Konuşmak, durmaksızın tekrarlamak mı körüklüyordu en derindeki hisleri? Besleyen, yaşayıp durmak mı her gün aynı kederi? Karşılaşıp durmak mı aynı davranış biçimleriyle, her zaman, her yerde… On yıl önce, yüzyıl sonra, belki asırlar öncesinde de?
Biz mi yeşertiyoruz o korkunç filizleri, yoksa hiç sönmeyen bir yangın mı bu? Bakmadığımız zaman görmediğimiz, ama aslında insanlığın varoluşundan bu yana devam eden, bu büyük yangın... Sönmeyen ateş.
Biz mi çekiyoruz başımıza gelenleri? Düşündükçe, çok düşündükçe, aynı şeyleri düşündükçe evrene yolladığımız mesajlar mı yaşatılanlar? Yaşadıklarımız?
Yani düşünmezsek, biter mi? Durur mu? Son bulur mu?
Susarsak geçer mi? Peki, hep susmadık mı? Sustuk da geçti mi?
Kaç tabakayız toplumda? İşçiler veya işverenler? Zenginler ya da fakirler? Güzeller ya da çirkinler? Uhreviler veya dünyeviler? Yönetenler ile yönetilenler?
Aslında belki de sadece: Güçlüler ve güçsüzler.
Konumunuz, paranız, güzelliğiniz, yönetme şansını elde etmiş olmanız... Hepsi birer güç değil mi?
Yani iki tabakayız diyebilir miyiz? Güçlüler ve güçsüzler.
"Susun," diyor anne babalarımız. "Susun." "Susun ki cezalandırılmayın." İçinizde saklayın kendinizi. Aykırı olmayın. Toplum, uyumu sever. Çoğunluğu... sessizliği... Kendi tabirleriyle “fevri olmayanları.”
Peki ya susamadığımız haksızlıklarınız? Nasıl diner öfkesi kalbinizin? Susarak mümkün mü? Var mı susarak dindirmenin bir yolu?
Varsa bir yolu, hazırız duymaya. Susmaya. Yok olmaya.
Kurallar? Başka başka mı? Saçma. Başka başka olursa kural denmez ki!
Belki de deniyordur bizim bilmediğimiz bir lügatta. Nesil tanımı gibi mi?
Bir asır önce on yıldı nesiller arası fark. Kuşak farkı. On yaş fark varsa aramızda, başka bir jenerasyonduk birbirimizden. Birbirimizi anlayamamamız doğal karşılanabilirdi.
Şimdi kaç yıl farka kuşak farkı diyoruz? İki mi? Üç mü?
Peki kurallarınız da böyle mi?
Nasıl mı?
"Bizde kuraldır," henüz çok yenisin, senin büyümen için en az iki yıl var. Henüz yenidoğansın. Bebeksin. Yürüyemezsin.
İki yıl geçmiştir. Koşabiliyorsundur artık aslında. Ama yürümene izin vardır. Yine de mutlusundur, çünkü adım atmak özgürlüktür.
Şimdi yeni bir doğanınız vardır hatta... Ama yenidoğan bebeğe, "Sen de aynısın onunla," derler. "Yürüyebilirsin."
Şaşırırsın. Ama içinden şaşır. Sus. Konuşma.
Tanımlar ya da kurallar değişmiştir belki. Sen nereden bileceksin?
Düşünüp durma. Peki sen büyümek için neden iki yıl bekledin?
Düşünme dedim sana. Düşünmek senin işin değildir. Büyümeyi beklemek istemiyorsan gidebilirsin.
Değişim işte. Hep seni ıskalayan değişim. Koca bir tesadüf.
Sessiz ol. Fevri olma. Yoksa asla koşamazsın.
Dürüstlük! En zoru. En zoru mu gerçekten?
Çünkü dürüstlükle yönetemezsin, öyle derler.
Sen bir işçisin. Nereden bilebilirsin ki? Hiç yönetmedin.
Bu gidişle yönetemeyeceksin de. Çünkü bu ülkede bu değer yargılarıyla asla büyümeyecek, asla var olamayacaksın sen.
Hep zayıflar gider sanıyordum. Başaramayanlar. Tutunamayanlar.
Siz de mi öyle sanıyordunuz?
Ben artık sanmıyorum. Biliyorum ki: Gidenler her zaman zayıf olduklarından gitmez.
Göz yumamayanlar da gider. Tahammül edemeyenler, onuruna yediremeyenler, kalbi çok acıyanlar...
Kalmayı başarısızlık sayacaklarındandır bazılarının gidişi.
Bana gelince: Bir yere gittiğim yok benim. Gidenlerin yerine düşündüm sadece.
Gitmiyorum... Ama kalamıyorum da.
Susmuyorum... Ama konuşamıyorum da.
Var olamıyorum... Ama yok olmuyorum da.
Sizin gibi işte. Bazılarınız... Ya da çoğunluğunuz gibi...