"Her sabah, yeni bir sayfa açar; yazdığın hayatın en güzel romanı senin kaleminde şekillenir."

Ruhunun Gittiği Yer

Kendini kaybetmiş bir ruhun, küçük odasında yaşadığı büyük iç dünyasını anlatan etkileyici bir öykü. Düşünce duvarları arasında hapsolmuş, kendi benliğini arayan karakterin varoluşsal sancıları ve ruhsal yolculuğu, derin bir içgörüyle aktarılıyor.

yazı resimYZ

Kendini dahi değiştiremiyorken, nasıl dünyayı değiştirebilirdi? Aylardır ne uyku uyuyabiliyor, ne yemek yiyebiliyor, ne de yaşayabiliyordu aslında. Nefes alıp veriyordu; eğer bir bitkiden farksızca nefes alıp vermeye yaşamak diyebilirsek, yaşıyordu o da.

Kocaman bir dünyası vardı; tek kişilik yer yatağı, bir kitaplık ve bezden dolabında üç beş parça kıyafetinin bulunduğu beş adımlık odasında, içinde kaybolduğu devasa bir dünya...

O kadar ki, aylarca kendini bulamadığı oluyordu ara ara. Ruhunun bedeninden ayrıldığını söylemesi, bir delinin saçması gibi gelse de kulağınıza, doğruydu. Ruhunun bedenini bulamamasıydı onun kayboluşu.

Bazen duygular diyarında kaybolurken, bazen geçit vermez düşüncelerle çevrili bir kalede buluyordu kendini. Her düşüncenin, binlerce küçük düşünceyle donatılmış bekçileri vardı kapılarda. Aşamıyordu düşünce duvarlarını da hapsoluyordu bazen günlerce, bazen aylarca orada.

Hele ki en kötüsü; duyguların, düşüncelerin de giremediği o umutsuzluk labirenti… Her bir umut, başka bir umutsuzluğa çıkıyordu ama gerçek çıkışı bulamıyordu bir türlü. Ve işte böylece yokluk oluyordu; bir çeşit kayboluş.

Telaşa düşüp aradığınızda bir ses duyuyordunuz… Art arda uzun uzun aramalarınızın sonrasında, duygudan yoksun, android bir ses duyuyordunuz ahizenin karşısında: Çok derinlerden gelen onun kayboluşunun sesi.

Anlıyordunuz, onun yine uzaklarda, kendisinin dahi bilemediği bir yerlerde olduğunu. Ve biliyordunuz ki onun için, ruhunun bedenini bulmasını beklemekten başka yapabilecek bir şeyiniz olmadığını.

Kim bilir hangi diyarlardaydı şimdi? Belki vahşi bir ormanda kaybolmuştu, gece gündüz kan ter içinde bir çıkış bulmaya çalışıyordu. Duyduğu her ses, her an vahşi bir hayvanın saldırısına maruz kalacakmışçasına onda korku uyandırıyordu. Birileri onu duyar diye avazı çıktığı kadar bağırıp dururken, kendi sesinin yankısından sağır olmuştu belki...

Belki de akıntıya kapıldığı bir nehirde, dalgalarla boğuşuyordu. Kıyıda, köşede tutunabileceği; akıntıdan onu kurtaracak bir dal arıyordu. Bulamıyordu.

Ya da sadece yatağındaydı... Yatağında, uyurken boğazı yırtılırcasına bağırarak birileri onu duysun istiyordu. Ancak hiç sesi çıkmıyor, kalkmaya zorluyordu kendini ama vücuduna söz geçiremiyordu. Tek bir parmağını dahi oynatamıyordu.

Çok saçmaydı! Nasıl bedenine söz geçiremezdi? Beyni komutu veriyordu, bundan emindi. Ses telleri nasıl olur da beynin komutunu görmezden gelip titresmezlerdi? Vücudu bağımsızlığını mı ilan etmişti ki?

Sadece yatağındaydı. Bir rüyada da değildi. Beynin, vücudunun kontrolünü kaybetmesi için hiçbir sebep yoktu. Anlayamıyordu.

Belki sesi çıkıyordu ama insanlar duymuyorlardı. Hani zaten dünyayı değiştirmek istemesinin sebebi de bu değil miydi zaten? Hiç kimsenin birbirini duymaması değil miydi sebep?

Mesela, ne çok hayıflanmıştı sözlüklerden silinmesine “imece” teriminin. Halbuki ilkokulda cümle içinde kullanmayı en sevdiği kelimeydi. Tam hayalini kurduğu dünyayı canlandırıyordu kafasında “imece”. Şimdiyse en çok kullanılan kelimeler: “bireysel kariyer”, “kendi dünyası”, “ben” değil miydi?

Bilmiyordum. Sahiden neredeydi şimdi? Neden ruhu bensiz yolculuğa çıkıyordu?

Birlikte kaybolsaydık, belki bir parça daha güvende hissedebilirdi kendini. Ahizenin karşısında duyduğum o sese ağlıyordum.

Gün geçtikçe kötüye gidiyordu. Ruhu bedenini terk etmediği zamanlarda, dünyayı değiştirme hayallerini konuşuyorduk onunla. Yaşadıklarının onu umutsuzluğa düşürdüğü oluyordu ama vazgeçmemişti hiçbir zaman.

Son zamanlardaysa sıklığı artmıştı, ruhunun onu terk edişlerinin. Çocuk ruhu dayanamıyordu gördüklerine. Yaşadıkları boğuyordu umutlarını. Nereye gidiyordu insanlık?

Bunlara dayanamayan ruhu, bir yerlerde saklanıyordu sanırım. Belki vahşi ormanlarda, sıcaktan kavrulduğu bir çölde değildi. Kendine güvenli bir yer bulmuştu. Belki hayal ettiği dünyayı kuruyordu gittiği yerde.

Orada “ben” yoktu, “biz” vardı. Ve her koyun kendi bacağından asılmıyordu. Görmezden gelmiyordu insanlar haksızlıkları. Tek bir ağız oluyorlardı ve son raddeye gelmeden değiştiriyorlardı bir şeyleri.

Mesela, birinin ölmesini beklemiyordu insanlar meydanlara dökülmek için... Kurduğu dünyada da haksızlıklar oluyordu elbet. Ama hakkını savunan garipsenmiyordu. “Kavgacı” denip, suçlu bulunan hakkını arayan değildi artık. Suçlu olan: susan, boyun eğendi haksızlıklara.

Çoğunluğu “biz”di kurduğu dünyanın. Farklı olan “ben”di. “Ben-ci”ler, “ben-cil”lerdi azınlık.

O artık mutluydu ve hayalini kurduğu dünyadaydı belki de. Bu yüzdendi son zamanlarda bedenini bu kadar sık terk etmeleri.

Hayali gerçek olmuştu. Değiştirmişti dünyayı. Ve değiştirdiği dünyasında yaşıyordu artık. Sadece biz görmüyorduk.

Yorumlar

Başa Dön