 “ Anılarımı bu küçük deftere sığdırabilir miyim bilemiyorum, ama bundan sonra onları buraya yazmaya karar verdim. İleride, yaşadığım mutluluk ve acılarımı öğrenebileceğim bir rehberim olsun istiyorum. Aysel’e bu düşüncemi açtığım zaman ne kadar da gülmüştü. Aysel en samimi arkadaşım, ama gene de beni bir türlü çekemez. Sözüm ona samimiyiz ama her defasında bana kötü telkinlerde bulunur. O zaman doğal olarak, bu samimiyet de tartışmalı bir hal alıyor. Neymiş, Kenan iyi bir geleceğe sahip yakışıklı bir çocukmuş, onunla mutlaka arkadaş olmalıymışım. Aysel’in söylediğine göre beni çok seviyormuş, bana aşıkmış falan falan… O yakışıklı denen çocuğun yaptıklarını bilmesem inanayım. Daha bir hafta önce ablam Tuğba ile onu, hem de dükkanın içinde sevişirken yakaladım. İkisi de yarı çıplaktı, beni görünce ablamın üstünü başını düzeltmek için nasıl çabaladığını, gözlüklerini bulabilmek için nasıl arandığını hiç unutmayacağım. Önce buz gibi kaskatı kesilmiş, sonra da kahkahalarla gülmüştüm. Çok utandı zavallılar! Hani ablam, Metin’i seviyordu, onunla evlilik hazırlıkları yapıyorlardı? Neyse canım şimdi bu soruları sormanın sırası mı?” 15 Haziran 1970 “Bugün bir ara çok sevinçliydim. Kapalıçarşı’ya kadar gidip, haftalığımdan biriktirdiğim para ile bir ayakkabı, bir çanta ve bir de elbise aldım. Onları giyince herkesin gıpta ederek bana baktıklarını gördüm. Hani Allah için güzel sayılırım! O pis yılışık Kenan, nasıl döndü durdu etrafımda. İkide bir: -Kız Sibel, bu ne güzellik böyle! Maşallah yaşın ufak ama her yönden diğer kadınlara taş çıkartırsın. İstersen şu şık kıyafetlerini daha çok kişinin görmesi için seni sinemaya götürebilirim, demişti. O anda kızdım ve patron da olsa böyle konuşamayacağını, gerekirse işi de bırakabileceğimi söyledim. Ama ne yalan söyleyeyim bu sözler biraz hoşuma da gitmedi değil. Anlatamadığım bir his içindeydim, sanki içimde ılık bir şey dolaşıyordu. Bu ılıklığın dışarıya taştığını zannettim ve yüzüm kızardı. Arkamı dönerek işime devam ettim. Tuğba kızgın kızgın bana bakıyordu. Ne zannediyordu sanki bu dört göz kendini! Aman korkma şekerim, o tipsizi elinden almam.Yalnız şunda iddialıyım: Eğer Kenan benimle sevişseydi senden aldığı zevkin kat kat fazlasını alırdı. O da bunu tahmin ediyor olmalı ki durmadan bana iltifatlar yağdırıyor. Ama yağma yok, Tuğba hanım ben senin gibi kolay kaptırmam kendimi. Yaşım küçük, ancak aklım her şeye erer. Sanki içimden geçenleri okumuştu, bir an ne olduğunu şaşırdım. Tuğba üzerime atlamış, o güzelim elbisemi param parça ediyordu. Kendimi savunmaya fırsatım bile olmadı. Biraz sonra da zaten bayılmışım. Kendime geldiğimde Kenan’ın bir yandan yüzüme kolonya sürdüğünü, diğer yandan da parçalanmış elbisemin altındaki vücuduma baktığını gördüm. Fırsatçı köpek ne olacak! -Höst, höst, dedim ve elini iterek ayağa fırladım. Eh, senin de alacağın olsun Tuğba hanım! Anneme olanları bir bir anlatayım, o zaman sen görürsün. İş yerindeki hikayeyi de tabii… Acaba eve gitsem, annemi bulabilir miyim ki? Gene gitmiştir o yaşlı dostuna. Kadının yaşı elliye dayandı ama gene de bu işlerin peşinde. Tuğba da ona çekmiş olmalı. Zavallı babam kendisinden çok genç bir bayanla evlenmenin bedelini ağır ödedi. Bizim doğumumuzdan kısa bir süre sonra babamı aldatmaya başlayan annem, birkaç sene sonra da adamcağızı evden attı. Bazen görebildiğim babamdan “Allah, o kahpenin belasını versin!” sözünü sık sık duyuyorum. Her şeyi bilmeme rağmen, babamın annem için söyledikleri gene de beni rahatsız ediyor... “ ** İlginizi çekti ise devam edeceğim, ancak defteri okumada çok zorlanıyorum. Defterdeki yazılar çok zor okunuyor, bazı yerleri de silinmiş. Yazan mı sildi, zaman mı bilemem! Temize çekmek biraz zaman istiyor.. ** Lanet olsun! Defterin bazı sayfalarını okuyamıyorum bir türlü. Başkaları da sanacak ki benim uydurduğum bir hikaye... Tabii ki eklemelerim var, ama başkalarına ait olan bir şeyi kendime mal etme gibi bir küçüklüğü gösteremem. Defterin bazı sayfalarında ne amaçla yapıldığını bilmediğim toplama ve çarpmalar var. Alınan bazı şeylerin fiyatları da yazılmış. Buradaki fiyatlar hep kuruş cinsinden ya da 2 lira, 5 lira filan şeklinde.. Ne kadar da ucuzmuş o zaman herşey... Neyse, biz defteri aktarmaya devam edelim. ** 27 Haziran 1970 “Of be, bu günler de bir türlü geçmek bilmiyor! Canım çok sıkılıyor. Evde kimse yok. Annem dostuna, Tuğba da sözde sinemaya gitti. Neredeyse gece yarısı olmak üzere. Bir-iki gündür can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyorum. Aysel’e bakarsan bir erkek arkadaş bunun en iyi çaresiymiş. Acaba doğru mu söylüyor? Yok canım, onun lafına inanılır mı? Kendisi her önüne gelen çocukla geziyor, başkalarını da aynı yola sürüklemeye çalışıyor. Dün Naci, bugün Necip, yarın Ufuk… Ohooo, ona bakarsan günde birkaç tane değiştirmek bile normal. ”Hele Necip” diyor, çok yakışıklı çocuk. Çok da romantikmiş. Geçen gün bir pastanede otururlarken elini tutmak için izin istemiş, tabii bizimki hemen elini vermiş. Saatlerce avucunun içinde tuttuğu ele şiirler okumuş. Gece olunca deniz kenarına inmişler, yavaş yavaş yürürlerken Aysel’in omzundan tutmuş, kendine çekmiş ve dalgaların sesleri arasında dudaklarından öpmüş. ”O an kendimi bir kuş kadar hafif hissettim.” diyor Aysel. Nefesi çok yakıcıymış, bizimki adeta sersem bir tavuk gibi şaşkına dönmüş. Sonra bir taksiye binip çocuğun Zeytinburnu’ndaki evine gitmişler. Ohhh! Bundan sonrasını yazmasam, daha iyi galiba. Bana da ne oluyor yani? Ben neden etkileniyorum ki… Öptüyse Aysel’i öptü, seviştiyse Aysel ile sevişti. Bir ayak sesi duyuyorum, galiba Tuğba geldi. Defterimi saklamalıyım. Görürse dilinden ve alaylarından kurtulamam” ** Dedim ya defter çok küçük bir şey; çok şey sığdırsın diye ufacık harflerle yazmış. Bu beni biraz zorluyor. Esas söylemek istediğim bu değil. Şu anda bile o olayın etkisi altındayım. Defterin bir sayfasının içinde üç tane saç teli buldum. Oraya nasıl girmişler bilmem; ama bu anıları yazanın olduğunu sanıyorum. Saçları görünce kafamda bir uyuşukluk hissettim önce. Sonra bu uyuşukluk boynuma, oradan da tüm bedenime yayıldı. Neyse duygusallığı bırakalım da defteri okuyalım... ** 13 Ağustos 1970 “Ne aile be kardeşim? Ahlaksızlığın her türlüsü var bizde. Dün de annemin birinci kocasından olan kızı yani ablam Fatma çıkageldi. Onun başındaki de ayrı bir dert. Kocası işini gücünü bırakmış, zengin bir kadın bulmuş. Onunla birlikte yaşıyor ve kadının parasını yiyormuş. Kadının zenginliğinin kaynağı da belliymiş, çünkü gündüzleri başka erkeklerle gezip tozuyor para kazanıyormuş, geceleri de ablamın kocasıyla birlikte oluyormuş. Ablam hem ağlıyor, hem de anlatıyor: -Ah, şu çocuk olmasa, bir gün bile durmam ayrılırım. Ah benim kötü kaderim, bununla evleninceye kadar Tuncay ile evlenmiş olsaydım, şimdi mutlu bir yaşam sürecektim. Kaç gündür adamın eve uğradığı yok. Neymiş, ekmek kapımızmış. Kadınla aralarında hiçbir ilişki yokmuş, ama ikisini de çırılçıplak yatakta yakaladığımda ilişkileri var mı yok mu belli oldu. İnanmazsın Sibelciğim, vallahi yüzleri bile kızarmadı. ”Gel otur, hoş geldin!” dediler. Çok da misafirperverler canım! Çocuk açlıktan ölecek, para ver de bir şeyler alayım, benim oturacak zamanım yok, dedim. O şırfıntı çocuğu duyunca kudurdu, herhalde bilmiyordu arada bir çocuk olduğunu. ”Gebersin piçin, kocanı doyuruyorum yetmez mi?” dedi. Fatma ablam, evinden getirip bizim koridora koyduğu küçük bir halıyı göstererek: -Sibel anacığım be, şu halıyı satmak istiyorum. Bana yardımcı olsana. Etraftaki komşulara bir sor bakalım, belki bir alan çıkar. Ben yarın gene uğrarım. Deyip gitti. Bu sabah da tekrar geldi. Üstteki komşunun 50 lira verdiğini söyleyince hemen ona koştu, halıyı verip parasını aldı ve allahaısmarladık bile demeden kaçarcasına gitti. Seni gidi seni… Sen de kocanın gittiği, ananın gittiği yolun yolcususun ya… O çocuğa, o yavruya yazık.” 29 Ağustos 1970 Bir hafta içinde arka arkaya iki tane yangın olayına tanık olduk. Biri bizim evde, diğeri de annemin dostunun evinde. Biz Tuğba ile sinemaya gitmiştik. Herhalde yanık sigarayı aceleyle çıkarken kül tablasının kenarında unutmuşum. Sigara yana yana kül tablasından yere düşmüş, yerdeki kilimi tutuşturmuş, derken alevler sarmış evi. Bereket komşular yangını fark etmişler de kendi çabalarıyla söndürmüşler. Zaten evde değerli bir eşyamız da yoktu ya, onun için isterse hepsi yansın. O kadar önemli değil. İki eski koltuk, iki divan, birkaç kilim, üç tane de orası burası kırık sandalye… İkinci yangın esas önemli olan. Önemliden de öte ilginç. Gece saat tam 23,30’da bir çığlık, bir feryatla bir kadın bir de erkek “Yanıyoruz, yanıyoruz!” diye bağırarak üzerlerini bile giyemeden kendilerini sokağa atmışlar. Bunları görenlerin çoğu gözlerini kapamak ya da arkalarını dönmek zorunda kalmışlar. Adam, ”İçeride annem var. Yaşlı ve hasta, n’olur onu kurtarın!” diye yakınıyormuş. Ancak kimse cesaret edip de içeri giremeyince zavallı felçli kadıncağız diri diri yanarak ölmüş. İtfaiye yangını zor da olsa söndürmüş, ama annem ve dostu hâlâ polisin elinden yakayı kurtaramadılar: “ -Sen kimsin, bu adamın karısı mısın? Karısı değilsen ne arıyordun o adamın evinde? Kendiniz kaçarken, ihtiyar kadını da niye kurtarmadınız? Evde yanık ateş var mıydı, kurabiye imalatında kullandığınız fırını, yatarken söndürmüş müydünüz?” gibi soruların ardı arkası gelmiyormuş. Bu yangından dolayı bütün mahalleli annemin o adamla olan ilişkisini öğrendi. Oysa herkes annemi orada çalışıyor biliyordu. Utancımdan insan içine çıkamaz oldum. Tuğba için hava hoş: “-Ne var kızım bunda utanacak? Bir kadın erkeksiz yaşayabilir mi? Hem elâlemin namusu onlardan mı sorulurmuş!” diyordu. Dedikleri belki biraz doğruydu, ama elimde değil gene de utanıyorum. Bu olaydan sonra annem, babamdan ayrılıp o adamla evleneceğini açıkladı. Ancak babam inat olsun diye boşanmaya razı olmadı. Annem buna rağmen boşanma dilekçesini yazdırdı, mahkemeye dilekçeyi verdi mi bilemem. Üstelik dilekçede beni de tanık olarak yazdırmış. Benim tanıklığımdan ne olacak? Hem ben, babamı nasıl haksız gösterebilirim, ya da kötüleyebilirim ki… ** Daha önce de söylemiştim, eski kitap v.s’deki tozlar bende astım krizine yol açıyor. O nedenle bir maske takıp okumaya çalışıyorum yazılanları. Bu kısmı okumak daha zor nedense, ekleme yapmak zorunda kalabilirim. Ama çok az.... ** 13 Eylül 1970 (Bu sayfa küfürle dolu. Sayfa dediysem bir tek sayfa değil, tam üç sayfa küfür... Belli ki küfürler Sibel’e ait... Annesine, ablasına, kız arkadaşına küfür yağdırmış... Alçak...... diye yazmış ama kim olduğu anlaşılmıyor.) 12 Ekim 1970 Ben günahsızım. O nedenle başıma gelen felaket nedeniyle kimse beni suçlayamaz. Ben de zaten bir suçlu arayacak durumda değilim. Tuğba ablama bakarsam, iyi etmişim. Yaşamak işte böyle olurmuş. İtiraf etmek gerekirse hem korktum, hem de çok tat aldım bu olaydan. ”Necip, Necibim!” diye onun kollarında inlerken, birkaç günlük tanışıklığımız olmasına rağmen bu çocuğu çılgınca sevdiğimi anladım. Demek ki Aysel onunla ilgili söylediklerinde haklıymış. Doğrusu şu Aysel de çok cömert bir kız. En çok sevdiği erkeği elinden almama ses çıkarmadığı gibi, onu elde etmem için ne yapmam gerektiğini de öğretti bana. Bu olayı ayrıntılı anlatmalıyım, çünkü belki de bu yaşamımda bir dönüm noktasıdır: Aysel, ben ve Tuğba o gün ne yapalım da biraz eğlenelim diye düşünüyorduk. Sonunda ikisi ortak bir öneride anlaştılar: Aysel Necip’e telefon edip, bu gece arkadaşlarını ve birkaç güzel plağını alıp gelmesini isteyecekti. Evde yalnızdı, çünkü anne ve babası hasta olan babaannesini ziyarete gitmişlerdi. Birkaç günden önce de dönmeyeceklerdi. Bu öneriyi önce ben kabul etmedim. Onlar benim müzik dinleyerek dans edenleri izleyebileceğimi, bunda bir kötülük olmadığını söylediler. Ben inat ettim, direndim; ama sonunda kabullenmek zorunda kaldım. Buna rağmen Aysellere gitmeden önce heyecanlıydım. Sözlerim, davranışlarım ve duygularım arasında açıklayamayacağım bir çelişki vardı. En yeni elbisemi giydim, hafif bir makyaj yaptım, küçük bir kolye taktım. Giydiğim elbisenin bana çok yakıştığını, beni olduğumdan daha büyük gösterdiğini söylerlerdi. Nedense bu gün büyümek istiyordum… Necip’i Aysel’in anlattıklarından tanıyordum, bir kere de uzaktan görmüştüm. O zaman bile çok heyecan duymuştum, peki şimdi saatlerce onun yanında bu heyecanı nasıl gizleyecektim? Hava henüz kararmıştı ki zil çaldı. Aysel koşarak kapıya gitti. Üç delikanlının içeri girdiğini, en uzun boylu ve kahverengi bir takım elbise giymiş olanın Necip olduğunu gördüm. Hafifçe kızardığımı ve kalbimin yerinden çıkacakmışçasına attığını hissettim. Birisinin bu halimi anlayacağı korkusu içindeydim. Kimseye heyecanımı belli etmemeliydim, yoksa günlerce konuşacakları malzeme vermiş olurdum onlara. Aysel bizi tanıştırdı. Necip’e uzattığım elim tir tir titriyordu. Birden içim geçti ve yere yığıldım. Kendi çabamla kalkmak istediysem de olmadı. Hemen Necip atıldı ve koltuk altlarımdan tutarak beni ayağa kaldırdı. Herkese rezil olduğumu düşündüm. Doğrusu heyecanımı kimseye belli etmemiştim! Bravo bana… İçin için kendime kızıyordum. -Hepinizden özür dilerim. Sanırım aniden tansiyonum düştü. Ben izninizle gitmek istiyorum. Sizlerin bu güzel gecenizi de zehir etmek istemem, dediysem de hepsi bir ağızdan buna karşı çıktılar. Ah, keşke gitseydim, daha doğrusu gidebilseydim! Belki de o zaman hakkımda çok daha hayırlı olurdu. Çılgınlar gibi eğleniyorduk, daha doğrusu eğleniyorlardı. Bir köşeden onların dans edişlerini izliyor, etrafa zoraki gülücükler dağıtmaya çalışıyordum. Bu durumum Necip’in dikkatini çekmiş olacak ki benimle ilgilenmeye başladı. Beni güldürmek, eğlendirmek için tüm marifetlerini sergiliyor, akla hayale gelmeyecek şeyler yapmaya çalışıyordu. Bir ara: -Hassas olan bayanları çekici bulurum. Bu nedenle de bana çok sempatik geldiniz. -Hassas bir insan olduğumu da nereden çıkarıyorsunuz? -Bazı şeyler bilinmez, ama hissedilir. Hislerimin beni yanılttığını sanmıyorum. -Dilerim bu kez de yanılmazlar. -İnsanlar yanıla yanıla yanılmamayı öğrenirler. Sizi ilk gördüğüm an güzelliğinize ve zarafetinize hayran kaldım. Kızsanız da bir şey söyleyeceğim: Üstelik çok da çekicisiniz. -Necip bey, iltifatlarınızı bu kadar cömertçe harcamayınız. Bir de bakarsınız ben de gerçek sanıp bunlara inanıveririm. -Aman efendim, ben iltifat etmiyorum. Aksine gerçeğin çok azını söylüyorum. Hem ben her önüne çıkan bayana kompliman yapan bir erkek de değilim. Bu sözlere güldüm, o da güldü. Pikapta yeni çıkmış romantik bir parça çalıyordu. Bu parçayı çok severdim: ”Mavi bulutlar kadar ulaşılmazsın sen, taptığım tanrı kadar kutsalsın sen!”. Gözlerimi kapamış bu parçanın her kelimesini tüm benliğimle yaşamak istiyordum. Pembe, mavi, kırmızı, sarı rengarenk bir rüyadaydım sanki. Evet bu müziği çok severdim, ama şu an galiba daha da çok sevmeye başlamıştım. Bir başkaydı her kelimenin yarattığı çağrışım, hele o yanımda iken… ”Fırtınaların coşkunluğunu arama sen. İçimde yanan ateşi bir bilsen. Bir dal parçası gibi baharla kaplıyım. Senin için aşk kanatlıyım. Peri masallarındaki yakışıklı şehzadem. Artık kimseyi istemem ben.” Saatler ne kadar da çabuk geçmişti. Tuğba hâlâ dans ediyordu birisiyle. Hiç oturmamıştı saatlerdir. Bir ara Tuğba: -Biraz da yabancı plak çalalım, dedi ve pikabın yuvarlağı dönmeye başladı. Ben çok yabancıydım bu tür parçalara. Necip sordu: -Bu parça ne kadar hoş değil mi? -Evet, çok güzel. Yalnız biraz fazla romantik değil mi? diye fikir yürüttüm anlamadığım belli olmasın diye. -Evet öyle, ama romantizm insana bir başka haz verir. Bakınız seven bir insanın hislerine şu sözler nasıl da tercüman oluyor, dedi ve Türkçesini söyleyerek bana da tercüman oldu: ”Kötülük ateşinde pişmiş fahişenin sevgisi bile kutsaldır.” Belki kutsal, belki de değil. Bunun tartışması bana düşmez; fakat bunu yine de benim aklım almıyordu. Sırf sevgi olduğu için en aşağısı kutsal kabul edilen bir şey olabileceğini düşünemiyordum. Saatler gece yarısını geçtikten sonra bizimkiler ortaya içki çıkardılar. Anlaşılan her şey henüz şimdi başlıyordu. Ben de bir kadeh içmek zorunda kaldım. İlk defa içtiğimden başımın biraz döndüğünü anladım. Bunu söyleyince bana güldüler. Birbirleriyle yarışırcasına kadehleri yuvarlamaya başladılar. Biraz sonra da hepsi sarhoş olmuştu. Hayal meyal Tuğba ve Aysel’in yerde yuvarlandıklarını görür gibiydim, tabii öteki iki çocukla beraber. Necip bana: -Bak, herkes ne güzel eğleniyor. Biz neden duruyoruz? Sevişmek istemez misiniz? dedi. Bozulmuştum, öfkeyle: -Bunu teklif edebilmenize çok şaşırdım, dedim ; ama doğrusu, bunları söyleyecek gücü kendimde nasıl bulabildiğimi de hâlâ merak ederim. Başımı avuçlarının içine alıp dudaklarımdan öptüğü zaman, o anın ve içkinin etkisiyle kendimden geçmişim. Sabahleyin uyandığımda gördüklerim gerçekten de çok korkunç ve iğrenç göründü bana. Ama ben yine de iddia ediyorum ki temizim ve suçsuzum! Tuğba ve Aysel gibi olmaktan kendimi kurtarabildiysem bunda şansımın yardım ettiğine inanıyorum. Olanlardan dolayı pişman mı olmalıyım, yoksa sevinç mi duymalıyım bilemiyorum.... ** Devamı var. Bitse de ben de kurtulsam bu toz işkencesinden. Nerden girdim bu işe? ** Başkasının özel yaşamını teşhir ettiğim için vicdanen rahatsızım. “Yapmamalıydım” diye düşünüyorum. Bırakalım vicdan muhasebesini de isterseniz işimize bakalım. Buradaki sayfanın en üstünde “oğuz” ve yanında 3.... diye yazıyor. Bu beş ya da altı haneli bir rakam. Silik olduğu için anlaşılamıyor. Bir telefon numarasıdır belki de.... O dönemde kaç kişide telefon vardı ki... ** 13 Kasım 1970 “Hemen hemen bir ay geçti, ben bir tek kelime bile yazamadım. Oysa bu bir aylık süre benim hayatımın en hareketli günlerini yaşadığım bir dönem oldu. Doğrusu mutluydum ve neşeden uçuyordum adeta. Bu nedenle belki de günlerin nasıl geçtiğini anlamadım. O geceden sonra Necip’le aramızda bir yakınlık doğdu. Ona bağlandım ve onu sevdiğimi anladım. Bazen buna hakkım olmadığını, sevmemem gerektiğini düşünüyordum. Çünkü annemin ve ablamın davranışları beni korkutuyordu. Başkaları nasıl düşünür bilmem; ama annemin yaptığını bir fahişelik olarak değerlendiriyordum. Buna rağmen bir süre sonra bir fahişenin kızı olduğumu unuttum. Necip’e ailem hakkında bilgi vermek istiyordum. Bunu yapmak için çok uğraştım. Ancak o her seferinde sözümü keserek ailemi değil beni sevdiğini, diğer insanların önemli olmadığını söyledi. Her şeyi bildiğini sanıyorum, çünkü eski sevgilisi şimdi ise samimi dostu Aysel, ona mutlaka bazı şeyler anlatmıştır. Çünkü bir gün bana: -Bir annenin, bir babanın günahlarını çocukları yüklenemezler. Böylesi bir hüküm vermek mantık dışıdır, demişti. Anladığım kadarıyla o, yaşamayı, eğlenmeyi, gezmeyi seviyor; yani yaşamın tüm hazlarını tatmak istiyordu. Para probleminin olmadığını, ancak çok daha fazla parasının olmasını arzu ettiğini, bazen bir boşluğa düştüğünü, bu anlarında korkunç bir sıkıntının onu esir ettiğini söylüyordu. Bir defasında Belgrat ormanlarına kadar uzandık, çimenlerin üzerine oturduk. Düşünceliydi. Bir şeye üzüldüğü belliydi. Bana derdini söylemeyeceğini tahmin ediyordum. O nedenle söylemesi için üstelemedim. İyi ki böyle yapmışım, çünkü o kendiliğinden konuşmaya başladı: -Biliyor musun Sibel, sevgililer birbirlerinin oldukları zaman gerçek mutluluğa ulaşırlar. -Nasıl? -Seven ve sevilen iki kişi gerçek mutluluğu tatmak istiyorlarsa, tam anlamıyla birbirinin olmalılar. -Ben içinde yaşadığım mutluluktan daha fazla bir mutluluk olabileceğini düşünmüyorum. Hem varsa da istemiyorum. Çünkü çok fazla mutlu olmaktan hep korkmuşumdur. Çoğunlukla ters bir şeyler olur ve o sihir bozulur. -Sen de tam mutlu değilsin, bir şeylerin eksikliğini hissetmiyor musun? İşte ben içimdeki bu eksikliği artık anladım. Sana bu teklifle gelmeden önce çok düşündüm, seni kırmaktan korktuğum için kendimle mücadele ederek acılar çektim. -İnsan elindekilerle yetinmesini bilmeli ve daha fazlasını istememeli, dedim. O gün keyif vermedi ikimizi de. Onun isteği üzerine o günkü beraberliğimizi erken noktaladık. Eve gelince kendimi yatağın üzerine atıp hüngür hüngür ağladım. Garip bir acı vardı içimde. Şimdiye kadar hiç tatmadığım bir acıyla kavruluyordum. Bir şey boğazıma düğümlenmişti. Bir tehlikenin yaklaşmakta olduğu ihtimali içime doğuyordu. Romanlarda okuduğum kaybetme duygusunun zehrini ilk defa tadıyordum. Hayret! Bu durum içinde garip bir haz da saklıyordu. Belki de çaresizliğim böyle düşünmeme yol açmış olabilirdi. Onu kaybetmek istemiyordum. Her istediğini yapmak kararındaydım. Birbirimizin olmak benim de arzumdu, ama bu koşullarda değil! Akşam Tuğba eve erken geldi. Gözlerimdeki kızarıklıktan ağladığımı hemen anladı. Anlatmam için beni zorladı. Aslında anlatmaya, açılmaya benim de ihtiyacım vardı. Öyle de yaptım. Her şeyi anlattıktan sonra, nasıl davranmam gerektiğini ona sordum: -Gayet basit kızım, adam ne istiyorsa onu verirsin, olur biter. Hem belki o zaman seninle evlenmek zorunda da kalır. Bu kadar korkak ve kötümser olma! Yarın sevmediğin bir adamın kollarına kendini atacağına, ayağına kadar gelen bu fırsatı değerlendir ve çılgınca sevdiğin Necipciğinin ol! Sen bu İstanbul’da kız oğlan kız kaç kişi var biliyor musun? Binde bir ya çıkar, ya çıkmaz! Elalem yaşıyor kızım, sen uyu daha uyu… -Peki öyle de bu kızlar sonra nasıl evleniyor, evlendikleri adam anlamıyor mu? -Zaten çoğu seviştikleri adamla evleniyor. Aldatılanlar ise buluyor bir enayi. Erkekleri kandırmaktan daha kolay ne var? Adamın gözü dönmüş bir halde saldırıyor, biraz direniyorsun, sonra kendini bırakıyorsun. En sonunda da “Ne yaptım ben?” diye başlıyorsun ağlamaya. Erkek kısmı ağlamaya pek dayanamaz. Bir hafta, on gün sonra da anlı şanlı bir düğünle evinin kadını olup çıkıyorsun. Ve bir gün bir de bakmışın ki, namus budalası kesilivermişsin! -Olur mu öyle şey, çocuk bile inanmaz bunlara… -Aptal kardeşim, seni ben bile adam edemem! Öyleyse kendi başının çaresine kendin bak! Ne demeye benden akıl soruyorsun? Nasıl biliyorsan öyle yap! Bir kaç güne kadar ayarlayacağım adamı nikah masasına oturttuğumu görünce ne demek istediğimi anlayacaksın. Çok yorgunum ve şimdi uyumak istiyorum, deyip yorganın altına girdi. Aradan beş dakika bile geçmeden horlamaya başladı. Ohhh, ne rahat kız! Keşke ben de onun gibi olabilsem. Aslında istemiyorum onun gibi olmayı. Öyle kurnazlıklara aklım ermez benim. İyisi mi ben gene böyle kalayım. Bunları düşünürken sabah olmak üzereydi. Çelişkili düşünceler vardı kafamda. Çünkü bazen ablama hak veriyor, bazen de onun gibi düşünenleri suçluyordum. Bazen Necip’in isteklerini yapmaya, bazen de direnmeye karar veriyordum. Sabahleyin uykusuzluktan şişmiş göz kapaklarımı ovuşturarak işe gitmek için hazırlanıyordum. Geç kalarak patron bozuntusu Kenan’ın konuşmalarına fırsat vermemeliydim. Buna rağmen işe gittiğimde o, yine: -Ne o güzelim, yoksa bütün gece beni düşünmekten uyuyamadın mı? dedi. Mümkün olsa bu adamı kendi ellerimle boğarım. Yılışık, mendebur şey! ** Defterin sonuna yaklaştık. Bu kısımda yırtılmış sayfalar olduğu anlaşılıyor. Çünkü defterin ciltli kısmında parçaları kalmış. Bu tip defterler birer minik ajanda oldukları için tarih sırasına bakıldığında buradan da bunu anlamak mümkün. Acaba Sibel bu sayfalara ne yazmıştı ve neden yırttı? Yoksa ileride okuduğunda kendisini bile rahatsız edecek bir şeyler mi karalamıştı? Sorular çoğaltılabilir, ama biz defterin son sayfalarını aktaralım: ** 1 Mayıs 1971 “Her şey bitti artık. Ben Kenan Mantar’ın karısı Sibel Mantar, karnımda taşıdığım çocuğumun babasıyla, ama gerçek babasıyla evlendim. Bir kaç gün önce hamile karnımla giydiğim o bembeyaz gelinliğin bile bana yakışmadığını ve oradaki insanların riya dolu, alay dolu bakışlarını hiç unutamıyorum. Çok da komik bir halim vardı, çünkü neredeyse çocuğum yürüyerek düğünüme gelecekti. Kocamustafapaşa’da mavi boyalı, tek katlı bir evim var artık. Bundan böyle evimin hanımı olacak, çocuk üstüne çocuk doğuracak, onları büyütmekle ve tiksindiğim şu adama hizmet etmekle ömrümü geçirecektim. Şimdi bir alın yazısı olduğuna ve ne yaparsan yap bunun değişmeyeceğine inanmaya başladım. ** Aylar öncesine dönüp, olanları anlatmaya çalışayım: Necip’in isteğini yerine getirecektim. Onunla buluştuk. Ama olmadı, olmadı… İstememe rağmen onun olamadım. Daha doğrusu onun beceriksizliği yüzünden hem hayatım mahvoldu, hem de Necip’i kaybettim. O gün günlerden Pazar’dı. Bindiğimiz taksinin penceresinden giren rüzgar saçlarımı dağıtıyordu. Gecekonduların bolca bulunduğu Zeytinburnu’nda bir evin önünde durdu araba. Nasıl bir evdi, merdiven çıktık mı çıkmadık mı hatırlamıyorum. Girdiğimiz odanın duvarları dergilerden kesilip yapıştırılmış açık saçık resimlerle doluydu. Onları görünce utandım, başımı öteki tarafa çevirdim ama orası da aynıydı. Başımı nereye çevirsem aynı resimler karşıma çıkıyordu. Bir ara utanmayı bir kenara atarak bu resimleri incelemeye başladım. O: -Bu oda bir seks albümüdür. Bak burada seksolojinin her türlüsünü görebilirsin. İlginç pozisyonlar görmek istiyorsan bu tarafa bakmalısın. Bunları bulmak için çok uğraşmadım. Hepsi yurt dışından gelen dergilerden kesilmiştir. Almanya’da amcamın oğlu var, istediğim zaman hemen gönderiyor. Nasıl beğendin mi? -Bilmem. İtiraf etmek gerekirse bir an önce ne olacaksa olmasını istiyordum. Necip bir şişe iyi şarabı mutfaktan alıp getirdi. Yanına biraz fıstık ve leblebi de koydu. Kadehleri birbiri ardına yuvarlarken içmem için bana da ısrar ediyordu. Derken şişeler birken iki, ikiyken üç oldu ve dördüncü şişe de bitti. Fitil gibi sarhoştu. Ellerimi, yüzümü, ayaklarımı öpüyor, bir yandan da üzerindekileri çıkarıyordu. Sapıkça şeyler söylüyor, kendisine ayak uydurmamı istiyordu. Her dediğini yaptım, ama öylesine kendinden habersizdi ki oracığa sızıp kaldı. Kendine gelmesi için üç-dört saat geçti. Gözlerini açtığında dedi ki: -Sibel, artık benimsin değil mi? En kısa zamanda seninle evleneceğiz, göreceksin seni senden daha çok seveceğim. O günden sonra Necip, beni ihfal ettiğini zannederek günlerce aramadı. Umudumu yitirdim, yemeden içmeden kesildim. Yapılan bu hakareti hazmedemiyordum. On beş gün sonra tesadüfen yolda karşıma çıkıverdi. Yüzüne ondan nefret ettiğimi haykırarak oradan kaçtım. En ufak bir tepki vermedi. Ne bir söz söyledi ne de peşimden koştu. İki gün işe gitmedim. Kimseyi görecek durumda değildim. Patron eve haber yollayıp işe gelmemi, yoksa gelmediğim günleri haftalığımdan keseceğini söylemiş. Mecburen gittim. Kenan’ın kollarına düştüğüm günü ise lanetle anıyorum. Tatminsizlik içindeydim, biraz da Necip’e inat doyum arıyordum. Bu şartlarda karşıma kim çıkarsa çıksın onun olacaktım. Şans galiba Kenan’dan yanaydı!... Kim ne derse desin Kenan, gene de Necip’e göre namuslu bir insanmış. Üstelik o da beni sevdiğini söylüyordu. Hamile kaldığımı öğrendiği zaman derhal evlenmemiz için ailesini devreye soktu. Buna rağmen Kenan’a karşı hiçbir şey hissetmediğimi biliyorum. Bir anlık duygu beni benden aldı. Karnımdaki çocuğu da sevemedim. Sanki bu çocuk benim canım kanım değilmiş de, muzur bir tümörmüş gibi geliyor. Bundan sonra yazacak bir şeyim olacağını da zannetmiyorum. Bu yarım kalmış defter de bir gün benim tarafımdan ya da başka birisi tarafından okunur mu, onu da bilemiyorum. Elveda Sibel, elveda güzel günlerim, elveda anılarım, elveda Nec…. ** Son sözlerinde, bu defterin başkaları tarafından okunmasını istemesi içimi biraz rahatlattı. Buna rağmen yine de bu emaneti götürüp ait olduğu yere bırakma kararındayım.. Sevgili Sibel, senin adına zamandan bir şeyler kurtarmaya çalıştım. Umarım beni anlar ve bağışlarsın!... Yarın erken kalkmalıyım. İstanbul trafiği malûm... Sahaflar Çarşısı’na gitmek birkaç saatimi alacak, ama olsun.... ** 2011 yılının Nisan ayının ortalarında bir gün, internetten gelen bir mesaj beni, çok etkiledi. Çünkü mesaj, bu öykü ile ilgiliydi. Gerçi bugüne kadar aynı konuda onlarca mesaj almıştım, ama sanırım bu farklı. Evet, “Bir Anı Defteri Buldum” başlıklı öyküm çok sayıda okuru çeşitli açılardan etkilemiş ve bazıları da duygularını mesaj yazarak anlatmak istemişlerdi: “-Defteri bana gönderir misiniz?” “-Merhaba, ben Sibel. Yıllar sonra defterime kavuşacağım için çok sevinçliyim. Lütfen, defteri götürdüğünüz kitapçının adresini veriniz!” “-Başkasının özel yaşamını deşifre etmenizi kınıyorum.” “-Bu öyküdeki olaylar gerçek mi, yoksa hayal ürünü mü?” “-1970’li yıllarda bu tür olayların yaşanmış olmasını hayretle karşıladım.” “-Defteri ben bulmuş olsaydım, götürüp kitapçıya bırakmazdım. Belki bir gün sahibi çıkar ve defterini alırdı.” Şeklindeki ifadeler, gelen bazı mesajların içinde yer alıyordu. ** Üç-dört gün hiç durmadan yağmur yağmıştı. Nisan ayında yağmurun bol olması olağan bir şeydi belki, ama bu kadarı da fazlaydı. O gün, yağmurlu havada dışarıya çıkmak istemedim. İnternetle oyalanmaya karar verdim. Bir ara gelen mesaj var mı diye gmail adresime girdim. Bir tane vardı. Tanıdık birisinden değildi. O nedenle okumadan silip silmeme konusunda kısa bir tereddüt yaşadım. Ancak, o sırada yapacak pek işim olmadığı için okumaya karar verdim ve mesajı açtım. İyi ki açmışım, çünkü belki de tam kırk sene sonra Sibel ile ilgili bir ipucu yakalamış olabilirdim. Bu öyküyü internet sitelerinde yayımlamaya başlayalı ne kadar oldu, tam olarak hatırlamıyorum. Galiba yaklaşık 7-8 sene olmuştur. Önce Oruç Yıldırım takma adıyla sitelere eklemiştim, son 5-6 senedir de kendi adımla. Az önce de söylediğim ve bazı örneklerini verdiğim gibi mesajlar da almıştım. Bu mesajların içinde Sibel olduğunu iddia eden çok sayıda kişiye de rastlamıştım, ama hiç birisinin iddiası, inandırıcı gelmemişti. Ancak son mesaj bana “Acaba bunca yıl sonra, Sibel ortaya mı çıkacak?” sorusunu sordurmuştu. Lafı uzatmadan mesajı aynen veriyorum: “Ömer bey merhaba. Ben öykünüzde söz ettiğiniz Sibel. Tabii gerçek adımın Sibel olmadığını siz de biliyorsunuz, ben de. Size defterimdeki anıları yayımlarken gerçek adımı kullanmadığınız için teşekkür ederim. Bu öyküyü, ilk defa internette dört sene önce okumuştum. Bu zaman zarfında size yazıp yazmamak hususunda defalarca karar değiştirdim. Yazıp da göndermediğim mesajların sayısı oldukça fazladır. Bugün ise bütün cesaretimi toplayarak yazmaya karar verdim. Önce neden yazmaktan çekindiğimi açıklayayım: Geçen hafta onsekiz yaşına basan bir kızım var. Onun benim geçmişimi bilmesini istemiyorum. Etkilenebilir, belki de utanabilir. Hâlâ size yazmakla iyi mi, kötü mü yaptığımı o yüzden düşünüyorum. Her şeye rağmen neden yazdığımı da şöyle anlatayım: Bu öykünün yarım kalmasına gönlüm razı olmadı. Yaşanan olaylar geride birçok soru işareti bırakmış gibi duruyor. Bu öyküyü okuyan insanların bu soruların cevaplarını da bilmeleri gerektiğini, dahası buna hakları olduğunu düşünüyorum. Öykünün devamını size anlatacağım. Sırrımı kimseye vermeyeceğinizden eminim. Lütfen yanlış anlamayın, size bir güvensizlik olarak da yorumlamayın; ama içimdeki kuşkuyu bir türlü tam olarak atamıyorum. Kendimden emin olunca size tekrar yazacağım. Selamlar. Sibel” Mesajı okuduktan sonra beş dakika kadar zihnimi toparlayamadım. Aklım karışmıştı. Bitti diye noktaladığım bir öykü, zorla devam etmek istiyor gibiydi. Sibel olduğunu iddia eden kişinin söyledikleri doğru olmayabilirdi, ama gerçek adını kullanmadığımı nasıl bilmişti? Bir cevap yazdım. Söylediklerini inandırıcı bulmadığımı, daha önce de benzer türden iddialarla karşılaştığımı, o nedenle ikna edici deliller ortaya koyması gerektiğini belirttim. Tam onüç gün Sibel olduğunu iddia eden bu kişiden bir haber çıkmadı. Nisan ayının son günlerinden birinde ise şöyle bir mesaj aldım: “Ömer bey, gene ben. Yani Sibel! Sizin kuşkularınızı çok iyi anlıyorum. Üstelik bu konuda birçok olay yaşamışsınız. Tabi ihtiyatlı davranacaksınız. Ama ben sizi asla aldatmıyorum. Görüştüğümüzde –ki bu konuda kesin bir karara varmış değilim- size Sibel olduğumu kanıtlayacağım. Sizden ricam, bana telefon numaranızı bildirmeniz. Telefon numaranız gelince bu mesaj adresini kapatacağım, çünkü sadece sizinle bu yazışmaları yapmak için açmıştım. O nedenle artık bu adresten bana mesaj atmayın, sadece telefonumu bekleyin. Görüşmeye kesin karar verirsem, sizi mutlaka arayacağım. Selamlar. Sibel” Sibel’in isteğini yerine getirdim, yani sadece telefon numaram yazılı olan bir mesajı gönderdim. Bundan sonrası için yapabileceğim bir şey yoktu. Bekleyecektim. Bu bekleyiş, öncekinden daha uzun sürdü. Bir aydan fazla bir süre Sibel’den hiç ses çıkmadı. Görüşmemeye karar verdiğini düşünmeye başlamıştım. Bu kararına saygı duymaktan başka yapacak bir şey yoktu. Üstelik böyle bir karar beni biraz da sevindirdi; çünkü başkalarının sırlarını öğrenmek ve bu sırları saklamak zorunda olmak gerçekten büyük bir yüktü. O nedenle bu suskunluk beni rahatlattı. Haziran ayının birinci günü telefonum çaldı. Baktım, arayan numara gizlenmişti. Açtım telefonu. Tanımadığım bir bayan sesiydi duyduğum. Sibel olduğunu ve ayın beşinde Pazar günü saat 12’de Moda’daki bir çay bahçesinde buluşup konuşmak istediğini söylüyordu. Konuşmamız çok kısa sürdü ve “iyi günler” bile dilemeden telefonu kapattı. Sibel topu bana atmıştı. O yüzden çok sıkıntıdayım. Ne yapacağımı, nasıl davranacağımı bilemiyorum. Bu 2-3 gün çok zor geçeceğe benziyor! ** Düşündüğüm gibi oldu ve sıkıntılı iki gün yaşadım. Bu konu sürekli zihnimi meşgûl etti. Ben unutmak için çaba harcadıkça tersi oldu. Adeta beynimin acıdığını hissettim. Kızgındım. Kime mi? Kendime. “Neden gelen mesaja cevap yazdım, neden yanlış bir telefon numarası verip bu meseleyi kapatma yoluna gitmedim? “ Sorularını sordum durdum. Cevaplar da verdim, ancak bunların hiç biri beni tatmin etmedi. “Beceriksiz, aptal, düşüncesiz, kafasız!” diyerek, kendimi suçladım. Bu süre içerisinde ne tek bir satır okuyabildim, ne de bir tek cümle yazabildim. Konuşulanları tam olarak algılayamıyor, yediğimden içtiğimden tat alamıyordum. Unutmak için uykudan medet umduysam da, o da boşunaydı. Neyse, Pazar günü sabahı erkenden uyandım. Aslında o gece, doğru dürüst uyuyamamıştım. Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Yüzümü yıkayınca biraz kendime gelir gibi oldum. Kahvaltıyı ettikten sonra, geç kalmış bir insan gibi kendimi hızla dışarıya attım. Evdekilere hiçbir şey söylememiştim. Hayretle arkamdan bakakalmışlardı. Otobüs durağına geldiğimde bekleyen üç kişi olduğunu gördüm. Biraz sonra bir Kadıköy otobüsü durağa yanaştı. Binmek için bir hamle yapmadım, kayıtsız bir şekilde otobüse baktım. Bundan üç-dört dakika sonra bir tane daha Kadıköy otobüsü geldi. Değişen bir şey yok, ona da sadece bakmakla yetindim. Üsküdar’a giden bir otobüs durakta durunca bindim. Galiba Sibel olduğunu söyleyen bayanla olan randevuya gitmekten vazgeçmiştim. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Üsküdar’daydım. İndim. Deniz kenarına doğru yürümeye başladım. Burada sakinleşeceğimi, kafamı dinleyebileceğimi sanmıştım. Yanılmışım. Vapurların, motorların, arabaların, satıcıların birbirine karışan seslerini kulaklarım bir çığlık gibi algılıyordu. Güzelim Üsküdar ne hale gelmişti! Yıllar önce deniz kenarında “Hacı Baba Restaurant” vardı. Üst katına çıkıp bir porsiyon kalkan ve yanına da bir duble rakı söyledin mi, gel keyfim gel! Gözlerim Hacı Baba’yı aradı, ama boşuna. Yıkılalı kim bilir kaç yıl oldu? Burası da beni sarmamıştı. Vapur iskelesine doğru yürüdüm. İskelenin yanındaki durakta bir otobüste Üsküdar-Kadıköy yazısını görünce adımlarımı hızlandırdım. Ama otobüs hareket emişti bile. Arkasından koşmaya başladım. Şoför aynadan beni farketmiş olmalı ki yavaşladı ve en arka kapıyı binmem için açtı. Kadıköy’de otobüsten inip yürümeye başladım. Ortalık kalabalıktı. Orta yaşlı bir bayan bana çarptı, bir delikanlı ayağıma vurdu, çiçek satan bir çingene kızı elindekileri bana doğru uzattı; neredeyse gözümün içine sokacak. Hepsine kaba kaba söylendim. Aksilikler bugün hep benimle olacak gibi. Nitekim, yayalara yeşil yanarken geçtiğim halde hemen yanımda biten bir taksi plakalı aracın fren sesiyle irkildim. Durabilmişti, ancak tersi de olabilirdi. Sürücüsüne pis pis baktım, o ise sırıtıyordu. Kadıköy çarşısında balıkçıların olduğu yerde bir birahane var. Her Kadıköy’e indiğimde mutlaka oraya uğrarım. Orası benim “zamanı durdurma” deneyleri yaptığım yerdir. Zamanı durdurma dediysem bu saatlerce filan zannedilmesin; sadece bir an… Dışarıdaki masalardan birine yüzümü deniz tarafına dönerek oturdum. Arkamda bir manav vardı ve her zamanki gibi adam sebze-meyvelerini düzeltmekle uğraşıyordu. Arada bir yeşilliklere su atıyor, birkaç damla da benim payıma düşüyordu. Sağ tarafta bir balıkçı, onun yanında et satan bir dükkan, bitişiğinde tarihi bir çeşme, bir kilise sıralanıyordu. Ben bir şey söylemeden garson masaya servis açmış ve bir bardak birayı da koymuştu bile. Biraz sonra da benim sipariş vermemi beklemeden arnavut ciğerini ve midye tavayı getirecekti. Böylece o sormak, ben de söylemek zahmetine katlanmıyordum. Kafamı kaldırıp karşı tarafa baktım. İnsan doluydu. Çarpmaması için etraftakileri uyarmak amacıyla bağıran bir delikanlı, balık kasalarını yüklediği bilye tekerlekli arabayı çekerek geliyordu. Çeşmenin yanına oturmuş olan bir kedi balıklara bakıyordu. Delikanlı benim yanımda durdu, bir balık alıp kediye atarken “Al, bu da senin göz hakkın.” Deyip arabayı çekmeye başladı. Kedi, atılan balığa şöyle bir göz attı. İsteksiz bir şekilde balığı ön ayaklarının arasına aldı. Yiyeceğini zannettim. Hayret, yemiyordu. Ön ayaklarındaki balığı sımsıkı tutarak sırtüstü yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanmadan vazgeçip balığı bırakıp yarım metre kadar geriye çekildi ve oradan balığın üzerine atladı. Bu oyun birkaç dakika sürdü. Karnının aç olmadığı belliydi. Balık ağzında oradan uzaklaştı ve ben oturduğum süre içinde de bir daha aynı yere gelmedi. Saate baktım. Tam 11.00’i gösteriyordu. Burada daha yarım saat oturabilirdim. Zamanı durdurdurma deneylerine başlamak istiyordum. Karşıdan gelen yaşlı, ama dinç bir adam, gene birbirine yaslanarak yürüyen yaşlı bir çift, ikisi kız birisi erkek kalabalığa aldırış etmeden yanyana yürümekte ısrar eden üç genç bu insan kalabalığında dikkatimi çekenlerdi. Bir an, yaşlı ama dinç dediğim adamın yüzü adeta dondu, midye dolu tabağı masaya koymak isteyen garsonun eli havada kaldı, gençlerin adımları kopan bir filmin son karesi gibi durdu. İşte benim zamanı durdurmam böyle oluyor. Tabi az sonra herşey kaldığı yerden devam edecekdi. Adamın yüzü eski halini alacak, garson tabağı masaya koyacak, gençler yürümelerini sürdürecek… Bir de zamanı gerilere götürmeyi denemeliyim, diye düşündüm. Mesela kırk yıl geriye. Neden kırk yıl? Yoksa Sibel’in anı defterini yazmaya başladığı yıllara mı gitmek istiyordum? Evet, istediğim buydu. Denedim, ama başarısız oldum. Sibel’in nasıl bir görüntüsü olduğunu tahmine çalıştım. Orta halli bir bayanın üzerindeki giysilere sahip, etli dudaklı, yeşil gözlü, zayıf biri olmalıydı. Boyu uzun, elleri ince, yüzünde yılların ve çektiği acıların izleri olan kırışıklıklar… ** Yıllarca kaldığı müzeden çıkarılıp sefere konulan trmvayın içinde, Bahariye’ye doğru yol alıyorum. Aracın içindeki yolcuların çoğu orta yaşın üzerinde, genç denebilecek sadece bir-iki kişi var. Tramvay rahatsız edici bir metalik ses çıkararak ilerliyor. Her durağa yaklaştığında duramayacak, frenleri tutmayacak sanıyorum, ama zorla da olsa duruyor ve beni yanıltıyor. Yeniden kalkması ise umulandan biraz daha uzun sürüyor. Anlaşılacağı gibi, randevuya gitmeye karar vermiştim. “Gidersem ne kaybederim? Bir-iki saat. Bugüne kadar bir-iki saati boş yere hiç mi harcamadım? Ya doğruysa söyledikleri? “ Diye düşünmüş ve tramvay durağına gitmek amacıyla birahaneden ayrılmıştım. Bahariye caddesindeki yokuşu çıktıktan sonraki ilk durakta tramvaydan indim. Modadaki çay bahçesine doğru yürümeye başladım. Yaklaştığımda bir simitçiye rastladım. İki tane simit aldım. Bahçedeki masalardan birine oturdum. Buradan giriş kapısını rahatlıkla görebiliyordum. Garson gelip bir arzum olup olmadığını sordu. “Biraz sonra!” diyerek bu soruyu cevapladım. Arkamdaki masada iki delikanlı ve bir kız yüksek sesle bir konuyu tartışıyorlardı. Sesleri yüksek çıktığı için dikkat çekiciydi. Tartışma bazen el şakalarına dönüşüyor, sandalye ayaklarının çıkardığı seslere gülüşmeler karışıyordu. Saat 12’yi geçmişti. Bu ana kadar kapıdan tek başına giren sadece iki bayan olmuştu. Bunlardan biri gençti ve o nedenle Sibel olamazdı. Diğeri orta yaşın biraz üzerindeydi, ama kendisini bekledikleri anlaşılan bir masadan sallanan ellere doğru yönelmişti. Benim yakınımdaki bir masadan boş bardakları toplayan garsondan bir çay istedim. Çayın gelmesi fazla sürmedi. Simitlerden birisini çayla yemeğe başladım. Simit bitince masanın üzerine dökülen kırıntıları toplayıp bahçe duvarının kenarına çekilmiş olan tel örgünün yanına bıraktım. Az sonra bu kırıntıları fark eden iki güvercin oraya geldi. Kuşları gören bir kedi de yavaş ama dikkatli adımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladı. Kuşlarla arasındaki mesafe 3-4 metreye inince durdu ve oradaki küçük bir çukurun içinde pusuya yattı. Hafif kabarık sırtından her an saldırıya geçmeye hazır olduğu anlaşılıyordu. Kuşlar hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyorlardı, ancak kedi ile aralarında olan mesafeyi de hiç azaltmıyorlardı. Bu nedenle tehlikeyi sezmiş oldukları sonucuna varmıştım. Dakikalarca bu ölüm-kalım oyununu izledim. Değişen bir şey olmadı. Yani ne kedinin ne de kuşların farklı bir hareket yapmak gibi niyetleri vardı. Buraya gelme amacımı unutmuştum. Merakla kuşların ve kedinin bu oyunlarını seyrediyordum. Derken lüks bir arabanın motor ve fren sesi önce kediyi hareketlendirdi. Kedinin hareketlendiğini gören kuşlar da kanatlarını çırparak uçup gittiler. Araba durdu, şoför inip arka kapıyı açtı, içinden şık giyimli bir bayan çıktı. Bence arabadan inen bayanın Sibel olma ihtimali yoktu. O nedenle fazla dikkat etmedim, ama o şık bayanın biraz sonra çay bahçesinin kapısından hızlı adımlarla girerken, bir taraftan da çantasını karıştırdığını, telefonunu çıkarıp numara çevirdiğini ve telefonu kulağına götürdüğünü gördüm. Birkaç saniye sonra da benim telefon çaldı. Baktım. Bilinmeyen bir numaraydı. Telefonu açtım: -Ömer bey, ben buluşacağımız yere geldim. Siz orada mısınız, yoksa ben gecikince gittiniz mi? -Hayır gitmedim. Sizi bekliyorum. -Neredesiniz? Sizi göremiyorum. -Tam karşınıza bakın, 7-8 metre ileride ayakta duruyorum. -Tamam gördüm. Dedi ve yanıma geldi. Orta yaşın biraz üzerinde, saçı başı yapılı, makyajlı ve oldukça pahalı giysiler giymiş olan orta boylu, toplu ama şişman denemeyecek bir kiloya sahip bir bayandı karşımdaki. Benim hayal ettiğim Sibel’e pek benzemiyordu. Gözlerinin yeşil olduğunu düşünmüştüm, kahverengiydi. Dudakları da etli değil, incecikti. Oturduktan sonra bir müddet dinlendi ve konuşmaya başladı: -Geciktiğim için sizden özür dilerim. İnanın bilerek, isteyerek olmadı. Trafik engeline takıldık. Kaza olmuş. Tam birbuçuk saat sanki çakılıymış gibi hiç hareket etmeden beklemek zorunda kaldık. Beklemeyip gideceksiniz diye endişelendim. Lütfen kusura bakmayın. -Rica ederim. İstanbul’da yaşamayı seçenler maalesef bu tür aksiliklerle her zaman karşılaşabilirler. Bu şehir, hepimize bazı bedeller ödetiyor. Sıkı sıkıya sarıldığı çantası kucağındaydı. Bu komik durumu kendisi de fark etmiş olmalı ki gülerek çantasını masanın üzerine koydu. İçinden bir paket sigara çıkardı. İçip içmeme tereddütünden sonra: -Bir sakıncası var mı? Diye sordu. -Rica ederim, buyrun, deyince de sigarasını yaktı. Sigarası bitinceye kadar konuşmadı. Ben de söze nasıl başlayacağıma, ne diyeceğime, ne soracağıma bir türlü karar veremediğimden susuyor, onun konuşmasını bekliyordum. -Mesajınızdan anladığım kadarıyla bana inanmamışsınız. Aklınızdaki kuşku ve sorulara bugün açıklık getireceğim. -Kusura bakmayın. Bu sizden kaynaklanmıyor. Daha önceki deneyimlerim beni bu konuda oldukça kuşkucu olmaya zorladı. İkna edici delillere sahip olduğunuzu söylemiştiniz. Belki düşüncelerimi bu delillerle değiştirmeye muvaffak olursunuz. -Bunu başaracağımdan eminim. Dedi ve çantasından kimliğini çıkarıp, bana uzattı. Ve ekledi: -Sibel’in gerçek adını hatırlıyor olmalısınız. Çünkü anı defterinde yazıyordu. -Evet, hatırlıyorum. Dedim ve kimliğe baktım. Doğruydu. -Sibel’in şimdi kaç yaşında olması gerekiyor? -Tam olarak söylemem mümkün değil; defterde bu konuda kesin bir bilgi yoktu. Ama tahminime göre 55 ile 58 arası olabilir. -Kimlikteki doğum tarihine bakar mısınız? -Evet bu da tutuyor. -Şimdi bana inandınız mı? -Tam değil. Ad ve doğum tarihi benzerliği olabilir. -Peki, gerçek adımı kullanmayıp Sibel olarak beni tanıtmanızı nasıl bildim? Bu da mı sizce bir kanıt değil? -Böyle bir şey yapacağımı tahmin etmiş olabilirsiniz. -Size son olarak sizden ve benden başka kimsenin bilemeyeceği bir bilgi daha sunacağım. Dedi ve yere düşen bir bardağın kırılma sesiyle yerinden fırladı. -Bardak düşmüş olmalı. Korkmayın. Dedim. Arka masadaki gençler şakanın dozunu kaçırdıklarından bardağın kırılmasına neden olmuşlardı. -İsterseniz, yerimizi değiştirelim. Daha sakin bir yere gidebiliriz, dedim. -İyi olur, dedi ve oradan kalkıp çay bahçesinin en ucundaki bir masaya oturduk. Öksürmeye başladı. Öksürmesi duracağa benzemiyordu. Bitince: -Sigaradan olmalı, çok mu içiyorsunuz? Diye sordum. -Hayır, sigaradan değil. Benim derdim başka! -Sözünüz yarım kalmıştı. -Evet, tamamlayayım: Sadece sizin ve benim bildiğim bir bilgi var demiştim. -Evet, nedir o bilgi? -Öyküdeki bütün kahramanların adlarını değiştirdiniz mi? -Evet, değiştirdim. -Hayır değiştirmediniz. Daha doğrusu bir tanesinin adını aynen verdiniz. Onun kim olduğunu söyleyeceğim. Söyledi. Doğruydu ve karşımdaki bayan, kesin olarak Sibel’di. Bu durum beni gerçekten heyecanlandırmıştı. -Bitmedi, dedi ve elini çantasına atıp bir defter çıkardı, bana uzattı. Anılarını yazdığı defterden farklıydı; ama içini açtığımda yazıların aynı olduğunu gördüm. -Sibel’in yazısını hatırlıyor musunuz? Buradakilere benziyor mu? -Evet benziyor. Aynı. Siz Sibelsiniz… -Şükürler olsun. En nihayet başarabildim. -Aklıma takılan bir soru var: Sizin mesajınızdan anladığıma göre 18 yaşında bir kızınız varmış. Halbuki anı defterinin sonlarında hamile olduğunuzu söylüyordunuz. Yani 39-40 yaşlarında bir çocuğunuz daha olmalı. -Evet, o zaman hamileydim, ama o çocuk doğmadan öldürüldü. -Doğmadan öldürüldü mü? Kim ve neden öldürdü? -Babası tarafından öldürüldü. Anlatayım: Evlendikten sonra Kenan bana bir ay kadar iyi davrandı. Sakin bir hayat sürüyorduk. Annesinin bize gelmesiyle bu huzurlu ortam bozuldu. Kayınvalidem benden hoşlanmıyordu ve bunu her fırsatta belli ediyordu. Düğünde takılan para ve altınları ondan isteyince çok sinirlendi. Halbuki düğün gecesi, çalınmasın diye ne kadar para ve altın varsa -hatta buna kolumdaki bilezikler de dahil- hepsini bir bohçaya sardı ve ertesi gün bana teslim edeceğini söyleyerek götürdü. Aradan geçen bir aylık zaman içinde bu sözünü yerine getirmedi. Ben de takıları istedim. Çok bozuldu, sinirli bir şekilde yanımdan ayrıldı. Bu kızgınlıkla evine gideceğini sandım, gitmedi; oğlu akşam işten dönünceye kadar bekledi. Ben mutfakta yemek hazırlarken o, içeride oğlunu benim aleyhime doldurdu. Tam olarak ne konuştuklarını duyamıyordum, ama kulağıma gelen birkaç kelimeden beni şikayet ettiğini anlamıştım. Sofrayı hazırladım, çorbaları taslara koyduktan sonra sofraya oturdum. Tam kaşığımı elime almıştım ki Kenan’ın bir tokadı ile neye uğradığımı şaşırdım. Hiçbir şey sormadan, konuşmadan bana vurmuştu. Kayınvalidem oğlunun bu davranışı karşısında tepki vermedi, sadece soğuk bakışlarıyla beni süzdü. Ağlayarak sofradan kalktım ve yatak odasına gidip kendimi karyolanın üzerine attım. Sibel olanları anlatırken adeta tekrar yaşıyordu. Gözlerinden süzülen yaşları silmek için konuşmasına ara verdi. Tam o sırada garson geldi ve Sibel çay içmek istediğini söyledi. -Üzülecekseniz konuyu değiştirelim, dedim. -Hayır değiştirmeyelim. Anlatmak istiyorum. Kırk yıldır yaşadığım birçok olayı kimse ile paylaşamadım. Bunları tekrar tekrar kendime anlattım durdum. Oysa şimdi anlatıp rahatlamak istiyorum. Hiç olmazsa ömrümün son günlerini bu yükten kurtulmuş olarak geçirmek arzusundayım. -Ömrünüzün son günleri mi? Ne demek istediniz, anlayamadım! -Lafın gelişi canım. Siz benim her söylediğimi ciddiye almayın. -Peki, öyle olsun. Sizi dinliyorum. -Dayaktan sonra o geceyi bizde geçiren kayınvalidem, ertesi sabah evine döndü. Kenan’la dört gün tek kelime bile konuşmadık. Dördüncü günün gecesi yaptıklarının hesabını sormaya karar verdim. Birkaç cümle söylemiştim ki kafama aldığım bir yumrukla yere yıkıldım. Öfkesini alamamış olmalı ki düştüğüm yerde beni tekmeleye başladı. Kaç tekme vurdu bilmiyorum. Sadece, ortalık kan içinde kalınca paniklediğini hatırlıyorum. Bayılmışım. Ayıldığımda bir hastanedeydim ve başucumda kayınvalidem vardı. Onu görünce bir çığlık attım. “Bu kadını burada istemiyorum, alın götürün şunu!” diye bağırmaya başladım. Hemşire ve doktorlar bağırışımı duyup içeri girdiklerinde onlara da kayınvalidemi buradan çıkarmalarını istediğimi söyledim. Dediğimi yaptılar, rahatlamıştım. Daha sonra başka bir doktor gelerek beni muayene etti ve bebeğimi kaybettiğimi uygun bir şekilde anlattı. Olumsuz bir tepki göstermediğimi görünce doktor biraz şaşırır gibi oldu. Lütfen beni kınamayın, ama doğrusu bebeğin düşmesine hiç üzülmemiştim. Garson çayları getirdi. Diğer simidi Sibel’e uzattım. Ortadan bölüp yarısını bana vermek istedi. O gelmeden önce simit yediğimi söyleyip teşekkür ettim. İştahla simidi yemeye başladı. Simidi bitirince birer çay daha istedik. Sibel hemen bir sigara yaktı. Birkaç nefes çekti. Bir telefon sesi duyuldu. Sibelin telefonuydu, açtı ve kısa kısa birkaç kelimelik cevaplar vererek konuşmayı sonlandırdıktan sonra, ayağa kalktı. -Gitmek zorundayım. Nedenini sormayın. Size daha sonra anlatırım. -Çayınızı içseydiniz bari! Şimdi gelir… -Ne olur beni bağışlayın! Gitmem lâzım. Ben sizi en kısa zamanda arayacağım. Alllahaısmarladık. Dedi ve hâlâ elinde olduğunu farkettiği sigarasını tablada söndürüp, hızlı adımlarla kendisini bekleyen arabasına doğru yürümeye başladı. Şoförün açtığı kapıdan arabaya binmeden önce benim bulunduğum tarafa doğru baktı, hafifçe gülümsedi ve el salladı… ** Sibel, sözünü tuttu. Üç gün sonraya randevu verdi. Aynı çay bahçesinde buluşacaktık. Saat 18.00’de. Yarım saat önceden gittim. Gene güvercinlerle biraz oyalandım. Denizi seyrettim. Manzara dinlendirici, serin esen rüzgar rahatlatıcıydı. Bir ara hava bulutlanır gibi oldu. Hatta biraz yağmur bile çiseledi, ama bu uzun sürmedi. Birkaç dakika sonra bulutlar dağıldı, güneş deniz tarafından kendini göstermeye başladı. Randevu saatinden beş dakika önce bir dört çeker arabanın çayhanenin bahçe duvarının yanındaki yolda durduğunu ve içinden Sibel’in indiğini gördüm. Yanıma geldiğinde yüzü gülüyordu, sevindirici bir olay yaşamış olmalıydı. -Gülmek size yakışıyor, güzelliğinizi ortaya çıkarıyor, dedim. -Ne olur böyle demeyin, sonra bu sözünüzü gerçek zannedip inanıveririm. İltifatınıza teşekkür ederim. Kızım yurt dışında tahsil yapıyor, birkaç günlüğüne geldi. O nedenle çok sevinçliyim. Aslında bu günlerimi onunla geçirmek isterdim, ama arkadaşları ile buluşmaya gitti. Ben de o yüzden buraya geldim. O gün buradan acele ile ayrılmamın sebebini de böylece öğrenmiş oldunuz. Geleceğini haber vermemişti, sürpriz yapmak istemiş. Eve gidince aramış ve ben de apar topar kalkmak zorunda kalmıştım. Dedi,ancak ben buna inanmadım. Bu konuda yalan söylediğini düşünüyordum. -Önceki görüşmemizde soracaktım, unutmuşum. Benim anı defterimi bulduğunuz, daha sonra da götürüp bıraktığınız kitapçının adresini verebilir misiniz? -Adres olarak veremesem de tarif edebilirim. Fakat neden bunu istediğinizi anlamadım. Oraya gitmeyi düşünüyor olamazsınız! Yoksa yanılıyor muyum? -Evet. Çünkü gidip o kitapçıyı bulmak ve defterimi aramak istiyorum. Biliyorum, bulamama ihtimalim çok yüksek. Buna rağmen ileride “keşke gidip bir baksaydım” dememek için oraya gideceğim. Kitapçının bulunduğu yeri tarif ettim ve o da geçen günkü konuşmasına kaldığı yerden devam etti: -Hastanenin kokusu çok rahatsız ediciydi. Her nefes alışımda bu rahatsızlığı hissediyordum. Buna nasıl tahammül edeceğimi bilemiyordum, ama iki gün sonra bu kokuya alıştım; artık beni eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Hastane personeli, bana karşı çok iyi davranıyorlardı. Refakatçimin olmayışı tuhaflarına gitse de bunu bana sezdirmemeye çalışıyorlardı. Ziyaret saatlerinde de, ne gelenim ne de gidenim vardı. Hastanede yattığım süre içinde o kocam olacak alçak, namussuz iki kere geldi. Ağzımı bozduğum için sizden özür dilerim. Ne kadar dikkat etmeye çalışsam da bazen birden bire gene, o varoşların kızı Sibel oluveriyorum. -Önemli değil. Lütfen kendinizi sınırlandırmayın, içinizden geldiği gibi davranın, dedim. Daha önceki görüşmemizde dikkatimi çekmeyen başka bir şey daha vardı: Sibel arada bir, hafifçe zıplama refleksi gösteriyordu. Bu hareketi karşısındaki kişiyi ve kendisini rahatsız ediyordu. Ben sormadan o anlattı: -Bu zıplamalarım o günden kalma. Bir türlü engel olamıyorum. Bazen seyrek, bazen de çok sık… Utanıyorum başkalarının yanında olunca. -Hangi günden kalma? -O adamın haberim olmadan yüzüme tokat patlattığı günden. Onca yıl geçti, bunun bir çaresini bulamadım. Sadece bu olsa gene iyi. Bir de o günden beri kötü bir olay olacakmış ya da kötü bir haber alacakmışım gibi bir düşünce sürekli zihnimi işgal ediyor. Habersiz yakalanmamak için tetikte bekliyorum. Gerçi beklediğim o kötü şeyler olmadı, olmuyor; ancak bu gerçeği kendime anlatamıyorum. Sibel’in neşesi kayboldu, ağlamasa da gözleri doldu. Elleriyle masaya birkaç kere vurdu. Konuyu değiştirmek için garsona işaret ettim. Geldi. Siparişlerimizi verdik. -Evet, o adam iki kere ziyaretime geldi. Bir şeyler söyledi. Özür mü diledi, pişmanlığını mı anlattı, yoksa hakaret mi etti bilmiyorum. Söylediklerinin benim için hiç önemi olmadığından tek bir kelimesini bile dinlemedim. Yüzümü öteki tarafa çevirip gözlerimi kapattım. Fazla durmadı, gitti. İkincide de aynı tepkiyi verince bir daha gelmedi. Hastaneye yattığımın altıncı gününde odadaki boş olan yatağa bir hasta getirdiler. Altmış yaşlarında bir bayandı. Üç tane kızı vardı yanında. Bir tanesi refakatçı olarak kaldı, diğerleri gitti. Kadının rahatsızlığının ne olduğunu şimdi tam olarak hatırlamıyorum. Üç gün acı içinde kıvrandığını, sabahlara kadar bağırdığını ise hiç unutmadım. Geceleri onun sesinden gözüme uyku girmiyordu. Kızı defalarca benden özür diledi. Ne hastanın ne de kızının bu konuda elinden bir şey gelmesi söz konusu değildi. Dördüncü gün, kadını ameliyata götürdüler. Giderken gözlerimiz karşılaştı. Ne tuhaf? Yüzünde bir sûkunet vardı. Sanki günlerdir bağıran o değildi. Üç-dört saat sonra kızı, odaya geldi ve annesinin eşyalarını aceleyle toplayıp, ağlayarak orayı terketti. Ben sormadım, o da ne olduğunu bana açıklamadı. Bir daha o hastayı odaya getirmediklerine göre, ne olduğu belliydi. Sibel, bir sigara içimi kadar süre için izin istedi. Konuşurken yorulmuş, nefes alışı hızlanmıştı. Yorulması gayet normaldi, çünkü sadece konuşmakla kalmıyor olayları bir kez daha yaşıyordu. Beden dilindeki tepkilerden bunu anlamak mümkündü. Sigarası bittikten sonra 10-15 dakika kadar daha konuşmadı. Ben de konuşması için üstelemedim, kendiliğinden anlatmasını tercih ediyordum. Sonunda konuşmaya başladı: -Hastaneye geleli iki haftayı geçmişti. Artık iyileştiğimi hissediyordum. Odanın içinde dolaşarak geçirdiğim süre, yatarak geçirdiğim süreden daha fazlaydı. Doktorum da bunu farketmişti. İstersem bir-iki güne kadar taburcu olabileceğimi söyledi. Ben bu açıklama karşısında susmayı tercih ettim. Doktor ve hemşireler gittikten sonra “buradan çıktığımda ne yapacağım?” sorusunun cevabını bulmaya çalıştım. Önce panikledim, sonra da kara kara düşünmeye başladım. Evime, o adamın yanına gitmek istemiyordum. Anneme gitsem kabul etmezdi, çünkü ben evlendikten sonra ablam Tuğba tek başına kalamadığı için onun yanına sığınmıştı. Bu bile evli olduğu adamın kavga çıkarmasına neden olmuştu. Annemin önceki kocasından olan ablam Fatma’nın da beni kabul edeceğini zannetmiyordum. Çünkü, kabul etse bile orada yapamazdım. Serseri kocası hep işsizdi. Bu fakirlikle beni barındıramazlardı. Yanına sığınabileceğim samimi olduğum bir arkadaşım da yoktu. Yani anlayacağınız çaresizdim, çaresiz!.. Ağzından çıkan son kelimeleri oldukça yüksek sesle söylediğini farkeden Sibel özür diledi. Yanımızdaki masalar boştu. Buna rağmen ilerideki masalardan bazı insanların başlarını bizden tarafa çevirdiklerini gördüm. -Lütfen sakin olun, heyecan yapmayın. O yıllar artık geride kaldı, dedim. -Evet o yıllar artık geride kaldı, bu doğru. Peki, öyleyse neden bir gölge gibi bu tatsız anılar beni takip ediyor? Ne denir bunlara? Takıntı mı, kabûs mu? -Bir uzmandan yardım alarak bu hoş olmayan durumların da üstesinden gelebilirdiniz. -Dediğinizi de yaptım. Yıllarca psikiyatrist ve psikologlara taşındım. Kucak dolusu para verdim. İşte buna karşılık buldukları çözüm bu, yani karşınızdaki sorunlu Sibel. -Öyle demeyin. O tedavileri uygulamasaydınız, çok daha kötü durumda olabilirdiniz; ya da felaketle sonuçlanabilecek eylemler yapabilirdiniz? -Belki de intihar ederdim, değil mi? Onu da düşündüm. Nereye gideceğime karar vermeye çalıştığım o gün, odamın penceresinin yanına geldim, camı açtım. Aşağıya bir göz attım. Oldukça yüksekti. Bahçedeki ağaçlara, çiçeklere, yeşil çimenlere baktım. Sadece baktım, güzel miydiler farkında değildim. Aşağıda bekleşen çok sayıda insan da vardı. Hasta yakınları veya muayeneye gelmiş kişiler olmalı. Birkaç otomobil ve iki tane ambulans gözüme ilişti. Üçüncüsü de sirenlerini açmış geliyordu. Birden gözümün önünden bu gördüklerimin hepsi kayboldu. Adeta her şey silindi. Başka bir mekana ve zamana geçmiş gibiydim. Uzaydan bir kamera ile dünyayı gözlediğimi zannettim. Kocaman yuvarlak bir şey. Kamera görüntüyü yaklaştırdı. Ne akarsular, ne denizler, ne ormanlar, ne şehirler, ne de insan ve hayvanlar vardı bu dünyada. Var olan sadece devasa bir çöldü. Her taraf incecik kumla doluydu, görüntü ilerledikçe arada bir kum tepecikleri de gözüme çarpıyordu. Uzaydan bir cisim atıldı bu çöle. Atılan cisim bendim. Hayret, yere çakılmadım. Bir kuş gibi kondum sıcak kumların üzerine. Ayaklarım yere basınca sağıma soluma, önüme arkama bakındım. Gözlerimin önünde uzanıp gidiyordu adeta sonsuzmuşcasına bu çöl. Yürümeye başladım. Ne kadar yürüdüm bilemem. Bildiğim tâ ki çöldeki o korkunç hortum yanıma gelince durmak zorunda kalışımdır. Korkmuştum. Bana zarar vermeyeceğini anlayınca rahatladım. Uysal bir hayvan gibi ayaklarıma sürtünmeye başlayınca, tıpkı bir ata biner gibi üzerine bindim ve havalandım. Çok güzeldi, tarifi imkansız bir mutluluk yaşıyordum. Bir kadının çığlığı ile tekrar bu dünyaya döndüm. Kadın bir yandan bağırıp çığlık atıyor, bir yandan da beni çekerek pencere kenarından uzaklaştırmaya çalışıyordu. “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Bizim de başımızı belaya sokacaksın. Çekil şu pencerenin kenarından! “ deyince intihar etmek istediğimi zannettiğini anladım. Böyle bir amacımın olmadığını söylediğimde “Yalan söyleme! Vücudunun yarıdan fazlası pencerenin dışındaydı…” dedi. Biraz dinlendikten sonra, tekrar konuşmaya başladı: -Hemşire bu olayı anlatmış olmalı ki biraz sonra doktor yanıma geldi ve bana davranışımın nedenini sordu. Fazla detaya girmeden özetledim ve beni biraz daha hastanede tutması ricasında bulundum. Kabul etti. Şimdi en azından birkaç günlük zaman kazanmıştım. Ne yapacağıma, nereye gideceğime rahat rahat karar verebilirdim. Güneş batmak üzereydi. Sanki batmamak için direniyor gibi bir hali de vardı . Bir bulut güneşin önünden hızla geçti. Beş dakikadır çay bahçesinin etrafında dolaşan bir martı, bundan vazgeçip güneşe doğru uçmaya başladı. Nefis bir manzara vardı gözlerimin önünde: Kızıl ve mavinin karışımı bir renk, beyaz kanatları renk değiştirmiş bir martı. Sibel’in yüzü, beyaz teni kızarmış gibi görünüyordu. Güneş de işte direnmeye son vermiş ve hızla batmıştı. -Beni dinlemiyorsunuz, daldınız. Diyen Sibel’in sesi beni kendime getirdi. -Evet, bir an dalmışım bu harika doğa manzarası karşısında. Kusurumu bağışlayın. -Sizi anlıyorum, ama bu manzaranın size tattırdığı hazzı ben doğrusu hiç tanımıyorum. Bunun için lütfen beni kınamayın. Kınamayın da; bazı duyguları yitirdiğimi, yitenlerin ise kolay geri kazanılmadığını düşünün. -Haklı olabilirsiniz. Nerede kalmıştık? Lütfen devam edin. -Hayır devam etmeyeyim. Ben müsaadenizi rica edeceğim. Kızımdan önce evde olmak istiyorum. Yolumuz oldukça uzun. -Buraya uzak bir yerde mi oturuyorsunuz? Diye sordum. Duymamazlıktan geldi. Ayağa kalktı, elini uzattı, kendisini bekleyen arabasına doğru yürüdü… Sibel gittikten sonra daha bir müddet oturdum. Güneş batmıştı, ancak gökyüzü, çıkan yıldızlarla bir başka büyüleyici güzelliğe bürünmüştü. Denizden süzülerek giden ışıkları seyrettim, bunların gemilerin ışıkları olduğu aklıma bile gelmedi. Görünmeyen becerikli bir elin ışık oyunları olduğunu düşündüm. *** Telefonda Sibel vardı. -Yarın saat 20.00’de buluşalım. Sizin için uygun mu? Diye soruyordu. “Evet, uygun.” Cevabını alınca da Çamlıca’da bir lokanta adresi verdi ve hemen ekledi: -Benim misafirimsiniz. Önceden anlaşalım da sonradan bir sorun çıkmasın: Hesaplar benden. Yani sizi ben ağırlayacağım. Kabul etmezseniz, bu buluşmayı iptal etmek zorunda kalırım. Kararlaştırdığımız saatte, lokantanın otoparkının yanından geçip, kapalı bölümüne girdim. Etrafa bakındım, birkaç masa doluydu. İçeride Sibel’i göremeyince arka bahçeye açılan kapıya yöneldim. Burada mükellef bir şekilde donatılmış masanın başında beni bekliyordu. Çok önceden geldiği belliydi. Çünkü böyle bir masayı hazırlatmak için zamana ihtiyaç vardı. Bana doğru yürüdü, elini uzattı. Gösterdiği yere oturdum. -Bu kadar zahmete hiç gerek yoktu, dedim. -Rica ederim. Ne zahmeti… Bir kere de randevuya sizden önce ben geleyim, dedim. Sizi beklerken zamanımı da masanın hazırlanmasıyla uğraşarak geçirdim. Öykünün devamını çeşitli sitelerde yayımlamışsınız. Okudum. -Yazılanlar, anlattıklarınızla örtüşüyor mu? -Evet. Konuşmalarımızı belleğinizde çok iyi muhafaza etmişsiniz. -Teyp gibi herhangi bir ses kaydı aracı kullanmadan, anlattıklarınızı aynen vermeye çalıştım. Ancak bazı noksanlar ve eklemeler de yapmış olabilirim. -Ses alma cihazı ile yapacağımız bir konuşmayı zaten ben kabul etmezdim. Ben olduğumu sonradan kanıtlayacak bir delil bırakmak istemiyorum. Son okuduğum bazı yorumlarda özel bir yaşama ait bazı sırların açıklanmasının doğru olmadığı şeklinde değerlendirmeler vardı. -Kimi okurların bu konudaki hassasiyetlerini anlayışla, hatta takdirle karşılamak gerekir. -Size katılıyorum. Ben, bu okurların endişelerini gidermek için konuyu açtım. Benim gerçekte kim olduğum bilinemeyeceğinden, yapılanlar etik açısından yanlış değildir. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Köprünün ışıkları, boğaza ayrı bir güzellik katıyordu. Rüzgâr hafiften esmesine rağmen, adeta ağaçların yapraklarına etkileyici bir müzik yayını yaptırıyordu. Garson geldi, siparişleri alıp gitti. Sibel tekrar konuşmaya başladı: -Öyküyü anlatmaya devam edelim: Hastaneden taburcu olmam gereken gün geldi çattı. Doktor, defalarca özür dileyerek beni çıkarmak zorunda olduğunu anlattı. Yatak imkanlarının sınırlı olması, yatacak hasta sayısının artması gibi birçok mazeret sıraladı durdu. O gün çıkmam gerekiyormuş. Odamda bana ait olan dolaptaki eşyalarıma hiç bakmamıştım. Neyim vardı bilmiyordum. Hatta giyecek bir elbisem var mı, ondan bile haberim yoktu. -Hastaneye geldiğiniz ilk günlerde, eşiniz veya kayınvalideniz ihtiyacınız olabilecek şeyleri getirmiş olmalılar. -Dolabı karıştırdığımda, bir elbisemin, ayakkabılarımın ve içi boş sayılabilecek çantamın olduğunu gördüm. Giyinip beklemeye başladım. Hemşire geldi. Beni alması için bir yakınıma telefon edebileceklerini söyledi. Hangi yakınıma? Kime? Böyle biri var mıydı gerçekten? Hemşireye kendim gidebileceğimi söyledim. Evraklarımı hazırladılar, birkaç yere de imza attırdılar. Az sonra da hastanenin bahçesindeydim. Yürümekte zorlandığımı farkettim. Ağrım, sızım yoktu, ama her adım atışımda ayaklarım kasılıyordu. Yürümeyi yeni öğrenen bir bebek gibiydim. Küçük adımlarla yürümeyi denedim. Ellerinde evraklarla dolaşan insanlar, beyaz önlüklü sağlık personelleri, ilâç torbalarını sallaya sallaya gelenler, yerdeki sigara izmaritleri, kâğıt parçaları, ağaçlardan dökülmüş kurumuş yapraklar, yüksek sesle konuşanlar hatta bağıranlar… Şaşkındım. Olanları anlamaya çalışıyordum. Gördüklerim bana çok yabancı geliyordu. Oturacak yer aradım, yoktu. Kaldırıma çöktüm. Etrafıma bakındım. Yarım saat kadar bir zaman geçince normale döndüğümü anladım. Aklıma çantamın içinde para olup olmadığına bakmak geldi. Çünkü en basidinden bir yere gitmek için bile para lâzımdı. Çantamın içinde para yoktu. Yürüyerek gidecektim. Nereye? Bilmem! Hastanenin çıkış kapısındaki görevliye sahile nasıl gideceğimi sordum. Tarif etti. Sahile gitmek isteyişimin bir nedeni yoktu, aklıma ilk gelen yer olduğu için sormuştum. -Eviniz hastaneye yakın mıydı? -Uzak sayılmazdı, sayılmazdı da benim evime gitmeye hiç niyetim yoktu. Ne pahasına olursa olsun, oraya gitmeyecektim. Orası hariç her yere gidebilirdim. Sahile geldim. Kıyıya vuran dalgaları izledim. Kendimi buradan denize bırakmayı düşündüm. Denize atladığımı, soğuk suyun vucudumu titrettiğini, tuzlu suyun ağzıma girdiğini, çığlık attığımı, çığlığımı duyan birilerinin gelip beni kurtardığını, vucuduma yapışmış yaş elbisem ile banklardan birine uzattıklarını, beni almak için bir ambulansın geldiğini ve hastaneye doğru hareket ettiğimizi bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçirdim. Anlaşılacağı gibi bu sadece bir filmdi. Gerçekle herhangi bir ilişkisi yoktu. Yalnızlığım bir kez daha aklıma geldi. Şu koskoca dünyada tek başına bir Sibel! Bir yer bulup oturdum. Ellerimi başımın arasına alıp ne yapabileceğimi düşünmeye çalıştım. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Bir bayan sesi duydum, kafamı ona doğru çevirdim. Oturmak için izin istiyordu. Kırk yaşlarında, eli yüzü temiz birisine benziyordu. Konuşkandı. Adının Sabahat olduğunu söyleyip benim adımı sordu. Sesi yumuşaktı. Birkaç dakika içinde kırk yıllık dost gibi konuşmaya başlamıştık. Ustaca sorduğu sorularla benim hikayemin bir kısmını öğrenmeyi başarmıştı. Tek başına kaldığını, bir can yoldaşı aradığını, istersem durumumu düzeltene kadar onun yanında kalabileceğimi, bana geliri yüksek iyi bir iş de bulabileceğini söyledi. Garson siparişleri getirince Sibel, masadaki mumları yakmayı unuttuğumuzu hatırladı. Doğrusu ben fark etmemiştim. Garsondan yakması için rica etti ve konuşmasını sürdürdü. -Bu bayan onunla gitmem konusunda beni ikna etti. “Sabahat hanım, ben sizin bu iyiliğinizi nasıl öderim?” dediğimde “Hanım, yok! Sabahat abla var. Aşk olsun ne ödemesi?” diye cevap verdi. -Demek ki iyi insanlar da varmış bu dünyada! -Ben de öyle sanıyordum, ama… Biraz sabredin de öyle olup olmadığına karar verin. Neyse, Sabahat abla, bir taksi çevirdi ve onun Kumkapı taraflarındaki evine gittik. Burası bakımlı bir bahçesi olan, iki katlı güzel bir evdi. Bulunduğu yer de oldukça sakin bir sokaktı. Yüksek bahçe duvarları ile çevrili olan bu evin gizemli bir havası vardı. Sabahat abla, bana yemek hazırladı. Ben yedim, o seyretti. Neden yemediğini sorduğumda, akşama arkadaşları geleceğini, onlarla birlikte yiyeceğini söyledi. Bana üzerime bir şeyler almam için bir miktar para da verdi. “Yanlış anlama, borç veriyorum. İleride kazanınca ödersin.” Dedi. Ayrıca akşam arkadaşları geldiğinde benim odama çıkmamı, zaten yorgun olduğumu, daha sonra arkadaşlarıyla tanışmak için bol bol bol zamanımız olacağını söyledi. Ben de biraz sonra izin isteyip, bana gösterdiği üst kattaki odaya gidip hemen yattım. Uyumuşum. Bir ara uyandım. Aşağıdan konuşmalar, gülüşmeler ve tokuşturulan kadeh sesleri geliyordu. Demek ki Sabahat abla, misafirleriyle eğleniyordu. Tekrar uykuya dalmışım. Yan odadan gelen seslerle uyandığımda vaktin oldukça geç olduğunu anladım. Kalkıp odanın ışığını açınca duvardaki saatin bu tahminimi doğruladığını gördüm. Yan odadaki sesler devam ediyordu. Konuşmalardan ve çıkarılan seslerden orada seks yapıldığını anlamamak mümkün değildi. Sabahat ablanın bana bulacağı iş de böylece belli olmuştu. Uyumamaya ve sabahı beklemeye karar verdim. Ancak kendimden geçip dalmışım. Gözlerimi açtığımda çoktan gündüz olmuştu. Duvardaki saate bir kez daha baktım. Dokuzu biraz geçiyordu. Hemen giyinip çantamı aldım ve aşağı kata indim. Kimsecikler yoktu ortalıkta. İçkinin ve geç yatmanın etkisiyle demek ki evdekilerin hepsi uyuyordu. Kendimi dışarıya attığımda rahatlamıştım. Dar bir sokakta ilerlemeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm. Sonunda Sultanahmet’e geldiğimi gördüm. Oradan Bayazıt tarafına doğru devam ettim. Bir lokantada karnımı doyurup Kapalıçarşı’ya girdim. Saatlerce orada oyalandım ve ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. En sonunda istemeyerek de olsa evime dönmemin en doğru karar olduğu sonucuna vardım. Konuşmanın burasında aniden durdu. Yüzünde tiksinti duyan bir insanın ifadesi vardı. Anlattıklarından aşırı bir şekilde etkilendiği belliydi. Kadehimdeki son yudum rakıyı içip, garsona seslenip bir tane daha istedim. Konuyu değiştirmek amacındaydım. -Hava biraz serinledi. İsterseniz içeriye geçelim ya da görüşmemizi burada sonlandıralım, dedim. -Hayır, içeri girmek ya da konuşmayı kesmek istemiyorum. Devam edeceğim: Evimin kapısını açıp içeri girdim. Girerken attığım ilk adımın bana çok derin acılara mal olacağını hissediyordum. Burası bir mezar kadar soğuktu. Bana dört duvarı olan bir sığınağın dışında sağlayacağı bir avantajı da yoktu. Gelmekle iyi mi, kötü mü ettiğimi değerlendirebilecek durumda da değildim zaten. Vakit öğleni geçmiş olduğundan kocam işe gitmişti. Gece geç saatte geldi. Beni gördüğü halde, hiçbir şey söylemeden gitti yattı. Ne hastaneden ne zaman çıktığımdan, ne de dün geceyi başka birisinin evinde geçirdiğimden haberi vardı. Bana karşı bu aldırmaz tavrı bir hafta kadar sürdü. Keşke hep böyle davransaymış! Çünkü bir gün gecenin geç bir saatinde, tekme vurarak yattığım odanın kapısını açtı. Çok korkmuştum. Beni dövecek sandım. Şaşkın şaşkın kendisine baktım. Yatağın başucu kısmına büzülüp oturdum. Benimle birlikte olmak istediğini, kadınlık görevimi yapmam gerektiğini yüksek sesle söyledi. “Hayır!” cevabını duyunca üzerime saldırdı. Geceliğimi ve diğer giysilerimi yırtarak çıkardı. Bağıramadım, çığlık atamadım. Başkalarının duyacağından, rezil olacağımdan çekiniyordum. Direnmeye çalıştım, gücüm yetmedi. Sonuçta benimle zorla ilişkiye girdi. Daha doğrusu bana tecavüz etti. Olay sırasındaki ve sonrasındaki duygularımı tam olarak anlatacak kelimeler bulamıyorum. Aşağılanmıştım. Hem de ne aşağılanma! O alçaktan nefret ederken, kendimden de iğreniyordum. Pis, iğrenç bir yaratığa benzediğimi ve herkesin de bana bu gözle baktığını sanıyordum. Rüyalarım bile değişmişti. Şu rüyayı günlerce tekrar tekrar gördüm: “Üst tarafına tişört giymiş, alt tarafı ise çıplak olan arkası dönük bir adamın sol elinde, kafası kesik; ama tam koparılmamış bir tavuktan kanlar damlıyor, aynı adamın sağ elinde ise bir bıçak var. Adam yürüyor, arkasından bir kedi de yerdeki kan izlerini koklayarak onu takip ediyor. Bir ara kedi tavuğa doğru bir hamle yapıyor, bunun üzerine adam, ani bir refleksle dönme girişiminde bulunuyor…” Her defasında rüyanın tam burasında, çığlık atarak uyanıyorum ve sabaha kadar gözümü bile kırpmadan yatağın içinde oturuyorum. Tecavüzler aylarca devam etti. Bu sapıktan kurtulmamın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anlamıştım. Nasıl yapacağıma da bir komşumla konuşurken öğrendiklerim sayesinde karar vermiştim. Sonuçta beni idam bile etseler, bu iğrençliğe son verecektim. -Bunda ciddi olamazsınız, dedim. Ama yüzündeki kararlığı görünce ciddi olduğunu anladım. -Ciddiydim. Benim oturduğum mahallede çok seyrek de olsa görüştüğüm iki tane komşum vardı. Bunlardan Fatma ile bir gün benim evde konuşuyoruz. Laf döndü dolaştı onun bir tanıdığının kocasından gördüğü eziyetler canına tak edince adamı öldürdüğü konusuna geldi. “Kocası uyurken kulağına kızgın yağ dökmüş.” Dedi. “Olur mu öyle şey, adam döker dökmez acıyla uyanır,” Dedim. “Uyanmaya zamanı kalmıyormuş ki, hemencecik ölüyormuş.” Diye itiraz etti. Bu konuşma bana bir fikir vermişti. Aynı yolu ben de deneyecektim. Dedi ve Sibel, ağlamaya başladı. Yüzündeki donuk ifade ve gözyaşları… Tıpkı bir heykelin yüzünden süzülen yağmur damlacıkları gibiydi. Ağlaması fazla uzun sürmedi. Bitince uzun süre suskun kaldı. Lafa başladığında ise önce özür diledi: -Sizin de gecenizi zehir ettim. N’olur kusura bakmayın! -Özür dilemenize gerek yok. Benim açımdan zehir olan bir gece de yok. Ben sadece olayları tesbit etmeye çalışıyorum. Bu konuda duyarsız davranmak zorundayım. Olaylardan etkilenirsem, okuyucuya gerçekleri aktarmak konusunda zorlanırım. Anılarınızı anlatmanızı bu gecelik bitirmenizi rica edeceğim. Biraz da etrafa bakın, boğazın şu şairlere, yazarlara ilham veren, onca eser yazdıran manzarasını seyredin. -Ben boğazı görmüyorum ki… Sadece bakıyorum. Benim evimin penceresinden de boğaz görünüyor, ama bana değil! Doğru dürüst zevk aldığım, hoşlandığım şey o kadar az ki! Para ile bu hazlara ulaşabileceğimi bilsem, servetimin önemli bir kısmını hiç düşünmeden verirdim. Ancak tabi ki bu, hiçbir zaman mümkün olamayacak bir istek. Uzunca bir süre burada anlatmaya değmeyecek konulardan konuştuk. Kendisini toparlayınca da kalkmaya karar verdik. Beni arabasına davet etti. Binince şoföre: -Önce Ömer beyi evine bırakalım, dedi. Şoför bana adresimi sormadan arabayı harekete geçirdi. Yol boyunca söylemek benim de aklıma gelmedi. Tam evimin önünde duran arabadan indikten sonra, zihnimde koskocaman bir soru işareti belirmişti… *** Bu görüşmeden bir hafta sonra bir mektup aldım. Mektubun üzerinde gönderenin adresi yazmıyordu. Pulun üzerindeki damgadan Bakırköy’den postaya verildiğini anladım. Zarfı açtım, Sibel’den geliyordu. Demekki Sibel, benim hakkımda birçok şeyi biliyordu. Ama ben onun hakkında sadece anlattığı kadarını bilecektim. Zaten böyle olduğu, şoförün adresimi sormadan beni evime getirmesinden de belliydi. Bu durum, benim için o kadar önemli değildi. Sibel’in bu şekilde davranmasında onu haklı kılacak birçok neden olabilirdi. Mektup bilgisayarda yazılmıştı. Ancak mektupta, bilgisayarda yazılmış olmasına rağmen sonradan üzeri tükenmez kalemle karalanmış ve çizilmiş satırlar vardı. Silmek istediklerini neden bilgisayardaki tuşlar vasıtasıyla yapmayıp bu yolu seçtiğini anlayamamıştım. Aslında benzeri durumla Sibel’in anı defterinde de karşılaşmıştım. Çünkü onda da üzeri çizilmiş ve karalanmış satırlar vardı. Bazıları iyice karalanmış ve çizilmiş olmasına rağmen okunabiliyordu: Küfür ve hakaret içeren sözcükler! Lafı uzatmadan mektuba geçelim: “Ömer bey, sizinle olan son görüşmemizde yaşadığım olayları anlatırken çok rahatsız oldum. Aynı durumu tekrar yaşamamak için, mektup yazmaya karar verdim. Lütfen bunu bir saygısızlık olarak kabul etmeyin ve beni anlayışla karşılayın.” Diye başlayan mektup şöyle devam ediyordu: Kocamı öldürecek ve bu rezilliğe bir son verecektim. Günlerce bunu başaracağım konusunda kendime telkinde bulundum. Bir sabah erkenden uyandım, kararımı uygulayacaktım. “Pis sapık, alçak herif sonun geldi! Yaptıklarının hesabını gebererek ödeyeceksin!” Diye içimden söyleniyordum. Bu söylenmem, bana cesaret verdiği gibi haklı olduğum konusunda kendimi ikna etmemi de sağlıyordu. Kenan’ın uykusu çok ağırdı. Erken uyanma gibi bir alışkanlığı da yoktu. Öğlene yakın bir saate kadar uyurdu. Buna rağmen “Ya uyanırsa!” ihtimali aklıma gelmedi değil. Mutfağa gittim. Tezgah üzerinde iki günlük bulaşık yıkanmayı bekliyordu. İçine yağ koyacağım uygun bir kap bulmalıydım. Aklıma ilk gelen cezve oldu. Sağa baktım, sola baktım, mutfak dolaplarının içini karıştırdım; fakat cezveyi bir türlü bulamadım. Yok, yok, yok! Her gün gözümün önünde duran cezveyi, bugün bulamıyordum. Aksilik bu ya! Canım sıkılmıştı. Birden gözüme kepçe ilişti. Aynı işi kepçe de görebilirdi. İçine yağ doldurup, yaktığım ocağın üzerine yerleştirdim. Yağ kaynayınca ocağı söndürdüm. Kepçeyi tutan elimin titrediğini farkettiğimde kendime cesaret verecek sözler mırıldandım. Fayda etmedi. Üstelik şimdi ayaklarım da titremeye başlamıştı. Korkuyordum, hem de çok korkuyordum. Bir insanı öldürmek öyle kolay mıydı? Elimde cezve birkaç adım attım, bu arada birkaç damla yağı da yere dökmüştüm. Titreme giderek arttı, son bir hamle ile mutfak tezgahına yanaştım ve cezvenin içindeki kaynar yağı mutfak musluğunun altındaki eyvenin içine boşalttım. “Cozzz !” sesi ile birlikte havaya yükselen buhar ve üzerime sıçrayan kızgın yağ damlacıkları… Neredeyse yanacaktım. Bu deneme maalesef başarısızlıkla sonuçlandı. Böylesi daha iyi oldu, diyemiyorum. Çünkü bu başarısızlığın bedeli yıllarca süren dayak ve tecavüz olacaktı. Bu berbat durum ne kadar devam etti, tam olarak hatırlamıyorum. Yıllarca sürdüğü kesin de, ne kadar? Ama bir gün bitti. Evet bitti. Nasıl mı? Anlatayım: Öyle bir gün geldi ki, ben acıya karşı duyarsızlaştım. Hislerim tamamen yok oldu. Yediğim dayaklar canımı acıtmamaya başladı. Dahası tecavüze uğradığım zaman da hiçbir şey hissetmiyordum. Tepkisiz, acayip bir yaratık olmuştum. Dövüyor ağlamıyorum, tecavüz ediyor itiraz etmiyorum, bağırmıyorum. Robot gibi bir beden… Bu durum o adamı dayak ve tecavüzden vazgeçirdi. Ben, itiraz etmeyince, direnmeyince yaptığı şeylerden zevk almamaya başlamıştı. Bu da işte böyle bir sapıktı! Onu çözmüştüm, ancak ben de ben olmaktan çıkmıştım. Bana hiç ilişmiyordu artık. Geç saatte ve çoğunlukla sarhoş olarak eve geliyor, yatıp uyuyor, sabahleyin kalkıyor, o günlük ihtiyaçlar için biraz para bırakıyor ve işe gidiyordu. Aynaya baktım bir gün. O acayip yaratığı yani beni gördüm: Sarı kara karışımı bir beniz, avurtları çökmüş zayıf bir yüz, normalden çok büyük patlak gözler, damaklardan ileriye doğru fırlamış kirli dişler, dağınık saçlar… Görüntü ve davranışlarım diğer insanların da dikkatini çekmeye başlamıştı. Dışarıya çıktığımda çocuklar arkamdan “Deli deli, kulakları küpeli!” Diye bağırıyorlardı. Ben onlara cevap vermeyip yoluma devam ediyordum. Bazı çocuklar daha da ileri giderek oramı buramı çekiştirdiklerinde onları kendimden uzaklaştırmak için iteliyordum. Eğer bu sırada kazara çocuğun birisi yere düşerse, etraftaki büyüklerden “Çocuğa öyle bir tokat patlattı ki… Deli kuvveti var kadında. Ufacık çocuğu öldürecekti… Bu deliyi tımarhaneye kapatmalı.” Şeklinde sözler duyuyordum. Söylenenlere tepki vermeden oradan uzaklaşıyordum. Kıraathanenin dışındaki masalara oturup sohbet eden erkeklerden biri “Ne oldum demeyeceksin arkadaş, ne olacağım diyeceksin. Şu kadına bir bak. Dünya güzeliydi eskiden, ya şimdi? Vah vah…” dediğini duyduğumda da aldırış etmemeye çalışıyordum. Halimi görüp acıyan komşulardan biri, beni hastaneye götürdü. Doktor muayene etti ve ilâç yazdı. Komşuma “Siz bu bayanın nesi oluyorsunuz? Bayanın kocası var mı?” Diye sordu. “Komşusuyum. Evet, kocası var.” Cevabını alınca, “Durumu ağır, bir akıl hastanesinde müşahade altına alınması gerekir. O nedenle kocasına haber verin, gelip benimle görüşsün.” Dedi. Kenan’ı gece geç saate kadar bekleyen komşum, doktorun söylediklerini ona aktardı. O, hiç umursamadı bile. Aylar geçti. Görüntüm ve davranışlarım giderek kötüleşti. İlâçlar da fayda etmiyordu. Sonunda mahalleden muhtar ve birkaç kişi birlik olup Kenan’ı ikna ettiler. Sonra, evet sonra da akıl hastanesindeki yaşamıma başladım. Ben olayların farkındaydım. Konuşulanları anlıyordum. Fakat, soru sorulursa cevap vermediğim gibi, yapılan bir davranışa karşı da tepkide bulunmuyordum. İtiraz etmiyordum, bir istekte de bulunmuyordum. Akıl hastanesindeki şartlar çok kötüydü. Beni verdikleri koğuşta 40-50 tane hasta kadın vardı. Yatak sayısı yeterli olmadığından bazı yataklarda iki kişi yatıyordu. Koğuşun zemini kara betondu ve çok pisti. Birkaç günde bir, usulen paspas atılıyordu. Hastaların çoğunun sırtlarındaki giysileri eski ve yırtıktı. Çırıl çıplak dolaşanlar bile vardı. Bazı hastalar beton üzerinde yatıyorlar, sonra da hastalandıklarından günlerce acı acı bağırıyorlardı. Hastanedeki personel sayısı çok azdı. Personel hastalara iyi davranmıyordu. Hastalarla alay ediyorlar, bağırıyorlar, küfür ediyorlar, kimi zaman da sorun çıkaranları dövüyorlardı. Bir kadıncağız hepimizin gözü önünde bağıra bağıra öldü. Onun öldüğünü gören bir başka hasta kadın, cesedi yere atıp yatağına yerleşti. Sabahleyin koğuşa gelen hastabakıcı ve hemşireler kadının yerde yatan çıplak cesedini gördüler. Çıplaktı, çünkü bir ara bazıları üzerindeki giysileri çalmış olmalıydı. Ama nedense ceset, ancak tam bir gün sonra koğuştan kaldırıldı. Etrafa saldıran, oldukça tehlikeli hastalar da vardı. Sebepsiz yere bir insana zarar verebilirlerdi. Onlarla kavgaya girenlerin hemen hepsi çok büyük zararlar gördüler. Bana da bir-iki kere sataştılar. Ben onlara karşı da herhangi bir tepki vermeyince benimle uğraşmaktan vazgeçtiler. Koğuştaki insanları bir köşeye çekilip gözlüyordum. Hastaların çoğunun söz ve davranışlarının yarım olduğunu farkettim. Mesela konuşurken konuyu yarıda kesip başka bir konuya geçiyorlardı. Ya da koğuşun içinde diyelim ki bir hasta, birisinin yanına gitmek için yürümeye başlamış, birkaç adım atıp vazgeçiyor ve başka bir tarafa yöneliyordu. Doktorlar çok seyrek uğruyorlardı. İlaçları hemşireler getiriyorlardı. İlaç almak istemeyen hastaları da çoğunlukla dövüyorlardı. Yemekler çok kötüydü. Bu kötü yemekleri bile bir başkasına kaptırmadan yemek büyük bir maharet gerektiriyordu. Bu arada ben hastaneyden ihtilal olmuş, asker yönetime el koymuş. Tabi bunu ben çıktıktan sonra öğreniyorum. Çünkü biz içerideyken dış dünya ile herhangi bir ilişkimiz sözkonusu değildi. Olaylardan haberimiz yoktu, daha doğrusu bunlar bizi ilgilendirmiyordu. Size akıl hastalarının, kimilerinin deyimiyle delilerin arasında geçen yıllarımdan bazı anılarımı anlattım. Aslında o kadar çok şey var ki anlatacak! Mektubu burada kesmek zorundayım. Gene yazacağım. Hoşça kalın. ** Sibel’in mektubu burada bitiyordu. Her şeyi anlatacağını zannederken ani bir kararla mektubu sonlandırmıştı. Gelecek olan mektubu beklemek gerekecekti. ** Sibel’den gelen ilk mektubun üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçtikten sonra ikincisi de geldi. Mektubu okuduktan sonra anladım ki, Sibel’le olan bu ilişkim, adeta bıçak sırtında gidiyordu. Her an bitebilirdi. Mektubun başında uzun uzun anlatılanlardan bu kanaate varmıştım. Defalarca yazdığı mektupları silmiş, vazgeçtiğini bildiren mektuplar yazmış ve en sonunda da bunu göndermeye karar vermiş… Tabi bu şartlar altında benim yapabileceğim pek fazla bir şey yok. Bu öykü ile ilgili vereceği bir olumsuz kararı değiştirebilmem mümkün değil. O yüzden sabırla, onun özgür iradesi ile yapacağı davranışları beklemek durumundayım. Mektubun baş kısmı az önce de söylediğim gibi bu konularla ilgili. Aslında bunlar okuyucuyu pek ilgilendirmeyeceğinden, konu ile ilgili kısmını aktarıyorum: “Akıl hastanesinde yattığım günlerde “Ben deli miyim?” sorusunu kendime sorduğum zamanlar oluyordu. Her defasında cevabım “Hayır”dı. Çevremde olup bitenlerden haberdardım, diğer hastalarla kendimi mukayese ettiğimde farklı olduğumu anlıyordum. Olaylara karşı kayıtsızdım, hiç kimse ile konuşmuyordum, kendi iç dünyamda yaşıyordum. Ama tehlikeli durumlardan korunmasını da biliyordum. Mevsim kıştı. Çünkü hava soğuktu. Ancak “hangi ay, ya da yıl?” diye sorarsanız cevaplandıramam. Buradaki zamanı algılama şeklim normal yaşamımdakinden farklıydı. Günlerden ne olduğu, hangi ayda bulunduğumuz veya kaç yılıydı gibi sorular beni hiç ilgilendirmiyordu. Zaman ile ilgili olarak sadece sabah, öğlen ve akşamı biliyordum. Uyandıktan sonra kahvaltı ettiğimde sabahtı, yemek yeme zamanı geldiğinde öğlendi ve hava kararmaya başladığında veya ikinci yemekte de akşamdı. Bildiğim bu kadardı ve bu da bana yetiyordu. Öğlenleyin kar yağmaya başladı; tâ ertesi günün sabahına kadar. Her taraf bembeyaz olmuştu. Derken öğlen biraz geçince hava açtı, güneş yüzünü gösterdi. Hatta kar yavaş yavaş erimeye başladı. Sonra, hava gene kapattı. Soğuk arttı. Pencerenin yanına gidip dışarıya baktığımda ağaçların dalları sanki camla kaplanmış gibiydi. Demek ki eriyen kar suları, ani soğuk nedeniyle buza dönüşmüştü. Koğuştakilerin hemen hepsi yataklarına yatmışlar, yorganın altına girmişlerdi. Yoksa soğuktan başka türlü korunamazlardı. Çoğu zaman olduğu gibi, o gün de kaloriferler yanmıyordu. Kazan dairesinden gelen çekiç sesleri yapmaya çalıştıklarının işaretiydi. Bu tamirat işinin biraz uzun süreceğini tahmin ediyordum, çünkü önceki tecrübelerimden bunu öğrenmiştim. Üşüdüm. Pencere kenarından ayrılıp yatağıma gittim. Az önce koğuşta ayaktaki tek kişi benim sanıyordum, yanılmışım. Benden başka bir kişi daha vardı. Yürürken çıkardığı gürültüden kim olduğunu tahnin etmiştim: Belâ geliyordu… Evet bu kadın, tam bir belâydı. Geçen gün onu bizim koğuşa getirdiklerinde görünüşünden bile korkmuştum. Cüsseli, iri yarı, pazulu, güçlü-kuvvetli bir kadın. Yüksek sesle konuşuyor, o konuşurken bir başkasının konuşmasına asla tahammül edemiyordu. Saldırgandı. Sebepli sebepsiz insanlara vuruyor, yiyeceklerini ya da eşyalarını ellerinden çekip alıyordu. Bana doğru yürüdüğünü gördüm. Geldi, başucumda durdu. Bana kötü kötü baktı. Ben de ona baktım. Sonra bakışlarımı kaçırıp, başımı yorganın altına soktum. Bir yandan da bir an önce defolup gitmesi için dua ettim. Ayak seslerinden gittiğini anladım, yorganı başımdan indirip arkasından baktım. Yatağına gidip yatacağını sandım, öyle olmadı. Bir karyolanın yanında durdu. Orada 18-19 yaşlarında bir genç kız yatıyordu. Ona doğru saldırıya geçti. Bir şeyler almak ister gibiydi. Kız da vermemek için direniyordu. Kızı karyoladan aşağıya atıp, üzerine çıktı ve çiğnemeye başladı. Kız çığlık atıyordu. Biz ise hepimiz bu olayı sadece seyretmekle yetiniyorduk. Dakikalarca kızı çiğnedi. Bu da yetmemiş olmalı ki kızcağızı havaya kaldırıp duvara çarptı. Genç kızın bedeni yere yığıldı kaldı. Hareketsizdi ve artık bağırmıyordu. Büyük bir ihtimalle ölmüş olmalıydı. Bağırışları duyan iki hastabakıcı içeriye girdi. Bunu gören kadın, onlara karşı da saldırıya geçti. Hastabakıcılar koğuştan kaçmakta buldular çareyi. Hastanedeki diğer personelden yardım alıp tekrar geri döndüler. 7-8 kişi bu saldırgan hastayı zor zaptettiler ve oradan götürdüler. Sonra da kızcağızın bedenini bir sedyeye koyup dışarı çıkardılar. Bir daha ne bu hastayı ne de kızı gördüm. Bu olay koğuştaki hastaların hemen hepsini etkilemişti. Soğuğa korku da eklendiğinden, ben dahil tir tir titreyen hasta sayısı oldukça fazlaydı. Koğuştaki yaşamın eski haline dönmesi fazla sürmedi. Olaydan sonraki gün, ne Belâ’yı ne de ölen kızcağızı hatırlayan vardı. Yalnız bir değişiklik olmuştu. O da koğuşta bir hastabakıcının sürekli nöbet tutmasıydı. Doktorların da daha sık gelmeye başladıklarını söylemek gerekir. Bir gün doktor ve iki hemşire koğuşa geldiler. Ben dahil dört kişiyi seçtiler ve bize “Eşyalarınızı toplayın.” Dediler. Taburcu edileceğimizi düşünmüştük. Ama onlar bizi başka bir odaya götürdüler. Sanırım Belâ’dan sonra bazı tedbirler almayı düşünmüşlerdi. Çünkü koğuşta başka saldırgan hastalar da vardı. O nedenle bu saldırgan hastaların, bizim gibi sessiz, kendisini koruyamayacak durumda olan hastalara zarar vermesini önlemek için böyle bir tedbir düşünmüş olmalılar. Yeni odamızda tam on tane yatak vardı. Biz dört kişiye yerlerimiz gösterildikten sonra bir yatak boş bile kalmıştı. Yani şimdilik burada dokuz kişiydik. Duvar kenarına sıralanmış, çoğunun kapağı kırık dolaplardan boş olan bir tanesine eşyalarımı koydum. Eşyalarım dediğim de ufacık bir bohça… Bu oda, daha aydınlıktı, ötekine göre sıcaktı da. Yerlerin pisliği bakımından diğerinden farkı yoktu. Bir de rahatsız edici ağır bir koku vardı. Galiba kanalizasyondan geliyordu. Neyse ki bu kokuya da alışacaktım. Burada çok uzun süre kaldığımı tahmin ediyorum. Şu ifadem çok klasik bir söz olacak, ama söylemeliyim: Bu odada ben birinci “yeniden doğuşumu” yaşadım. Neden birinci? Çünkü ikincisi de var. Demek ki hayat insanı her zaman ağlatmıyor, güldürdüğü ve sevindirdiği zamanlar da oluyormuş… Yeniden doğuşlarımı buluştuğumuzda size anlatacağım. Yakında görüşeceğiz. Hoşça kalın.” *** Birkaç günlük tatil için Güzelyurt ile Aksaray arasında yer alan mütevazi bir otele geldim. Otelin oldukça geniş bir bahçesi vardı. Burada kuş seslerini dinleyerek, nehir kenarında bir masaya oturup yemeğimi yiyebilir, huzur verici, dinlendirici bir ortamda güzel günler geçirebilirdim. Düşüncelerimi uygulamaya geçirmek amacıyla, nehir kenarında bir masaya oturdum. Aslında “nehir” dediğime bakmayın, sonradan öğrendiğime göre bu barajdan gelen suyun tahliye edildiği 3-4 metre genişliğinde 1-1,5 metre derinliğinde bir su kanalı. Suyun karşı tarafında yüksek bir tepe, bunun altında da bazıları ev büyüklüğünde kocaman kayalar vardı. Belli ki çeşitli doğa olayları nedeniyle tepeden kopup oraya gelmişlerdi. Tepenin en üstünde kopma ihtimali bulunan daha çokça kaya görülüyordu. Suyun öteki tarafında yaşları 7 ile 9 arasında olduğunu tahmin ettiğim iki tane çocuk, altı tane ineği otlatıyorlardı. İnekler kendi hallerine bırakılmış gibiydiler, çünkü suya doğru yaklaştıklarında ben bile heyecan duyarken çocuklar, en ufak bir tepki vermiyorlardı. Biraz izleyince anladım ki, aslında inekler de belli bir mesafeden daha fazla suya yaklaşmıyorlardı. Çocukların kayıtsızlığının nedeni bu olmalıydı. Suyun içinden otların üzerine sıçrayan iki tane küçük kurbağa, bana doğru yaklaştılar. Sonra durdular. Şunlara dostça bir el sallayayım, diye düşünüp elimi havaya kaldırdığımda hemencecik suya atladılar. İneklerden ikisi ayaklarını kırıp yere çöktüler. Ağızlarını oynatmaya ve yalanmaya başladılar. Onları izlerken kulağıma bir vızıltı sesi geldi. Evet bu bir arı… Başımın etrafında dolaşıyordu. Endişelendim; çünkü bende alerjik astım vardı ve bu yüzden arı sokması tehlikeli olabilirdi. Hatta ölüme bile yol açıyormuş. Arıyı kaçırmak ya da korkutmak için el-kol hareketi yapmamaya gayret ettim. Ani bir harekete kızabilirdi. Bir ara vızıltı kesildi, gittiğini zannedip sevindim. Gitmemişti. Çünkü, işte gene etrafımda dönmeye başlamıştı. Zihnim arı ile meşgulken garsonun geldiğini fark etmemiştim. Masanın üzerine desenli bir tabaka kağıdı sermeye başladığında onu gördüm. Demek ki bu kağıt masa örtüsü yerine kullanılıyordu. Garson sordu: -Ne alırsınız? -Balıklardan ne var? -Alabalık ve baraj levreği. -Baraj levreği dediğin nedir? -Buradaki barajdan tutuluyor, yağda kızartıyoruz. -Tamam, ondan getir. Deneyelim. Salata filan da ayarla. -İçecek ne alırsınız? -Bir duble rakı. Gerçi bugün biraz araba ile gezmeyi de düşünüyorum ama. -Valla beyefendi işinize karışmak gibi olmasın; ama buradaki müşterilerden duydum. Alkol kontrol aletine üflediğinizde bir duble rakı bile sınırı aştı gösteriyormuş. -O zaman en iyisi bir bira içeyim. Garson yanımdan ayrılınca telefonum çalmaya başladı. Açtım. Sibel’di. -Nasılsınız? -Teşekkür ederim. Siz? -Ben de iyi sayılırım. Son mektubumdan sonra sizi fazla bekletmek istemedim. Yarın öğleden sonra saat üçte Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde buluşalım. Orayı bulabilecek misiniz? -Bulurum. -Altıyol’dan Bahariye’ye giden caddenin sol tarafındaki Ali Süavi sokağında. Oraya Sanatkârlar Sokağı da deniyormuş. -Anladım. -Görüşmek üzere, hoşça kalın. Deyip telefonu kapattı. Gelen numara görünüyor mu diye bakayım dedim, telefonu açtım. Telefondan “pil zayıf” uyarısı geldi ve kapandı. Acaba şarj cihazını almış mıydım? Aldığımı hatırlamıyordum. Unutma ihtimalim daha yüksekti. Çantamı defalarca karıştırdım, arabanın içine ve bagajına baktım. Yoktu. “Aksilik işte. Günlerce beklersin Sibel aramaz, bir tatil kaçamağı yapayım dersin arar. Telefonun şarjı biter, üstüne üstlük bir de cihazı almayı unutursun. “ diye kendi kendime söylenmeye başladım. Garson beni söylenirken gördü. Laflarımı anlamasa da kendisinden bir şey istediğimi zannetti. Elindeki tabakları masaya koyarken sordu: -Bir şey mi istemiştiniz? -Yok, hayır yok. Ha sahi şunu sorayım: Aksaray buraya ne kadar uzakta? -On kilometreden biraz fazla. Aksaray’ın uzaklığını sormamın nedeni oraya gidip bir şarj cihazı almak istememdi. Garson: -Birayı da hemen getiriyorum, deyip yanımdan ayrıldı. Gelen balıklara baktım: İstavritden biraz büyük ve beyaz etliydi. Pişirmeden önce kılçığını da çıkarmışlardı. Tattım:Çok lezzetliydi. Bu arada arıyı unutmuştum. Görünmüyordu ve sesi de gelmiyordu. Gitmiş. Sevindim. ** Aksaray’a geldiğimde önüme çıkan ilk telefon işi yapan dükkana girdim. İşimi burada halletmeye kararlıydım. Dükkan dükkan dolaşacak değildim. Telefonu gösterip şarj cihazı istediğimi söyledim. Satıcı bir delikanlıydı. -Abi, o telefonun şarj cihazını biraz zor bulursun. Çünkü çok eski. Deyince, aklıma yeni bir telefon almak geldi. Burada sadece iki çeşit cep telefonu vardı. Dükkanda az çeşit olması, “hangisini alsam!” diye tereddüt etmemi de önledi. Bir tanesini seçtim ve satıcıdan sim kartını takmasını rica ettim. ** Ve böylece benim tatil başlayıp bitmişti. Dönüş plânımı hazırladım: Ihlara’yı gezdikten sonra akşam yemeğimi otelin lokantasında yiyecektim. Erkenden yatıp, biraz uyuyacak, gece 01 civarında da yola çıkacaktım. Bu hesaba göre öğlenden önce İstanbul’da olabilirdim. ** İstanbul’a geldiğimde Sibel’le olan randevuma daha birkaç saat vardı. Evde biraz dinlendim. Arabayı almayacaktım. “Trafik problemini ben yaşayacağıma, mesleği şoförlük olan birisi yaşasın.” Dedim ve bir taksiye atladım. 400-500 metre gitmiştik ki trafik kilitlendi. Taksici: -Beyefendi, burası kördüğüm oldu. Zor çözülür. Yan yollardan gitmemi ister misiniz? Biraz fazla yazar da… Dedi. -Kaptan sizsiniz. Bana sormayın, problemi çözmek için ne gerekiyorsa onu yapın. Yan yoldan mı gidersiniz, havadan mı uçarsınız, orasına ben karışmam. Yeter ki beni bir an önce Kadıköy Altıyol’a ulaştırın! Dedim. Bu sözlerim üzerine şoför önümüze çıkan ilk sapaktan saptı. Ara yollardan gidecekti. Buralarda trafik azdı, ama yolların darlığı ve sağlı-sollu park etmiş araçlar nedeniyle hızlı gidemiyordu. Şoförle muhabbet edersem yolun sıkıcılığını fark etmeyebilirim, diye düşündüğümden birkaç laf attım. Ama şoför hiç oralı bile olmadı. Uygunsuz park eden araçlara söylendim, pahalılıktan söz ettim, iktidara çattım. “Evet, öyle!” gibi kısa cevaplar veriyor, bir türlü sohbet etmeye yanaşmıyordu. Belki de içinden “Amma da geveze adam!” diye geçiriyordu. -Sizin bu meslek de doğrusu oldukça stresli. Bu trafik çilesini bir gün değil, bir ay değil; yıllarca yaşamak zorundasınız. Allah yardımcınız olsun. Deyince sanki şoförün dili çözüldü. -Biz alıştık strese beyefendi. Stres filan bizi etkilemiyor. Yeter ki müşteri olsun, ekmek paramızı kazanalım, strese biz razıyız, dedi ve Kadıköy Altıyol’a gelinceye kadar da hiç susmadı. Sokağı bulmam zor olmadı. Çok sevimli bir yer gibi geldi bana. Araç trafiğine kapalı olması hoşuma gitti. Sol tarafta standlar kurulmuş. O nedenle yol daralmış. Takı malzemelerini; cam, tahta, gümüş ve bakırdan yapılmış eşyaları, resim tablolarını, meyve şekli verilmiş güzel kokulu sabunları seyrederek yürüdüm. Fal ve nargile kafeleri gözüme çarpan diğer görüntülerdi. Ellerinde dershanenin verdiği kitap ve testler bulunan öğrenciler bir anda sokaktaki kalabalığı artırdılar. İnsanlara temas etmeden yürümek imkansız hale gelmişti. Ancak, randevu yerine de gelmiştim. Kültür Merkezi’nin bahçe kapısından girdiğimde sol tarafta, içinde satıcıdan başka kimsenin bulunmadığı bir kitapçı dikkatimi çekti. Neden kitapçının boş olması dikkatimi çekti; çünkü bahçe ağzına kadar müşteri ile doluydu. Bu doluluğa rağmen kitapçıya uğrayan yoktu. İlk başta boş masa bulamayacağımı sandım, biraz dikkatli bakınca ileride köşede boş bir tane fark ettim. Başkaları kapmasın diye adımlarımı hızlandırdım. Sibel geldiğinde üzerinde ince bir elbise vardı. Saçlarını arkaya doğru toplamıştı. Oldukça güzel görünüyordu. -Sibel hanım, galiba zaman sizin için geriye doğru çalışıyor. Dedim. Yüzü hafif kızardı ve bir kahkaha attı. -Ah biz kadınlar! İltifatlardan hemencecik etkileniriz. Dedi. Klasik birkaç soru ve cümleden sonra konuya girdik. -Yeniden doğuşunuzu anlatacaktınız. -Birinci… -Pardon, düzeltiyorum: Birinci yeniden doğuşunuzu anlatacaktınız. Ben dinlemeye hazırım, siz de… -Evet, ben de anlatmaya hazırım. Bir sabah ezan sesi ile uyandım. Bu saatte hiç uyanmazdım. Ezanı dinlerken büyük bir haz duydum. Hiç bitmesin istedim, fakat tabi ki bitti. Kalktım, içeride biraz yürüdüm. Odanın içindeki eşyalar, insanlar bir başka görünüyordu gözlerime. Hepsi çok netti. Pencere kenarına gidip dışarıya baktım. Oradaki görüntü de aynıydı. Hani sinema izledikten sonra dışarıya çıktığınızda, iki boyutlu algılamadan üç boyutlu bir dünyaya geçersiniz ya, işte onun gibi bir şey. Benim birinci yeniden doğuşum böyle başladı. -Bu olağanüstü bir olay. Şok tedavisi uygulanan bazı hastalarda bu tür olaylara rastlandığını okumuştum. Size de şok tedavisi uygulamış olmasınlar? -Uygulandı mı, uygulanmadı mı bilemiyorum. Yatağıma dönüp geçmiş yıllarımı düşündüm. Çocukluğumdan başladım. Aklıma gelenler hep güzel anılardı. Kahvaltı saatine kadar bu güzel düşüncelerle oyalandım. Arada bir şarkılar da mırıldandım. Kahvaltı ettikten sonra, koridora çıktığımda karşımda hemşire hanım bitiverdi. Ona: -Günaydın. Dedim. Yüzü allak bullak oldu. Şaşırmıştı. Kekeleyerek cevapladı : -Günaydın, ama Sibel sen, sen konuşuyorsun. -Evet. -Ben yıllardır senin ağzından tek kelime duymadım. Oysa sen konuşmayı biliyormuşsun. Neden susuyordun? İnat mı yaptın bu kadar süre? -Hayır, inat filan değil. Canım konuşmak istemiyordu. Tek neden bu. -Nereye böyle? -Bahçeye çıkmak istiyorum. -Ben de seninle beraber geleceğim. Deyip, koluma girdi. Arada bir yüzüme bakmasından duyduklarından hâlâ emin olamadığını anlıyordum. Bahçeye çıkınca ilk işim yemyeşil çimenleri okşamak oldu. Çimenleri daha yakından görmek için kendimi yere attım. Bu hareketim hemşireyi heyecanlandırmıştı. -Dur, ne yapıyorsun? Diye haykırdı. Kendime bir şey yapacağımdan korkmuştu. Çimenler üzerinde yuvarlandığımı görünce gülmeye başladı. Çimenleri kokladım, renklerine iyice baktım. Benim bildiğim yeşil renk buydu ve ben şimdi bunu görebiliyordum. Dakikalarca yuvarlandım. Bir ara hemşireye: -Bu hareketi başka bir yerde yapsam, beni hemen yakalayıp buraya getirirlerdi. Ama burada yapınca götürebilecekleri başka bir yer yok. Dedim. -İstediğini yapabilirsin. İyisin değil mi Sibel? İyisin? -Evet, hem de çok. Neden inanamıyorsunuz ki? -İnandım, inandım. Bunu doktora mutlaka anlatmalıyım. Çünkü sende meydana gelebilecek iyi ya da kötü her değişikliği anında kendisine bildirmemi tembihlemişti. Birkaç gün önce, “Sibel’i ya tamamen kazanacağız ya da kaybedeceğiz.” Demişti. Gidip haber vereyim. Sen burada bekle. Hemşire gidince yerden kalktım. Dört-beş adım ötedeki çiçeklerin yanına gittim. Rengarenkti. İlk defa görüyormuş gibi uzun uzadıya çiçekleri inceledim, bazılarını kokladım. Ağaçlara yöneldim. Birkaç ağacın gövdesini ve ulaşabildiğim dallarını okşadım. Gözüme kestirdiğim bir ağaca tırmandım. Kalın bir dalının üzerine oturdum. Doktor geldiğinde beni ağacın üzerinde yakaladı. -Sibel hanım, merhaba. Dedi. -Merhaba doktor bey. Beni yakaladınız. Galiba bu gördüklerinizden sonra beni, ömrümün sonuna kadar burada tutarsınız. -Düşündüğünüzün tam aksi kanaatteyim. Bu hareketiniz bile iyileştiğinizin bir kanıtı. Hani yaramaz küçük çocuklar vardır. Orayı burayı karıştırırlar, bazen de kızabileceğimiz hareketler yaparlar. Çocukların bu davranışlarını onların dünyayı tanımak istemeleri şeklinde yorumlamak lâzım. İşte şimdi siz de yeniden dünyayı tanımaya çalışıyorsunuz. Doktorun söylediklerine rağmen utanmıştım. Ağaçtan indim ve doktora sordum: -Beni hemen taburcu edecek misiniz? Elini omuzumun üzerine koydu: -Edebiliriz, ama acelemiz de yok. Bana kalırsa on gün kadar daha sizi müşahade altında tutmalıyız. -Doktor bey, hangi yıldayız ve hangi aydayız? Merak ediyorum: Ben ne kadar süredir bu hastanede kalıyorum? -1989 yılındayız ve bu gün de 23 Mayıs. Yanlış hatırlamıyorsam siz on seneden biraz fazla bir süredir buradasınız. Deyip hemşireye baktı, o da bu ifadeyi başı ile onayladı. -Bakın Sibel hanım! Bugün sizin için olduğu kadar, benim için, hatta burada sizinle ilgilenen tüm sağlık personelimiz için de önemli bir gün. Çünkü biz tıp ordusu komutanları bugün büyük bir zafer kazandık. Bizler, böyle bir olayı tüm meslek yaşamımızda çok sık yaşamayız. O yüzden duyduğum sevinci anlatamam. Derken, yüzünde hem sevinç hem de gururun birlikteliğinin yarattığı anlamlı bir ifade vardı. ** Kararlıydım. Hayata yeniden başlayacak, mücadele edecek ve kazanacaktım. Büyük harflerle zihnime “BAŞARACAĞIM!” diye bir yazı yazdım. Sık sık bu yazıyı gözümde canlandırıyor, bütün gücümle içimden haykırıyordum: BAŞARACAĞIM! Bu haykırış kimse tarafından duyulmuyordu, ama o kadar gür bir haykırıştı ki, vücudumun bütün hücrelerinin titrediğini hissediyordum. ** Sibel yorulmuştu. Garsona işaret ettim. Hareketimi görünce sustu. Mola vermesi gerektiğini o da anlamıştı. Garsondan tost ve kola istedik. Siparişler gelinceye kadar okuduğu kitaplar hakkında konuştuk. Tostları yerken ve kolaları içerken ikimiz de susmayı tercih etmiştik. ** -Ara vermemiz iyi oldu. Biraz dinlendim. Devam edebilirim. -Buyurun, sizi dinliyorum. -Hastanedeki son günlerimde, geçmiş yaşantılarımı acısıyla tatlısıyla hatırlamaya çalıştım. Onlarla yüzleşmek istiyordum. Çünkü iyisiyle kötüsüyle bana aitlerdi. Zaten bu yüzleşmeye daha iyileştiğimin ilk günü başladığımı hatırlarsanız az önce söylemiştim. Hayatıma kazanç ve zarar açısından da bakmaya çalıştım. Ne zaman kazanmıştım, ne zaman kaybetmiştim? Doğumum bir kazançtı, çünkü benim var olmam için sayısız ihtimal bir araya gelmiş ve dünyaya merhaba demiştim. Doğum olayını sadece benim için değil; belki de her canlı için büyük bir şans olarak da değerlendirmek gerekebilir. Çocukluğum ve ergenlik dönemim de kazançtı. Ama evlendikten sonra birinci yeniden doğuşum dediğim güne gelinceye kadar geçen süre zarardı. O gün ise yeniden kazanmaya başlamıştım ve bunu ölünceye kadar sürdürmeye kararlıydım. -Bütün geçmişinizi, daha doğrusu geçmişinizdeki önemli olayları hatırlayabildiniz mi? -Hepsini değil. Hatırlamakta zorlandıklarım oldu, ama silinenler de var sanırım. -Bunlar hangi zaman dilimine ait? -Çoğu son yıllarla ilgili. Tam olarak süresini bilemem, ama herhalde 2-3 senelik bir zamanı kapsıyor. Şöyle anlatayım: Bu 2-3 yıllık süre tamamen silinmiş değil, ancak hatırladıklarım o kadar az ki… Üstelik hatırladığım anılar bağımsız parçalar halinde. Bu parçalarla dünle, bugünle bir ilişki kuramıyorum. Bu durum beni rahatsız ediyor. Çünkü geçmişte “ne yaptım, nasıl yaptım, başıma neler geldi?” hepsini bilmek istiyorum. -Hatırlamanıza yardımcı olacak kimse yok mu? -Nasıl olsun, bu olayları yaşadığım sırada yanımda kim vardı ki? Akıl hastanesindeki hastalar… Umutsuzca olsa da bu yolu da denedim. Birlikte kaldığımız hastaların bir tanesi hariç hepsi olaylara karşı kayıtsız ve az konuşan kişilerdi. Sadece orta yaşı biraz geçmiş olan bir kadın vardı çok konuşan. Ona benim yaşadıklarımla ilgili bir şey bilip bilmediğini sordum: “Seni çok dövdüler.” Dedi. Kim ve niçin dövmüştü beni? Diye sordum: “Seni dövdüler, beni de öldürdüler…” deyince, ya bir rüyasını ya da bir hallüsinasyonunu anlattığını anladım. -Doktorlar yardımcı olabilirler. -Onların elinden gelen de bu kadar işte. Neyse, tekrar konuya döneyim. Hastanedeki son günlerim çabuk geçiyordu. İstediğim zaman bahçeye çıkıp dolaşabiliyordum. Gündüzleri çoğunlukla bahçedeydim. Bir keresinde elindeki çakmağı etrafındaki insanlara göstermeye çalışan uzun boylu, kumral saçlı, mavi gözlü yakışıklı bir genç erkek hasta dikkatimi çekti. Kimileri “Çakmak, versene bir sigara!” dediğinde hemen ikramda bulunuyor, ağır hareketlerle çakmağını göstere göstere o kişinin sigarasını yakıyordu. Ağır davrandığı için kızıp, “Öf be, amma da uzattın!” deyip sigarayı atıp yanından uzaklaşanlar da oluyordu. Daha sonraki günlerde bu hastayı göremedim. Hemşirelere tarif edip sorduğumda, hastaneden kaçtığını, ertesi gün de bir otomobilin altında can verdiğini öğrenmiştim. Bu haber, beni çok üzdü. Gözlerimden boşalan yaşlara hakim olamadığımdan içeri kaçtım. Yatağa kapanıp saatlerce ağladım. Ağlamak beni rahatlatmıştı. Demek ki insan olduğumun farkına varmış, insan gibi davranmaya başlamıştım. Doktor on gün demişti, ama hemşire onüçüncü gün eşime haber verdiklerini, yarın gelip beni alacağını, hazırlığımı yapmamı bana söyledi. Neyim vardı da hazırlık yapacaktım? Lafın gelişi öyle demiş olmalı. -Ertesi gün eşiniz geldi mi? -Gelmedi. Hemşirenin geleceğini söylediğinden tam dokuz gün sonra geldi. Kısacası doktorla konuşmamızdan tam yirmiiki gün sonra taburcu oldum. Önce bir otobüsle Eminönü’ne gittik. Oysa evim Kocamustafapaşa’daydı. Değişmiş. Oradan vapura binip Kadıköy’e geçtik. Kadıköy’den de Ümraniye’ye. Yeni evim bir apartmanın üçüncü katında bir daireydi. İki oda ve bir salonu vardı. Kenan evi ve atölyeyi buraya taşımıştı ben hastaneyken. Tabi yaptığı tek değişiklik bu değildi. Birlikte olduğu kadını da eve getirmiş, ama benim döneceğimi duyan kadın, onu terk etmiş. Bunun üzerine kadına yeni bir ev kiralamış, evi yeni eşyalarla doldurmuş. Beni söz verdiği zamanda almaya gelemeyişinin nedeni de böylece anlaşılmış oluyordu. -Kocanızın size karşı olan tutumunda herhangi bir değişiklik olmadı mı? -Olmadı. Olsa da benim için fark etmezdi. O adamla, aynı evdeydik, ama iki yabancıydık. Günlerce evi temizlemeye çalıştım. Komşular edindim. Komşularımla gidip gelmeye başladık. Makyajımı yapıyor, param oldukça yeni giysiler alıyordum. Biraz kilo da almıştım. Kilolar bana yaradı, güzelliğimi ortaya çıkardı. Aynalarla barışmıştım. Dakikalarca ayna karşısında süsleniyordum. Bu arada okumaya da merak sardım. Yaşıma başıma bakmadan dışarıdan sınavlara girip lise diploması aldım. -Birinci yeniden doğuş güzelliklerle dolu desenize. -Öyle. Yılgınlığa düştüğüm zamanlar olmadı değil, ancak hemen zihnimdeki “BAŞARACAĞIM!” pankartını açıp oracıkta boğuyordum yılgınlığı. Bu arada söylemeyi unuttum: Ben hastanede iken kayınvalidem de annem de ölmüşler. Duyunca ne üzüldüm ne de sevindim. Sanki sıradan bir haberdi. Olayları detaya girmeden özet olara anlatıyorum. Çünkü zamanımız oldukça azaldı. Kalan süre içerisinde söyleyeceklerimi bitirmek istiyorum. -Kendinizi yormayın. Bir kısmını, daha sonraki buluşmamıza bırakabilirsiniz.. -O zamana kalacak anım da o kadar çok ki. Bugünküleri bitireyim bir an önce: Kenan, çoğu gece eve gelmiyordu. Nerede olduğu belli. Geldiğinde de hep sarhoştu. Evin masrafı için yeterince para veriyordu. Ama bir gün geldi, kirayı bile ödeyemez duruma düştü. İşleri bozulmuştu. Bu durumda benim de çalışmam gerekiyordu. Kenan’a söyledim. Atölyede çalışmam şartıyla kabul etti. Atölyede bir işçi olarak işe başladım. Burada ondört tane makine olmasına karşılık sadece altı tane işçi vardı. Diğerlerini çıkarmak zorunda kalmıştı. Atölyede mendil işi yapılıyordu. Mendil topları yandaki depoda büyükçe bir masanın üzerinde kesiliyor, atölyede kenarları makine ile dikiliyordu. Daha sonra kalan iplik parçacıkları makasla temizleniyor, kalıplanıp ütüleniyor ve oniki tanesi bir arada paketleniyordu. Sonra da Kenan bir araba kiralayıp bunları Mahmutpaşa’daki toptancılara götürüyordu. Kağıt mendil kullanımının giderek yaygınlaşması Kenan’ın işlerinin bozulmasına yol açmıştı. Piyasadaki mendil talebi giderek azalıyordu.. İşin doğrusu mendil işinde çalışmama rağmen, benim bile çantamda bez değil, kâğıt mendil vardı. -Çocukluğumda hatırlıyorum. Bayramda elini öptüğümüz büyüklerimiz bize mendil hediye ederlerdi. Biz de bu bayram mendilleriyle bir sene idare ederdik. -Kısa sürede işçi olarak girdiğim atölyede işleri öğrenmiş ve orayı idare eder hale gelmiştim. Bunu gören Kenan, bütün işi benim üzerime yıkmakta gecikmedi. Atölyeye para almanın dışında uğramamaya başladı. Malları bile toptancılara ben götürüp teslim ediyordum. Bu arada beni oldukça heyecanlandıran bir macera da yaşadım. -Nasıl bir macera? -Duygusal tarafı olan ama bedensel tatmin de amaçlayan bir ilişki yaşadım. Bedenim beni buna zorladı. O adama karşı içimde kıpır kıpır bir şeyler hissettiğimde, önce bu duyguları bastırmaya çalıştım. Başaramadım. Adam yeni evliydi ve karısını da çok sevdiğini duymuştum. Atölyenin yanındaki depoda mendil toplarını kesme işini yapıyordu. Göz göze geldiğimiz anlarda elim ayağım tir tir titriyordu. Kendime hakim olmam gerektiğini telkin ettiysem de boşunaydı. Depoya gitmemeyi bir çare olarak düşündüğümde aksine daha çok gitmek istiyordum. Bir gün depoda o adamla birlikte olduk. Çok zevkliydi. Her şey bir anda olup bitmişti. Ne ben ne de o adam birbirimize sevişmek için bir teklifte bulunmuştuk. Vücutlarımız kendiliğinden birleşmişti. O anlarda ayıp, toplum, aile gibi şeyler insanın aklının ucundan bile geçmiyor. -Fizyolojik güdüler bazen toplumsal güdülere sizin de anlattığınız gibi baskın çıkabilirler. -Bazıları bunu Kenan’dan intikam almak için yaptığımı düşünebilirler. Öyle bir isteğim de yoktu. Üstelik bu olaydan sonra Kenan’a ihanet ettiğim düşüncesinde de değildim. Kenan sadece kâğıt üzerinde benim kocamdı. Bu ilişkiyi şöyle noktalayalım: O adam ertesi gün işe gelmedi ve ben onu, o günden sonra hiç görmedim. -Bu konuda aklıma gelen sorular var. Sorabilir miyim? -Lütfen sormayın. Bir-iki tane sır da benimle birlikte mezara gitse bundan ne çıkar? Bu öykünün size inandırıcı gelmeyen ya da eksik anlatıldığını düşündüğünüz tarafları var, sanırım. Haklısınız. Sizden ricam, bu konuyu burada kapatalım. -Siz nasıl isterseniz öyle olsun! -Eve barka uğramayan Kenan, sık sık evde vakit geçirmeye başladığında bir şeyler olduğunu anlamıştım, ama ona ne olduğunu sormamıştım. Nasıl olsa yakında her şey kendiliğinden ortaya çıkardı. Öyle de oldu. Bir süre sonra, onu her dışardan geldiğinde elinde ilâç dolu torbalarla gördüm. Giderek zayıflıyordu. Derken geceleri acı içinde kıvranmaya, hatta bağırmaya başladı. Hastalanmıştı. Oldukça ciddi bir hastalığa yakalanmış olduğundan, ev ziyaretçi akrabalarının akınına uğrayınca emin oldum. Gene bir gün işten eve döndüğümde Kenan’ı göremedim. Sonradan akrabalarının hastaneye yatırdıklarını öğrendim. Aylarca hastanede yattı. Ziyaretine gitmedim. Gelmem için haber göndermiş. “Hayır” dedim. Yaptıklarının bedelini ödediğini düşünüyordum. Bir hoca, “İnsanlar yaptıkları kötülüklerin cezasını bir gün mutlaka öderler. Bazılarının kötü oldukları halde bu dünyada cezalarını çekmediklerini görüp de yanılmayın. Demek ki onların günahları o kadar çok ki, ödemeye bu dünyadaki ömürleri yetmeyeceğinden, cezaları öteki dünyaya bırakılmıştır.” Demişti. Haklıymış. -Yattığı süre içinde hastaneye ziyarete hiç gitmediniz mi? -Israrlar bir ara o kadar çok arttı ki ölmesine üç gün kala gitmek zorunda kaldım. Bitmişti. Bedenen ufacık kalmıştı. Yüzü kirli sarı bir renkteydi. Beni görünce yüzü ağlama-gülme karışımı bir hal aldı. Benden defalarca özür diledi. Onu affetmem için yalvardı. Yakında öleceğini bildiğini ama bu vicdan azabı ile öteki dünyaya gitmek istemediğini söyledi. Benim çok katı bir insan olduğumu düşünebilirsiniz. Ancak ben Kenan’ı affedemedim. Yaşadıklarım gözümün önünde canlanınca, bunu yapamayacağımı anladım. Keşke, affedebilseydim, keşke öylesine yüce bir gönüle sahip olsaydım… Bunları söylerken Sibel samimiydi. Gözleri yaşla dolmuştu. Her an ağlayabilirdi. Bir-iki damla gözyaşı yere düşmüştü bile. Kendisini toparladı ve çantasından mendil çıkarıp gözlerini sildi. Ağlama gülme karışımı bir sesle: -Kenan öldükten sonra, hayatımın ikinci yeniden doğuşunu hemen yaşamadım. Biraz zaman geçmesi gerekti. İkinci yeniden doğuşum birinciden kat kat güzeldi. Onu da artık bir daha ki buluşmamızda anlatırım. Artık kalkabilirim. Hoşça kalın. -Güle, güle. Arayı fazla uzatmayın… -İnanın uzatmamayı ben sizden daha çok istiyorum. Her şeyi anlatamazsam diye korktuğumu bile söyleyebilirim. Tekrar hoşça kalın. ** Sibel aradığında bayram nedeniyle İstanbul dışındaydım. O gün buluşmamızı istiyordu. Mümkün olamayacağını, bayramın üçüncü günü döneceğimi söylediğimde: -Uygunsuz bir zamanda aradığımın farkındayım; ama hastanedeki doktorumdan binbir rica ile ancak bugün izin alabildim. Deyince soruları birbiri ardına sıraladım: -Hasta mısınız? Neyiniz var? Hastanede mi yatıyorsunuz? Geçmiş olsun. -Yok canım, galiba yanlış anladınız. Benim hiçbir şeyim yok. Çok iyiyim. Hastanede bir arkadaşın yanında refaketçi olarak kalıyorum da… Dedi, ama bu ifade bana pek inandırıcı gelmedi. Bayramın üçüncü günü buluşmaya karar verip görüşmeyi sonlandırdık. ** Bayramın üçüncü gününün gecesi, Bostancı sahilde bir lokantadaydık. Hava kararmıştı. Sibel’in yüzü deniz tarafına bakıyordu. Kendisi için seçtiği yer loştu ve tam olarak yüzünü inceleme imkanım belki yoktu; ama gördüğüm kadarıyla iyi değildi. Makyaj yapmamıştı, kilo kaybettiği çıplak gözle bile fark edilebiliyordu. Konuya girdi: -Kenan öldükten sonra, ilk birkaç yıl hayatımda fazla bir değişiklik olmadı. Hayatta kalabilme mücadelesi vermem gerekiyordu. Bunun için de işimi yapmalıydım. Atölyede işler iyi gitmiyordu. İki işçiyi daha işten çıkarmak zorunda kaldım. Bu duruma üzülmüştüm, ancak başka çarem de yoktu. İnanır mısınız benim üzüldüğümü gören bu iki işçi, kendi dertlerine yanacaklarına, üzülmeyeyim diye beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Derken, Kenan’ın ölümünden 5-6 ay sonra alacaklıları atölyenin kapısını aşındırmaya başladılar. -Desenize bu da işin tuzu biberi oldu. -Evet öyle oldu. Alacaklılar beni icraya vermekle, atölyeye haciz koydurmakla tehdit ettiler. Onlara bunu yapabileceklerini, ama makineler icra yoluyla birkaç liraya satılınca alacaklarını alma şanslarının sıfır olduğunu anlattım ve vadelere yayarak borçları ödemeyi teklif ettim. Kabul etmek zorunda kaldılar. Hepsine ayrı ayrı borç senetleri verdim. Mendil işi yaparak bu borçların üstesinden gelemeyeceğimi anlamıştım. Etraftaki diğer atölyeleri biraz inceledim. Bunların içinde ihracaat işi yapanların durumlarının iyi olduğunu gördüm. Ben de ihracaata yönelik fason işi yapacaktım. Merter’e gittim, birkaç firma ile görüştüm. İçlerinden bir tanesi hariç hepsi beni reddetti. Kabul eden de örnek çalışmamızı görüp karar vermek istiyordu. Firma yetkilileri ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı, atölyemizde ne gibi değişiklikler gerçekleştirmemiz gerektiğini bana anlattılar ve örnek çalışmadan sonra hakkımızda karar vereceklerini söylediler. Ben de durumu atölyedeki işçilere anlattım ve bu şansı iyi değerlendirmemiz gerektiğini söyledim. On gün geceli gündüzlü çok titiz bir çalışma yapıp bitirilmiş işlerle birlikte firmanın kapısını tekrar çaldım. Çok şükür beğenildik. Bunu atölyede, dışarıdan yemek ısmarlayarak kutladık. Ben de işçiler de çok sevinçliydik. Sibel’in yüzü gülüyordu. Kazandığı zaferin gururu gözlerinden okunuyordu. O anı tekrar yaşamanın mutluluğu içerisindeydi. Bir yudum su içip devam etti: -Yeni işimiz sayesinde vadesi gelen borçları ödeyip, çalışanların ücretlerini verebiliyordum. Bir sene böyle geçti. Daha fazla iş yapıp daha fazla kazanmak istiyordum, ancak aynı firmanın çalıştığı başka atölyeler de vardı ve bize bundan daha fazlasını veremiyorlardı. Buna rağmen firma sahibine teklif götürdüm. “Biz size daha fazla iş veremeyiz; fakat ihracata yönelik çalışan tanıdıklarımız var. Sizin için referans verebiliriz.” Deyince, adres alıp o firmaların kapısını çaldım. İş hacmi oldukça fazla olan bir firma, olumlu referansımızdan etkilenmiş olacak ki bizimle çalışmayı kabul etti. Dahası aynı firma, işlerimizin düzgün olduğunu görünce altı ay sonra, makine ve işçi sayımızı artırmamızı, gerekirse bu iş için bize faizsiz kredi verebileceklerini söylediler. Biz de bu krediyi çok küçük taksitlerle onlara geri ödeyecektik. İki sene bu yeni firmaya iş yetiştirmeye çalıştık. Onlar bizden, biz de onlardan memnunduk. İşler tam rayına oturmuştu ki, ekonomik kriz oldu. Tekstil sektörü bu krizden etkilenenlerin başında geliyordu. İhracaatda etkilenme azdı, ama gene de iş hacmimiz azalmıştı. -Nedense her on senede bir dünya ve dolayısıyla Türkiye bir ekonomik krizle karşı karşıya kalıyor! -Maalesef öyle. Bu kriz döneminde çalışanların ücretlerini gecikmeli de olsa ödemeye çalıştım. İşçi çıkarmaktan başka bir çaremin kalmadığını düşünürken, firmanın muhasebe müdürü beni davet etti. Bana, bu krizin yakında biteceğini, o nedenle hazır yetişmiş elemanları kaybetmemem gerektiğini söyledi. Yani, işçi çıkarmayın, demek istiyordu. Ödemeleri şimdi bile zor yaptığımı, bundan sonraki aylarda belki de hiç yapamayacağımı muhasebe müdürüne söyleyince, “Gerekirse zararınızın bir kısmını biz üstleneceğiz. Endişeniz olmasın. Biz sizden çok memnunuz, sizden gelen mallardan bir tane bile şikayet almadık. Patron da bunun farkında ve teşekkür etmek için sizinle görüşmek istiyor. Uygun bir zamanda ben sizi arayıp randevu vereceğim.” Dedi. Birkaç gün sonra da randevu verildi, firmaya davet edildim. Sibel, burada durdu ve önündeki tabaktan hızlı hızlı bir şeyler yemeye başladı. Sanki güç-kuvvet, enerji toplamak istiyordu. Bu yeme çabası kısa sürdü. Çatalı, bıçağı bıraktı. Az yemiş olmasına rağmen canlanmış gibi görünüyordu. Yüzünde gene bir gülümseme vardı. Devam etti: -İşte ikinci yeniden doğuşum, o randevu ile başladı. Ben size, bir masalı, bir rüyayı, belki de bir romanı birkaç satırla anlatmaya çalışacağım. Başarabilecek miyim? O gün, şunun farkına vardım: Hayatın içinde çokca kanallar vardı. Bu kanallardan birine düştünüz mü, uzun bir süre orada devam ediyordunuz. Şansınız varsa iyi kanalda, yoksa… Ben şanslıydım. Olumsuz pek bir şey yaşamıyordum. Randevuya giderken de, sıradan bir iş görüşmesi olduğunu düşünüyordum ve o nedenle de doğrusu şık giyinmeye bile çalışmamıştım. Sekreter kıza kendimi tanıtınca “Bir dakika Aydın Bey’e haber vereyim” Dedi ve telefon ettikten sonra da beni içeriye götürdü. Aydın beyin geniş, sade döşenmiş bir odası vardı. Orta yaşın biraz üzerinde, yakışıklı denilebilecek bir adamdı. Görüşme sırasında konuşmasının oldukça etkili olduğunu fark ettim. Ayrıca kibar ve samimi bir adam olduğunu da anlamıştım. Nedense görüşmeyi olması gerekenden daha uzun tutmuştu. Hatta sekreterin bir başka randevusunu hatırlatması üzerine, biraz ertelemesini bile istemişti. Ben Aydın’ı görür görmez ona aşık oldum, vuruldum, çarpıldım gibi ifadeler söylesem bu yalan olur. Çünkü ben Aydın’a aşık olup olmadığımı hâlâ bilmiyorum, ama onu sevdiğimden eminim. Evet, onu çok sevdim, çok… Sibel’in eli bardağa gitti. Duygularını bastırmak için su içmek istiyor gibiydi. Bir yudum su aldı, bunu ağzında bir süre tuttuktan sonra yuttu. Konuşmaya başladı: -İlk görüşmemiz böyle oldu. Daha sonra birkaç kere atölyeye gelip bazı incelemelerde bulundu, tavsiyeleri oldu. Beni ilk yemeğe davet ettiğinde yüzü kızardı, kabul edip etmeyeceğimi merak ettiğini normalden fazla açılan gözlerinden okudum. Cevap vermeden önce biraz duraklamam, buna neden olmuştu. Çünkü şaşırmıştım; duraklamamın nedeni buydu. Tabi kabul ettim. Çok lüks bir yere gideceğimizi sanmıştım. Öyle ya 3-4 tane şirketi ve bir tane fabrikası olan kişinin müdavimi olduğu lüks yerler vardır. Yanılmışım. Sıradan değil, ama mütevazi bir lokantaya gittik. Yemek davetleri birbirini takip etti. Aylarca süren bu ilişki sırasında bana ait her şeyi öğrendi, ben de onunla ilgili olanları… Bekar olduğunu öğrenince, bu yaşa kadar neden evlenmediğini sordum. Sonradan yaşı işin içine karıştırdığım için pot kırdığımı anladım; ama söz bir kere ağızdan çıkmıştı. O normal bir soru gibi karşıladı bunu ve “Para kazanmaktan evlenmeye vakit bulamadım. Tuhaf gelebilir, ama ben para kazanmayı çok seviyorum. Paranın esiri değilim. Sadece onu kazanmak hoşuma gidiyor. Bugüne kadar yaptığım yatırımların çok azından zarar ettim. Her kâr elde edişimi bir zafer olarak kutlarım. Ailem daha küçük yaşta iken bana tahsil yaptırırken, bir yandan da para kazanmanın yollarını öğretmişti.” Dedi. Uzatmayayım, sonuçta evlendik. -Galiba bu kısaltma biraz fazla oldu! Atlanılan birçok olay olduğunu sanıyorum. -Evet öyle. Onlar da bana kalacak… Aydın’a para kazanmayı çok sevdiğini, şirketlerinin ve fabrikasının birçok işinin olduğunu, bu arada evliliği nasıl yürütebileceğini sordum. Evlenince en kısa sürede işlerini tasviye edeceği ve zamanının önemli bir kısmını bana ayıracağı sözünü verdi. Sözünü tuttu da. Aydın’ı çok fazla anlatmaya da çalışmıyorum aslında. Onu hep bana ait hissetmek istiyorum. Buna ister kıskançlık, ister bencillik ya da ne derseniz deyin. Aydın’la birlikte geçen dokuz senemi doksan seneye değişmem. Geçmişte yaşadığım kötü anıları da artık, onu tanımak için bir fırsat olarak kabul ediyorum. Şimdi olsaydı ve benden af dileseydi Kenan’ı bile affedebilirdim. Kenan’ın yaşattıkları olmasaydı belki de Aydın’la yollarımız hiç kesişmeyecekti. Bakın, bunu lâf olsun diye söylemiyorum: Bana deseler ki, Aydın’ı sana sadece bir günlüğüne geri getireceğiz. Karşılığında ne verirsin? Hiç düşünmeden sahip olduğum her şeyi verirdim. Onu, Aydın’ı, o sevgili adamı çok özledim. Artık onsuz yapamıyorum. Ben de ona, onun yanına gitmek istiyorum. Bunu… Dedi ve bütün vücudu titremeye başladı. Yüzüne baktım, simsiyah kesilmişti. Bana: -Lütfen şoförümü çağırın, beni hastaneye götürsün. Dedi. -Ambulans istesek! Dedim. -Hayır, hayır. O kadar kötü değilim. Arabayla gidebilirim. Dedi. Şoförle birlikte kollarına girip Sibel’i arabaya bindirdik. Konuşamıyordu, ama elleriyle işaret ederek benim gelmemi istemediğini belli etmeye çalışıyordu. Bu sefer Sibel’i dinlemedim, arabanın arkasına onun yanına oturdum. Sağ elimle de arabanın sarsıntısından düşmesin diye omuzundan tuttum. Biraz sonra o da, kendiliğinden başını omuzuma yasladı. Sesi çıkmıyordu, yarı uykuda gibiydi. Bu arada şoför hastaneye telefon edip durumu anlattı. Oldukça büyük, özel bir hastaneye geldiğimizde; kapının önünde hastabakıcılar, hemşireler ve doktorla beraber bir tane de sedye vardı. Benim hastanenin giriş katından öteye gitmeme izin vermediler. Daha doğrusu boşuna beklememem gerektiğini söyleyip, kibarca kovdular. Hastane bahçesinde yürürken kendime defalarca şu soruyu sordum: -Bu Sibel’i son görüşüm müydü? *** Son görüşmemiz değilmiş. Çünkü Pazar günü, Sibel beni aradı. Öğleden sonra müsaitsem hastaneye gelebileceğimi söyledi; ayrıca önceki konuşmamızla ilgili yazdıklarımın çıktısını alıp ona götürmemi istedi. Hastaneye geldiğimde, müracaattaki görevlilerin nasıl davranacağı konusunda zihnimde sorular vardı. Bir öncekinin tam aksine çok iyi davranarak endişelerimi yok ettiler. Sibel, önce yazdıklarımı okumamı rica etti. Okudum. -Keşke son kısmı, yani hastane macerasını yazmasaydınız. Dedi. -İsterseniz o kısmı silebilirim. Dedim. -Hayır, silmek olmaz. Çünkü yayımlanmış. Sizden önemli bir ricam olacak: Benim şu anki durumumu ve odamı lütfen okurlara anlatmayın. Zaten bunlar okurları pek fazla ilgilendirecek şeyler de değil. Dedi. Nasıl isterse öyle yazacağımı söyledim ve konuşmaya başladık. Odada bizden başka kimse yoktu. -Aydın’la geçen yıllarımı, yaşarken hiç saymadım. Böyle bir şey aklımdan geçmedi. Bu yılların bir gün biteceğini de hiç düşünmedim. Sonsuza kadar sürecek sanıyordum. Buna sebep sanırım biraz da Aydın’ı kendisiydi. Çünkü o ölümle ilgili pek konuşmazdı. Mesela bana “Ben öldükten sonra şunu şunu yap.” Gibi herhangi bir vasiyette bulunmadı. Sadece bir kere ölüm konusu açılınca bana dedi ki:”Bak Sibel! Hayatta, dünyada ve tabi evrende birbirinin zıttı olan çok şey var. İşte ölüm ve hayat da bunlardan biri. İnsan bu zıtlardan birini seçmeli. Yani ya ölümü ya da yaşamayı. Hem yaşayıp hem de ölü gibi davranmak acemice rol yapmaya benziyor.” Bu konuda hatırladıklarımın hepsi bu… Aydın’la evliliğimizin ilk altı ayı Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerini gezmekle geçti. Evde kaldığımız sadece birkaç gündü. -Gene atlayarak anlatıyorsunuz galiba. -Anlatacak o kadar çok şey var ki aslında. Düşüncelerimi derli toplu bir hale getirip ifade edemiyorum. N’olur kusuruma bakmayın. Aydın, evliliğimizden birkaç gün sonra elime bir banka hesap cüzdanı tutuşturdu. “Bu ne?” diye sorduğumda: “Senin adına bankada bir hesap açtırdım. Yalnız bankaya gidip bir-iki yeri imzalaman gerekiyor. İmzadan sonra hesap işlerlik kazanacak.” Dedi. Deftere baktım, oldukça büyük bir paraydı. “Ben bu kadar parayı ne yapacağım?” diye sordum. “İstediğini yap. İstersen eşya al, istersen yatırım yap, istersen birisine ver, istersen bir yere bağış yap. Para senin. Ne yapacağını bana sorma. Üstelik sen başarılı bir işkadınıydın da.“ Dedi. Bol bol harcamama rağmen ben bu paranın faizinin yarısını bile tüketemedim. Aydın, para kazanmayı seviyordu. Ancak harcarken cimri de değildi, müsrif de değildi. Alacağı şeylerde lüks olanı değil, ihtiyacı olanı seçerdi. Gösterişten hep kaçındı. Bir müddet sonra kendisine giysi almaktan da vazgeçti. Çünkü çorabından kravatına kadar her şeyini ben alıyordum. O bu durumdan çok memnundu. -Bayanlar alışverişte erkeklerden daha başarılılar. -Aldığım her şeyi beğenirdi. Bir tanesine bile dudak kıvırdığını görmedim. O, bambaşkaydı. Dünyada böyle bir insanın olabileceğini bana anlatsalardı inanmazdım. Ağzından bir kere olsun bırakın küfürü, bir kötü söz, bir hakaret ya da argo bir sözcük çıkmadı. Çok iyi bir eğitim almış. Ailesi sonradan görme değil, İstanbul’un eski zenginlerinden. Kültürlü, hoşgörülü, anlayışlı. Aydın’dan küçük bir erkek kardeşi vardı. Evliydi, ama çocukları olmuyordu. Karı-koca bunu kendilerine dert etmemişlerdi ve oldukça da uyumluydular. Kardeşinin hanımı Aydın’a “Abi” diye hitap ediyordu. O da gelinlerini kızkardeşi gibi seviyordu. Çünkü arada sırada karı-koca arasında küçük ihtilaflar olursa Aydın, hemen gelinlerinin safında yer alıyor; ağabeyinin bu saf tutması kardeşini de daha ileri gidebilecek bir tartışma yapmaktan alıkoyuyordu. -Mutlu olmak ne kadar zor; ama ne kadar da kolaymış, değil mi? -Evet. Aydın, benim koruyucu kalkanımdı. Kötülüklerden, yanlışlıklardan beni hep korudu. Güzelliklerin bulunduğu ortamlarda yaşamamı sağladı. Bütün bunları yaparken bana belli etmemeye çalışıyordu. Ama ne yaptığını veya ne yapmak istediğini seziyordum. Keşke her mutlu olmak isteyen kadının Aydın gibi bir kalkanı olsa… O bana gerçekten aşıktı. Bunu sık sık söylerdi. Bir gün ona “Aşk nedir?” diye sordum.”Aşk vazgeçmektir.” Diye sorumu cevapladı. Altıncı ayın sonunda hamile kaldığımı ona söylediğimde çok sevindi. Hemen bir hastaneye gidip gerekli kontrolleri yaptırdık. Doktorlar, bu hamileliğe karşı çıktılar. Yaşımın ileri olması ve bazı bünyevi sorunlar nedeniyle bu bebeği doğuramayacağımı söylediler. Aydın da doktorların tarafını tuttu. “Bebeğimizin olmasını ben de çok istiyorum. Bana sorsan, şimdi en çok neyi istersin, diye: Cevabım bellidir. Ama seni kaybetmeyi de hiç istemiyorum. N’olur Sibel, doktorları dinleyelim.” Dedi. Dinlemedim. O bebeği doğuracaktım, Aydın’a, bana bir hayat armağan eden o adama, her ne pahasına olursa olsun o çok istediği bebeği verecektim. Başka hastanelere, doktorlara hatta yurtdışındakilere de gittik. Söylenenler birbirinin benzeri şeylerdi. Bebeği doğurabileceğimi, ama riskin fazla olduğunu söyleyen bir-iki doktorun dışındakiler kesinlikle karşı çıkıyorlardı. Kararım kesindi ve vazgeçmeye de hiç niyetim yoktu. Hamileliğim sırasında Aydın, bütün zamanını benimle geçirmeye başladı. Haftada, ayda bir kere birlikte olduğu arkadaşlarını terk etti. Benim ısrarım ile gittiğinde ise bu buluşmaları çok kısa tuttu. Doktorların iddialarının tam aksine çok rahat bir hamilelik dönemi geçirdim. Bunda psikolojik yapımın düzgün olmasının ve inancımın rol oynadığını sanıyorum. Doğum da sorunsuz gerçekleşti. -Geçmiş olsun. Siz anlatırken olmuş bitmiş bir olay olmasına rağmen ben bile gerildim. -Bir kızımız dünyaya geldi. Güzel mi güzel, ufacık bir bebekti. Benim ve Aydın’ın sevincini, mutluluğunu anlatamam. Sadece bizim değil Aydın’ın kardeşi ve karısı da mutluluktan uçuyorlardı. Onlar da kızımızı kendi çocukları gibi benimsediler. Bir bahane uydurup sık sık bize gelmeye başladılar. Kızım yurt dışında okurken onlar ziyaretine benden fazla gittiler. O nedenle ölürsem gözüm arkada kalmayacak. Amcası ve yengesi ona destek olacaklardır. Zaten kızım da şu anda hayatı tek başına devam ettirebilmek için gerekli olan donanıma sahip. Küçüklüğünden beri bu kız, bize hiç sorun çıkarmadı. Hastalıkları bile normalden kısa sürdü. Babası gibi para kazanmayı ve parayı idare etmeyi çok iyi bildi. Yüzü babasına o kadar benziyor ki… Demek ki Aydın gittikten sonra onu hatırlamam, hasretimi dindirebilmem için kızımızı bana bırakmıştı… ** Birbuçuk saate yakın bir süre dışarıda beklemem gerekti. Çünkü Sibel fenalaştı. Hemşireye haber verdim; o da doktoru çağırdı. Doktor, beş dakika dışarıda beklememi rica etti. Çıktım. Ayrıntıya giremiyorum, hatırlayacaksınız Sibel’e söz vermiştim. Dışarıda dakikalar geçmek bilmedi. Hemşire ve doktorların Sibel’in odasına sık sık girip çıktıklarını görüyordum. Beklememin sonuna doğru doktor ve hemşirelerin bana pek de iyi gözlerle bakmadıkları gördüm. Kovulmam an meselesi olabilirdi. Tahminime göre içerde benim gönderilmemle ilgili bir tartışma yaşanmış olmalıydı. “Hasmın sitemini anlamamak, hasma sitemdir.” Düşüncesinden hareketle ben de doktor ve hemşireleri görmemezlikten gelmeyi bir çare olarak buldum. Nasıl bakarlarsa baksınlar, ne düşünürlerse düşünsünler; umursamayacaktım. Beş dakika, oldu birbuçuk saat. Sabırlı olmalı ve her şeye kendimi hazırlamalıydım. Sonunda içeri davet edildim. Ben girince de doktor ve hemşireler odayı terk etti. ** -Galiba istemeyerek rahatsızlık vermiş oldum. Çünkü buradakilerin bana bakışları hiç de dostça değildi! Dilerseniz çok kısa özetleyerek bu sohbetimizi bitirin. Dedim. -Rahatsızlık diye bir şey söz konusu olamaz. Rahatsız olabilecek kişi başkaları değil, benim. Ben de sizin varlığınızdan şikayetçi değilim, aksine çok memnunum. Son zamanlarımı kiminle geçireceğime, nasıl geçireceğime ben karar vermeliyim. Sizden sonra da güzel kızım beni ziyarete gelecek. Önceleri kısa kesmemden yakınırken, bakıyorum şimdi siz ister oldunuz! -Ben sizin için böyle bir istekte bulundum. Kendinizi yormamanız için. -İyiyim, konuşabiliriz. Aydın’la olan anılarımı keşke kaleme alıp yazsaymışım. Bunu yapamadım; çünkü böyle bir yeteneğim yoktu. Aslında anı yazmak için yetenek de gerekmiyor ya! Yazdıklarım edebiyat tarihi içinde yer alacak bir eser mi olacaktı ki yetenek istesindi? Neyse. Gelelim Aydın’ın son gününe. Bakın sözünüzü dinledim ve neler neler atlayarak en sona geldim. -Eşinizin gerçek adı Aydın mıydı? -Hayır değildi. Onun adını da anlatırken değiştirdim. Önce hangi adı kullanayım diye kendime sordum. Sonra, her adın ona yakışacağını düşünerek aklıma ilk geleni kullandım. -Değiştirdiğinizi tahmin etmiştim. Buyurun devam edin. Merakla sizi dinliyorum. -O gün, alışverişe gitmeden önce Aydın’a benimle gelip gelmeyeceğini sordum. Benim yalnız başıma gitmemi, kızımıza ödevlerinde yardımcı olacağını söyledi. Israrla arabayı benim kullanmamamı, çünkü tam iş dönüş saati olduğunu, bu nedenle trafiğin canımı sıkabileceğini, şoförün gelmesinin hem bu açıdan hem de alacaklarımın taşınması açısından iyi olacağını belirtti, daha doğrusu tembihledi. Dediği gibi yaptım. Alışverişte çok fazla durmadım, ama trafikle beraber gene de eve dönmem üç saatimi aldı. Salona girdiğimde kızımı masada ders çalışırken, Aydın’ı da kanepede uyurken buldum. Kızım beni görünce “Aaa annem gelmiş!” Diyerek kalkıp bana sarıldı. “Anne, babamla az önce ödevimi yaptım bitirdim. O da şimdi kanepede uyuyor.” Dedi ve yerine oturdu. Aydın’ın vücudu kanepenin köşesinde ve biraz eğik duruyordu. Kafasını da kanepenin arkasına yaslamıştı. Uyandırıp, yatağa yatmasını söyleyecektim. Ona “Hayatım, ben geldim. Kalk da istersen yatağında rahat rahat yat!” Diyerek sarıldım. En ufak bir tepki vermedi. Yüzüne baktım, her zamanki gibiydi. Yüzünde dikkatimi çekecek bir şey yoktu. Ama, nefes almadığını fark ettim. Elini tutttum, soğuktu. Başımı kalbinin üzerine koydum. Hiçbir şey duyamadım. Öldüğünü anlamıştım. Sıkı sıkıya sarıldım Aydın’a. Ölemezdi, ölse de dirilecekti. Ben ona canımdan can verecektim. Hareketlerim kızımın dikkatini çekmişti. “Anne, sen babama sarıldın; ben de sarılacağım.” Dedi. Kıskanmıştı. Yanımıza geldi ve babasına sarıldı. Biraz sonra bir anormallik olduğunu anlamıştı. Sordu: “Anne, babam neden uyanmıyor? Bize şaka mı yapıyor?” Dedi. Kızımı kucaklayıp salondan çıkardım, odasına götürdüm. Soğukkanlılıkla ona durumu anlatacaktım. Güçlü olmalıydım, panik yapmamalıydım. Çünkü, kızımın ruh sağlığı söz konusuydu. Sekiz yaşında bir çocuğa babasının öldüğünü nasıl anlatacaktım? İşim gerçekten çok zordu ve ben çok güçlü olmak zorundaydım. Hiç ağlamadan, heyecan yapmadan babasının öldüğünü ona anlattım. Babasının öldüğünü duyunca akan gözyaşlarını elimle sildim ve ufacık yeşil gözlerinden öpüp bağrıma bastım. Şaşkındı; ama sonuçta çocuktu işte. Önce ağladı, sonra dersleri aklına geldi, salona gitmek istedi. Bırakmadım. Gidip defter ve kitaplarını getirdim, odasında dersini yapmasını istedim. Çalışanlara; akrabalara, dostlara haber vermelerini söyledim. Kısa bir süre sonra da zaten ev ziyaretçi ile doldu. Sibel’den beş dakika kadar dinlenmesini rica ettim. Ben de bu arada aldığım notları düzenleyecektim. Kabul etti. ** İlk konuşan Sibel oldu: -Aydın’ı kaybetmiştim. O gece kızımı uyuttuktan sonra, sabaha kadar ağladım. Tek tesellim bu güzel adamın ölümünün de güzel olmasaydı. O, söylediğim gibi ölümden söz etmezdi, ancak öldükten sonrasıyla ilgili her türlü tedbiri de almıştı. Bize en ufak bir pürüz bırakmamıştı. Ne ödenecek tek bir kuruş vergi borcu, ne de yarım bırakılmış bir işi vardı. Aylar sonra evraklarına bakarken klasörler dolusu yardım makbuzlarıyla karşılaştım. Çok az makbuzda onun adı yazılıydı; diğerlerinde başka isimler vardı. Yardımsever olduğunu biliyordum. Bu yardımseverliğinin reklamını yapmayı ise hiç sevmezdi. Makbuzlar da zaten bunun kanıtıydı. Bu konuyla ilgili şöyle bir olay da hatırlıyorum: Aydın, fabrikasını satılığa çıkarmıştı, ancak henüz satılmamıştı. O günlerde fabrika işçilerinden bir kadının gecekondusunda yangın çıkmıştı. Kadıncağızın evi ve eşyalarının hepsi yanmıştı. Üniversiteye yeni kaydını yaptırmış olan bir oğlundan başka kimsesi yoktu. Aydın, fabrikada geçici bir süre kalması için ona yer ayarladı. Kadının işçi arkadaşları da ev ve eşya almak için yardım kampanyası düzenlediler. Fakat, işçilerin gücü buna yetmiyordu. Evin tutarının onda birini bile toplayamamışlardı. Buna rağmen o kadına ev ve eşyalar alındı. Çünkü adını gizleyen bir hayırsever gerekli olan parayı bağışlamıştı. Bana kalırsa bu Aydın’dan başkası değildi. Bu olaydan on gün sonra da fabrika satılmıştı. Sibel, derin bir nefes aldı ve: -Hepsi bu sevgili dostum. Yani buraya kadar. Deyince gitme zamanımın geldiğini düşünerek ayağa kalktım. -Lütfen biraz daha kalın. Bu öykünün son bölümünü benim okuma şansım olmadığını biliyorum. O nedenle sizden ricam, aldığınız notlardan ne yazacağınızı bana okumanız; daha doğrusu anlatmanız. Sibel’in isteğini yerine getirdikten sonra, vedalaşmak için ayağa kalktım ve dedim ki: -Sibel hanım, şimdilik hoşça kalın. Yarın ve daha sonraki günlerde izin verirseniz sizi ziyarete gelmek isterim. -Sakın bana darılmayın, ama buna izin veremem. Lütfen bu konuda ısrar da etmeyin. Siz artık benim dostumsunuz, dostlar da birbirlerinin isteklerini yerine getirirler. Benim de sizden son ricam bu. Yanıma gelin, elinizi sıkmak istiyorum. Deyince yanına gittim. Elini uzatırken zorlanıyordu. Ama elimi öylesine kuvvetli sıktı ki... Bu gücü nereden bulduğuna şaşırmamak mümkün değildi. -Hakkınızı helal edin sevgili dostum. Dedi. -Helal olsun. Siz de helal edin. Hoşça kalın. Dedim. -Güle, güle. Dedi. Kapıdan çıkarken dönüp baktım, elini sallıyordu…. ** Sibel’in istememesine rağmen ertesi gün ve daha sonraki gün; ya onu ziyaret edebilirim ya da bir haber alabilirim umuduyla hastaneye gittim. Görevliler beni onun yanına sokmadıkları gibi, hastalığının seyri ile ilgili de tek kelime bile söylemediler. Son gittiğimde, bir ara güvenlik elemanlarının kapıda olmadığı bir zamana denk gelince, yavaşça içeri süzüldüm. Koridorda 4-5 adım atmıştım ki beni yakaladılar. -Beyefendi, yaptığınız çok ayıp! Yaşınızdan başınızdan utanın! Bizi size karşı zor kullanmak mecburiyetinde bırakmadan burayı terk edin! Dediler. Çok utanmıştım. Bir daha da hastaneye gitmeme kararı aldım. ** Bu olaydan üç gün sonra, gece vaktiydi. Gazeteyi okumaya gündüz zamanım olmadığı için, o sırada göz atıyordum. Gazetenin orta sayfalarına bakarken büyükçe bir vefat ilanı dikkatimi çekti. İlandaki fotoğrafa baktığımda hemen tanıdım: Bu maalesef Sibel’di. Cenazenin “öğle namazını müteakip kaldırılacağı” da ilânda belirtilmişti. Cenazeye katılamadığım için üzülmüştüm. Doğrusu mutlaka gitmek isterdim. Evet, ben gitmek isterdim de acaba Sibel bunu nasıl karşılardı? Tabi, kesinlikle karşı çıkardı. Yani sonuçta yine Sibel’in istediği olmuştu. Sibel bize sırlarının birazını verdi; ama çoğunu da beraberinde götürdü. Bu nedenle biz de, Sibel’i onun izin verdiği kadar tanıyabildik. Bir yakınımı kaybetmişcesine üzüldüm, acı çektim. Gözyaşlarım bu olaya tepki vermekte gecikmedi… -Güle güle sevgili Sibel! Tek tesellim Aydınına kavuşmuş olman. Sanırım mutlusundur. Çünkü en çok istediğin şey vuslat değil miydi? 07 Eylül 2011 İstanbul BİTTi
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |