Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Feuerbach’ın “Bizim üniversitelerimiz, sadece bir dinleme ve yazma kurumudur” deyişinin üstünden yaklaşık 190 yıl geçmiştir.(1) O eleştiri, belki de bugünkü üniversiteler için yapılmıştır. Hem de bizim üniversitelerimiz için. Köy enstitüsü, medrese, imam hatip lisesi ve hukuk fakülteleri arasında ne gibi bir ilişki, ne gibi çelişkiler vardır. Eğitim konusundaki tercihlerin, bilimsel değil, siyasi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İmam hatip liselerinin parasal kaynağını sağlayan, ama kendi çocuklarını bu okullara göndermeyen insancıkları görmemek elde değil. Yöntem bakımından okullarımızda medrese geleneği sürmektedir. Yazık ki hukuk fakülteleri Feuerbach’ın yukarıdaki tanımına tam olarak uymaktadır. Her şey ezberletilmek istenmektedir. Burada kasıtlı bir “düşünmeyi engelleme çabasının” olduğu düşünülebilir. Hukuk fakültelerine sosyal puan ile öğrenci almanın siyasi bir tercih olduğu açıktır. Amaç imam hatip çıkışlıların bu okullara yerleştirmektir. Köy enstitülerinin açılması bilimsel bir tercih, ancak kapatılması siyasi bir manevradır. İmam hatip liselerinin geçmişi ilgi çekicidir. Bu okulları toplumsal gereksinmeler yaratmamıştır. Köy enstitülerinin kapatılması ile imam hatip liselerinin yaygınlaşması aynı döneme denk gelmektedir. Bu ülke bizim ülkemiz, insan bizim insanımız. Devlet bizim devletimiz. Eğitim toplum içindir, bizim içindir, herkes içindir. Hepimiz en iyiye en güzele en çağdaş olana ulaşmak istiyoruz. Amacımız ortak. Ortak amaca ulaşmak için dostça bir işbirliği gerekir. Türk dili, inkilap tarihi gibi derslerden sene kaybeden öğrencileri düşününce, “bu ne biçim dostluk, ne biçim işbirliği” demekten kendimizi alamıyoruz. Herhalde gereksizliğine karar verildi ki, artık YÖK dersleri sınıf geçmeye etkili olmuyor. Hukuk eğitimi, hukuk fakültelerinde başlamaz ve hukuk fakültelerinde bitmez. İlkokul, ortaokul ve liselerimizin ilkel bir uygulaması vardır. Öğrencilere dayak atılır. (2) Akılları sıra öğrenci döverek ortak amaca hizmet ederler. Oysa dayak, ilkel tutkuların tatmini, aşağılık duygusunun bastırılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir.Bunun öğrenciler üzerindeki etkisi ise , genç fidanların taze sürgünlerini kırmaya benzer. Dayak ve ezbere dayalı eğitim, medrese geleneğinin devamıdır. Düşünme, söyleneni tekrarla, ezberle ve geç. Öğretmen gelince ayağa kalk, ceketini düğmele, aman bir soruya yanlış yanıt verme. Yoksa tekme tokat eğitime devam edilir. Öğretmen ne söylemişse onu bileceksin. Dayak yemek istemiyorsan sus, ya da özgün düşüncen olmasın. Büyükler düşünmüş, sen onların düşündüğünü ezberle. Kişilik gelişmesini engelleyecek, bağımlı insan yetiştirmeyi amaç edinmiş bir sistem. Baskının her türlüsü var. Bir öğrenci duvara “savaşa hayır” yazdı diye aylarca göz altında tutulmuştur. O öğrenciyi ise kendi müdürü şikayet etmiştir. (3) Büyük bir iş başardığını sanan müdür bey, hala görevine devam ediyor. Bu gibi kafalarla, bir yanlışlık olmazsa, çağdaş uygarlığı yakalayacağız. Akıllı geçinen bazı çokbilmişler, her şeyin en iyisini ve en güzelini bildiklerini sanıyorlar. (4) Kafalarındaki o parlak düşünceleri herkese ezberletme sevdasındalar. Bu gibiler “körpe zekaları söndürmek” (5) için ellerinden geleni yapıyorlar. “Ben her şeyi bilirim” sanan tipler, bütün eğitim kurumlarında yaygındır.(6) Hukuk profesörü kendini eğitim uzmanı sanabilir. Ama değildir. Bir dedikodu dolanıyor fakültede. “Falanca hocaın bütün öğrencileri sınıf geçmiş, o biraz zor doçent olur” Zor hoca olacaksın, sonra da gelsin doçentlik, gelsin gelsin profesörlük.” Zor hoca olmak ise, kıyma makinası gibi çalışmaktır, asla iyi eğitimci olmak değil. Eğitim kalitesi düşüyor, ezberci kuşaklar geliyor, öğrenciler çalışmadan sınıf geçme çabasında. Eskiden böyle değildi.(7) Bu söylediklerim benim düşüncem değil. ve kesinlikle de katılmıyorum. Bilim adamı olarak yetiştirmek için bir Avrupa ülkesinde eğitim görmek zorunlu görülüyor. Türk üniversitelerinden bilim adamı çıkmayacağı gibi, saplantı var (8) Kemikleşmiş bir düşünce. Daha önce görülmüş olan pasivize edici eğitimin sonuçları. Bazı teknik alanlarda, gelişmiş ülkeler en iyisini en güzelini yapıyor olabilir. Eğitim olanakları çok geniş olabilir. Sosyal bilimci, hukukçu yetiştirmek içinlaboratuvar eksiğimiz olduğunu kimse iddia edemez. Önemli olan Avrupalının eti kemiği, ya da Avrupa’nın kaldırım taşları değil herhalde... Avrupa ülkelerinde hukuğa başlayan bitiren öğrencilerin oranı, başarısızlık durumları, sınıfta kalma ve geçme, sınavlar ve benzer konulara açıklık getirilmelidir. Avrupa’ya gitmiş olmayı ayrıcalık sayan kasaba düşüncesi terk edilmelidir. Öğrenciyi suçlamak savunma mekanizmasını çalıştırmaktan başka bir şey değildir. Kaç tane hoca, ders verdiği öğrencinin zeka seviyesini, kapasitesini, ilgi alanları, yeteneği, bilimsel düşünmeye elverişli olup olmadığı, ya da dürüstlüğü konusunda bilgi sahibidir. Acaba asistan olarak seçilen öğrencilerde, ne gibi nitelikler aranmaktadır. Hocalar kendi sezgileriyle en doğru seçimi yaptıklarını mı sanıyorlar. Öğretim görevlileri , öğrencileri hakkında hiç bir şey bilmiyorlar. Ön yargılı olarak öğrencinin, asi olduğu, anarşist ruhlu olduğu , çalışmadan sınıf geçmek istediği gibi şeyler düşünüyorlar ki, bu düşünce bilim adamlığına ve bilim felsefesine aykırı bir düşüncedir. Türk Dili dersinden , dinamik ve başarılı bir öğrenciyi sınıfta bırakan fakülte, hangi akla hizmet etmiştir. Bu olaydan, öğrenci, öğrencinin ailesi, ulusal eğitim ve devlet zarar görmüştür.Peki, kim, ne kazanmıştır. Başarısızlık duygusunu bastırmak isteyen bir sadistten başka, kim ne kazanmıştır? Yukarıdaki olay, ancak ve ancak, Türkiye’nin gelişmesini istemeyen güçlerin yararınadır. Eğitimin verimsizliği ve gelecek için yetiştirilen eğitimcilerin, bilimsel esaslara göre seçilmemesi, toplumun gelişmesine büyük engeldir.Medrese geleneği ve bu geleneğe bağlı bilim adamcıkları yetiştirmekte ve bu geleneğe zeka, yetenek ve başarıları ile uyum sağlayamayan öğrenciler harcanmaktadır.(9) Bazı akıllı hocalar kendi öğrenciliklerini kriter alarak, öğrencileri değerlendirmeye çalışmaktadır.Kendi deyimleri ile büyük bir gaf yapıyorlar. İnsanın kendi zekasını, kendi çalışma yöntemlerini ideal kabul etmesi, doğal ve fakat ilkeldir. Bazı hocalar zamansal yetersizlikten yakınmaktadırlar. Gidip bakın, zamanlarını öğrencilere yazı yazdırarak harcıyorlardır. Haftalık ders saatlerinin artırılması sakıncalıdır. Ders süreleri de kısaltılmalıdır. Öğrenci “bugün ne öğrendim” diye düşünebilmek için, zamana sahip olmalıdır. Yoksa düşünmeyi engellemek için, öğrenciye ot yoldurmaya gerek yoktur. Ve bunu yapmaya kimsenin hakkı olamaz. Önemli olan çok ders yapılması değil, verimli ders yapılmasıdır. Eğitim kurumunda, eğitim ile ilgili bir birim olup olmadığını hiç merak ettiniz mi? Benim böyle bir birimden haberim yok. Belki “eğitim araştırma merkezi” hiç düşünülmedi bile. Hocalarımız, birer bilimadamı, eğitimciden öte, kendi savaşlarında, kendi kariyer ve ekonomik amaçları için savaşan kişiler. Eğitimci yetiştirme konusunda, bilimsel bir çalışma yok. Seçilen asistanların kapasitesi, bilime yatkınlığı, dürüstlüğü konularında hiçbir bilgiye veya gerçekçi bir ölçmeye başvurulmamaktadır. Hocalar yalnızca kendi yaptıkları sınavları ölçü olarak alıyorlar ki, o sınavların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Yalnızca şekli bir anlatımdır değerlendirme sonuçları. Hukuk eğitimcisi yetiştirmek için, fen ve matematik puanı esas alınarak, öğrenci alınmalıdır. Bu öğrencilerin bilim adamı olarak yetişmeye eğilimli olması gerekir. Fen ve matematik puanı ile hukuk arasındaki ilgiyi merak edenler çıkabilir. (10) Siz bana sosyal puan ile hukuk arasındaki ilişkiyi açıklayabilir misiniz.? Fen ve matematik puanı yüksek olan öğrencilerin, tamamının Türkçe ve sosyal puanları da yüksek. Ama bunun aksini kimse iddia edemez. Şimdiki uygulama ile, hukuk fakültelerine sosyal puan ile öğrenci alınmaktadır. Bu mantığa nasıl ulaşıldığına akıl, sır ermez. İşte bu noktada, bilimsel değil, siyasi bir tercih vardır. İmam hatip çıkışlı öğrencilere kolaylık sağlanmıştır. Liseyi ilk üç derece ile bitiren öğrenciler ile, lise başarı puanları da bilimsel bir değer taşımaz. Sonucu dikkate alındığında ise, adaletsiz bir uygulamadır. Üniversite öğrencileri, öğretim üyelerinin yetersizliğinden yakınmaktadırlar. Üniversite düzeyinde eğitim veremediklerini belirtiyorlar.(11) Eğitim zaten ezbere dayalı. Öğrenciler çağdışı bilgilerle bunaltılmaktadır. (12) Öğrencilerin üniversitedeki fonksiyonu, not tutmak, sınava girmek ve harç ödemek gibi şeylerdir. Düşünmek ya da araştırma yapmak, öğrenciye göre bir iş değil.(13) Bazı çokbilmişler, hemen “öğrenci psikolojisi” diye teşhis koyabilirler. Böylece liseden kalma, kırık-dökük ve ezberlenmiş psikoloji bilgilerini göstermiş olurlar. Öğretim üyelerine göre de, öğrenci kalitesi hızla düşüyor. Çalışmadan sınıf geçmek isteyen, ezberci kuşaklar geliyor (14) Bu görüşe katılmak olası değil. Ezberlemeden sınıf geçmeyi başaran kaç kişi var sanıyorsunuz. Öğrenci kalitesini, kalitedeki düşüşü, soru sormamanın nedenini , ezberciliğin gerekçesini nasıl açıklıyorlar. acaba. Sayılan olumsuzluklardaki kendi rollerini biliyorlar mı? Öğrenciler öğrenmek yerine, sınıf geçmek ve diploma peşine koşuyorlarmış. (15) Bu doğru, çünkü, öğrenci buna zorlanmaktadır. Sınava girerken, hocanın yazdırdığı notları, ezbere bilmeniz gerekir. Aksi taktirde, çok şey bilseniz, konuyu kavramış olsanız bile, sınıfta kalabilir, okuldan bile atılabilirsiniz. Bilim kimsenin tekelinde değildir. Fakat bu durum, sınıfta bırakılmaya veya okuldan atılmaya engel değildir.Haklı olabilmeniz için güçlü olabilmeniz gerekir.Hoca istediği öğrenciyi başarılı, istediğini başarısız sayabilir. Buna hiçbir engel yoktur. Öğrenci, zor sayılabilecek bir sınavı kazanarak geldiği fakültede, yarın sabahını düşünememektedir. Yıllardır kapasitesini aşarak çalışmak, ama kapasitesinde başarı gösterememek durumundadır. Siz bana Türk Dili dersinden bir yıl bekleyen öğrencinin durumundaki mantığı açıklayabilir misiniz.? Olayları kavrayamayan bir insan, pek çok şeyi ezberleyip tekrarlayabilir. Bu öğrenmek değildir. Çünkü, tekrarlama yeteneği olan papağan, tekrarladığı sözcüğün anlamını bilmez. İnsan, rastgele yapılan bir sınavda, ezberlediği şeyleri yazarak başarılı gözükebilir. Ne seviyede eğitim görmüş olursa olsun, hemen herkes, Medeni Yasa7nın başlangıç hükümlerini, hatta tamamını bile ezberleyebilir. Anayasa’yı da ezberleyebilir, hem de kenar başlıkları ile. birlikte. Peki bu insan hukuk öğrenmiş olur mu Hocanın ders notlarını sınav kağıdına aynen aktaran öğrenci, hukuğu iyi mi öğrenmiştir.? Üniversiteye seçilerek alındıkları halde, pek çok öğrenci hocalar tarafından niteliksizlikle suçlanmaktadır. (16) Tek yanlı ve önyargılı bir suçlamadır bu. Gerçekleri de yansıtmaz Çünkü objektif değildir. EĞİTİM Eğitimi okuma yazma öğrenmek diye tanımlayamayız. Okuma yazma öğrenmek eğitimin bir parçasıdır ama küçük bir parçası. İnsanların diğer canlılardan ayıra en önemli özelliğin düşünebilme yeteneği olduğunu övüne övüne anlatırız. Oysa böyle olmasında , yani dünyaya insan olarak gelmemizde ve insanların düşünebilme yeteneği olmasında bizim bir rolümüz yoktur. Hiçbir canlı, dünyaya nasıl gelmek istediği konusunda tercih yapmamıştır. Bunun yanında düşünme yeteneğinin yalnızca insana özgü olduğunu söylemek de acele verilmiş bir karardır. İlk insan, kolunda Japon yapımı saat ile dünyaya gelmemiştir. Eskiden, yani ilk insanlar döneminde, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite gibi eğitim kurumları yoktu. Demek ki o insanlar diplomasız kişilerdi. Doktor, doçent ya da profesörleri yoktu. İşte o insanlar, bilgi ve deneyimlerini sonraki kuşaklara aktararak, bugünkü seviyeye ulaşmamızı sağlamışlardır. Demiri ilk olarak kullanan insan mühendis değildir. Tarihte Akdeniz’in en güçlü filosunu sahip olan Türkler, acaba savaş gemilerini sanayileşmiş batılı ülkelerden mi satın almıştır. Piri Reis yurt dışında, denizcilik ve haritacılık eğitimi mi görmüştür? Eğitim çeşitli şekillerde tanımlanabilir.(17) Kısa bir tanımla, “eğitim, kültürün bireye aktarılmasıdır” diyebiliriz. Peki kültür nedir? Kültür ya da uygarlık, bir toplumun üyesi olarak insanoğlunun kazandığı bilgi, inançlar, sanat, ahlak, yasalar, görenekler ve öteki beceri ve alışkanlıkları içeren karmaşık bir bütündür.(18) Bizim üniversitelerimizde bilim adamı yetişir mi , kaliteli araştırma yapılabilir m (19) gibi güvensizlik dolu yargıları tartışmak istemiyorum. EĞİTİM POLİTİKAMIZ Eğitim kurumları ve eğitimciler belli amaçların gerçekleştirilmesi için vardır. İşlenmek üzere fabrikaya giren hammaddenin sonuçta ne olacağı bilinmektedir. Çünkü fabrikalar bu bilinen amaçlar için kurulmuşlardır. Aynı şey eğitim fabrikaları için de geçerlidir.Hammadde işlenecek ve nitelikli hale getirilecektir. İşte, eğitim politikası, varılmak istenen amaç ile, bu amaca varmak için izlenen yöntemi anlatır. Belirlenen amacın akılcı olması gerekir. Yani bilimsel bir temele dayanmalıdır. Böyle bir amaç saptandıktan sonra, bu amaca ulaşmak için en pratik, en güvenilir ve en sağlam yol seçilmelidir. Eğitim toplum yaşamının olmazsa olmaz koşuludur. Çünkü eğitim olmazsa toplum da olmaz. Herşeyden önce eğitim, üretime yönelik ve yaratıcı olmalıdır. Ama montaj sanayine yönelik olmalıdır demiyorum. Önemli olan modern oyuncakları söküp takmak, bilgisayar tuşlarıyla dalga geçmek değil, problemleri çözebilmek, gerektiğinde oyuncağını topraktan yapmak, üretmektir. Atatürk dönemi Türkiye’sinde oldukça cesur adımlar atılmıştır., eğitim alanında. Yenilikler sihirli değnek ile yapılan kolay şeyler değildir. Osmanlı Tarıhı’nde, medreselerin yenileşmeye karşı büyük bir direnme gösterdikleri bilinmektedir.(20) Elbette bu direnme eğitim felsefesinden değil, çıkar çatışmalarından kaynaklanmaktadır. Sanılmasın ki, Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ile bu direnme sona ermiştir. Şu anda içinde yaşadığımız 1991 yılında, medrese geleneği hala sürmektedir. ve inatla yaşatılmaktadır. Yukarıda söylediğim gibi, sorun, eğitim felsefesi sorunu değil, çıkar dengesi sorunudur. (21) İlkokul yetiştirilmek üzere, 1924 yılından itibaren ilköğretmen okulları açılmasına karar verilmiştir. (22) 1927-1928 öğretim yılında, köylerde yetişmiş çocukları alıp, ilkokul üstünde, üç yıllık bir sürede, günün yarısında genel bilgi derslerine, yarısında da, tarım, kooperatifçilik, el işleri uygulamalarına, yer veren programlarla, köy öğretmeni yetiştirilmek üzere, Denizli ve Kayseri-Zencidere’de iki köy öğretmen okulu açılmıştır.(23) Bugün yanı, 1991 yılında, köye gönderdiğimiz öğretmenlere ne veriyoruz, ve onlardan köy ve köylü için ne yapmasını bekliyoruz ? Bu okullardan beklenen sonuç alınamadığından, 1933 yıllarında kapatılmıştır. 1937 yılında, konu tekrar ayrıntılı olarak ele alınmış, nüfusu öğretmen göndermeye elverişli olmayan köyler için, eğitim ve öğretim işlerini görmek, tarım işlerinin çağdaş bir şekilde yapılmasını sağlamak amacı ile köy öğretmenleri görevlendirilmiştir.Değişik köylerden zeki ve yetenekli çocuklar alınarak, iki yıl ilkokul, üç yıl ortaokul öğrenimi veren , fakat tarım, demircilik, inşaatçılık, kooperatifçilik konularına ağırlık veren bir programla çalışmak üzere, köy enstitülerinin ilk denemesi niteliğinde olan, Eskişehir-Mahmudiye, İzmir-Kızılçullu köy eğitim yurtları açılmıştır.(24) 17.4.1940 tarihli ve 3803 sayılı, köy öğretmeni veya köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere , tarım işlerine elverişli arazisi bulunan köylerde, 5 yıl öğretim süreli köy enstitüleri açılmıştır.(25) Enstitülerde gerekli sanat dalları için atölyeler, hayvancılık için ahırlar kurulmuş, buralara geniş tarım arazisi , meyvecilik, sebzecilik bahçeleri sağlanmıştır. Üç-dört yıl içinde, 21 köy enstitüsü kurulmuştur. Buralarda eğitmen kursları da açılmıştır. Buna paralel olarak, 1924’te bir ilahiyat fakültesi, 29 ilde de imam hatip liseleri açıldı. İmam hatip okullarının sayısı öğrencisizlik yüzünden yıldan yıla azalarak, 1930 yılında tamamen kalkmıştır.(26) 1950’li yıllar köy enstitülerinin kapatıldığı ve imam hatip liselerinin parlamaya başladığı yıllardır. Türkiye’de çok partili düzene geçilmiş, politika, eğitimi ucuz bir malzeme olarak ve acımasızca kullanmıştır. O dönemde eğitimin başına gelenleri, genel siyasi durum içinde değerlendirmek gerekir. Ulusal nitelikli bir eğitim politikası, yazık ki uygulanamamıştır. Çeşitli Avrupa ülkeleri ve Amerika tarafından önerilen paketlerin ulusal çıkarlara uygun olabileceğini mantık kabul etmez. Hiçbir devlet, kendisine rakip olacak bir güce yardım etmez. Köy enstitülerine yapılan saldırıların başında “komünist yetiştiriyor” iddiası vardır. (27) Bu iddiaların ne denli isabetsiz olduğu, bugün daha iyi anlaşılmaktadır. İddianın temelini, çıkar çatışmaları, politik hesaplar oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerin, güçlü bir Türkiye’ye temel olacak bir eğitime destek olmaları beklenemez. Ama köstek olmaları kaçınılmazdır. İçerde oy hesapları, dışarıda ekonomik ve askeri hesaplar Türk eğitiminin yüreğine saplanmaktadır. OKULDAN ÖĞRENCİ ATMANIN YASAL VE BİLİMSEL YÖNÜ Pek çok kişi öğrenci psikolojisini iyi bilir. Yazık ki bu bir saplantıdır.Bu saplantı, yani iyi bildiğini sanma saplantısı, pek çok meslek grubunda yaygındır.(28) Öğrenciler de pek çok şey bilirler. Daha önceden az çalıştığı için başarısız olduğuna inanan öğrenci A, çok çalışmaya başlıyor ve okuldan atılıyor. Böylece, başarının sırrının çalışmak, çalışmak, çalışmak.... olup olmadığını öğreniyor. Yükseköğrenim Yasası, öğrencilere, öğrenimlerini tamamlaması için belli süreler öngörmüştür. Bunun uygulamadaki anlamı şudur: Eğer öğrenci belli sürede okulu bitiremezse, okuldan atılır. Buradan anlıyoruz ki, eğitimdeki başarısızlığın tüm sorumluluğu öğrenciye yüklenmektedir. Oysa olması gereken bu değildir. Öğrenci dışındaki unsurların da dikkate alınması gerekir. -Yeterli eğitim verilmiş midir ? -Hocalar sayı olarak yeterli midir ? -Hocalar nitelik olarak yeterli midir ? -Hocalar eğitimci olarak başarılı mıdır ? -Ders araçları yeterli midir ? -Eğitim yöntemi başarılı mıdır ? -Öğrenciye yeterli rehberlik hizmeti verilmiş midir ? -Yapılan sınavlar güvenilir midir ? Daha sayabileceğimiz pek çok etken var. Öğrencinin yeterli kapasiteye sahip olup olmadığı, yeteri kadar çalışıp, çalışmadığı, haklı olarak merak edilir. Ama unutulmamalıdır ki, hiçbir üstün zekalı, anasından doğarken otomobil ehliyetine sahip değildir. Yüzme, okuma-yazma ve hesap bilmez.Bu yetenekleri de, kendi kendine kazanmaz. Başarı ve başarısızlığın tek sorumlusu öğrenci değildir. Zaten okullarımızdaki ilkel yöntemlerle yapılan sınavlarla ölçülen şey başarı değildir. Eğer başarısız sayılan öğrenci okuldan atılacaksa, başarısız hocalar da okuldan atılmalı, başarısız üniversiteler kapatılmalı, yetersiz ders araçları imha edilmeli, sınavlar, dürüst ve güvenilir bir ölçme olmadıkları için, tümden kaldırılmalıdır. Saplantı ve alışkanlıkları bir tarafa bırakıp, olayı gerçekçi olarak değerlendirmeliyiz. Hoca ders anlatamıyor, ders kitabı yok., derslikler soğuk hava deposu gibi. Okul yönetimi ile öğrenciler arasında buzdan duvarlar. Rehberlik diye bir şey yok. Bunlar yetmiyor gibi, bilimsel bir değer taşımayan, aksine keyfi bir sınavla, sınıfta bırakılacak, okuldan atılacaksınız. Her ne kadar, sınıfta bırakma ve okuldan öğrenci atmanın yasal bir kılıfı bulunuyorsa da, bu durum hukuğa aykırıdır.Yukarıda belirttiğim gibi, başarısızlığın –ki buradaki başarı gerçek değildir- sorumlusu olarak, yalnızca öğrenciyi görmek ve onu cezalandırmak akıl işi değildir. Üniversite, sınıfta bıraktığı ve okuldan attığı öğrenciye karşı, haksız fiil hükümlerine göre sorumludur. Hiç kimse başkasının eğitim hakkını kısıtlayamaz. Kendi başarısızlığını başkalarına ödetemez. Uygulamada, üniversiteler ve bazı hocalar kıyma makinası gibi çalışmaktadır. Eğitimin iyileştirilmesini amaç edineceklerine, bilimsel esaslara göre çalışmayı ilke edineceklerine, aksine öğrenciye yüklenerek, kendilerini aklamaya, başarılı göstermeye çalışıyorlar. Yeri gelmişken, eğitim konusunda Avrupa’nın neresindeyiz diye kendi kendimize soralım. Örneğin Almanya’da bir lise düşünün. Öğretmen sınıfa geldiğinde, öğrenci ayağa kalkmak zorunda mıdır. ? Bu öğrencilerin ceket ve kravat giyme zorunlulukları var mıdır.? Ceket giyen öğrenciler, öğretmenlerini görünce veya onlarla konuşurken, ceket düğmelemek zorunda mıdır? Öğretmeni ile konuşan öğrenci elini cebine sokabilir mi ? Alman öğretmen “Sen bana niye selam vermiyorsun” diye öğrencisini dövebilir mi ? Orada ne olduğunu gidip görmedim. Bildiğim bir şey var. O da eğitimcilerimizin asker özentisi olmaları. Sözde disiplin ile başarı sağlayacaklarını sanıyorlar. Bizim lise eğitimimizin Almanya veya Amerika’dan daha mı iyi olduğunu iddia ediyorlar.? Buna gülünür işte... Almanya’da, profesörlerin, öğretim ve araştırmalarıyla ilgili konularda, akademik özgürlükleri tamdır. Öğrenciler de, aşağı yukarı aynı özgürlük içinde, öğrenme özgürlüğüne sahiptir. (29) Alman öğrenciler programlarını kendileri düzenler ve seçtikleri ihtisas alanlarında, derecelere ve diplomalara götüren sınavlar için, ne zaman, nasıl ve nerede, hazırlanacaklarına kendileri karar verirler. (30) Bizim öğrencilerimiz hiçbir şeye karar veremezler. Çünkü büyükler ve hocalar, her şeyin en iyisini bilirler?... Öğrenciler, gözetimleri altında çalışmak istedikleri profesörleri seçmek amacı ile, üniversiteden üniversiteye dolaştıkları i için, her sömestr kayıt yaptırmak zorundadırlar. (31) Hoca seçmek, ders seçmek, istediği zaman sınava girmek... Bunlar bize çok yabancı. Biz toplum olarak geleneklerimize bağlıyız, hem de sıkı sıkıya. (32) Eğitim ait bulunduğu ülkenin siyasi ve sosyal eğilimlerini izlemek zorundadır.(33) HUKUK EĞİTİMİ Hukuk eğitiminin amacı, toplumda hukukçu olarak görev yapacak kişilerin yetiştirilmesidir. Hukuk, toplum düzeninin sağlanmasında büyük önem taşır. Temel hak ve özgürlüklerin korunmasında ve geliştirilmesinde, hukukçunun rolü önemlidir.(34) Hukukçu, toplumun kendisine yüklediği rolü gereği gibi yapabilecek niteliklere sahip olmalıdır(35) Dürüst, çalışkan , belli bir zeka ve yeteneğe sahip ve hukuğu seven kişilerin seçilip hukukçu olarak yetiştirilmesi gerekir. Bu kişiler, bilimsel bir değer taşımayan , “ezberle-geç “ modeli sınavlarla belirlenemez. Çünkü sözkonusu sınavlar güvenilir olmadığı gibi, eğitimin kalitesini de düşürmektedir.(36) İyi bir hukukçu, insanı ve toplumu iyi tanımak ve kendini aşmak zorundadır. Öğretim görevlisi, ayrıcalıklı ve dokunulmaz bir kişi değildir. İnsanlar yapıları gereği güçlerini kötüye kullanma eğilimindedirler. Öğrenen-öğreten ilişkisindeki eşitsizlik, öğretim görevlilerine, keyfi davranabilecekleri geniş bir alan bırakmaktadır. Öğrenci ise savunmasızdır. Düşünmekten ve düşüncesini söylemekten korkan genç insan, geleceğin yöneticisi, yasa koyucusu, hakimi, savcısı, avukatı olacaktır, bilim adamı olacaktır. Bu insanın kendine güveni olmasın, düşünmesin, düşündüğünü söyleyemesin. Acaba bu genç insan, babasına, amcasına, dedesine, ya da tanıdıklarına danışarak mı karar verecektir. Bilimsel bir çalışma için icazet mi alacaktır. Ve eğer öyle ise bu icazeti kim verecektir. Okuldan atılma tehditleri ve notlarla boğazı sıkılan , dernek üyesi oldu diye anarşistlikle suçlanan insan, nasıl kendine güvenecektir. Yaşamı yüksek not almak aferin almak, ileride zengin bir kız veya erkekle evlenerek köşe dönmek veya paralı bir işe kapak atmak olarak algılayan insan, nasıl objektif düşünecektir; nasıl iyi bir hukukçu olacaktır. Bir milyona yakın öğrenci adayı üniversite sınavına girecek, ve bunlardan seçilecek üç-dört bin kişi hukuk fakültelerine girecek (38). Fakülteye giren bu şanslı öğrencilere gelecek garantisi verilememektedir. Öğrencilerin çoğu yarın sabahını bile düşünebilecek durumda değildir. Üniversite sınavını kazanan öğrenci, bir anda kendini, kurallar, hocalar ve yurt yöneticilerinin karşısında bulur. Tabi eğer yurda girme şansı olmuşsa... Öğrenci, baba ekmeği yiyen bir kişidir.(39) Yaşamını buna göre düzenlemek zorundadır. Yurt personeli, en alt kademedeki, temizlikçi-bekçisinden, üst düzey müdürüne kadar, öğrenci ile dalgasını geçmekte, onu küçümsemekte ve keyfine göre fırçalamaktadır. Böylece kendini tatmin eden personel, öğrencinin her hareketine, her şeyine karışmakta ve “yurttan atma” ile tehdit etmektedir. Yurda yeni giren öğrencilere daha fazla baskı uygulanmaktadır ki, öğrencinin gözü baştan korksun. Şu anda avukatlık yapan bir bayan arkadaş, “yurt kantinindeki temizlikten şikayetçi olduğu için” nasıl azar işittiğini anlatmıştı.Ve o yalnızca bir örnekti. “Kimi kime şikayet ediyorsunuz” diyorlardı. EĞİTİMDE BAŞARI VE ÖLÇME Eğitimde başarı, eğitim sürecine katılan öğelerin varılmak istenen hedefe ne oranda yaklaştığının sayısal anlatımıdır. Ne kadar insanın eğitimi planlanmıştır. Eğitim sonunda ne kadar insan başarılı olmuştur. Bu insanlar,toplumsal rollerinde ne denli başarılı olmaktadır. Başarı denildiğinde akla ilk gelen öğrencilerin aldıkları notlardır.Doğaldır ki, başarılı ya da başarısız sayılan da öğrencidir. Bir hukuk öğrencisinin yazılı sınavlarda aldığı notlara bakarak, onun planlanan hedefe ne oranda yaklaştığını anlayamayız.Yine sözkonusu nota bakarak, eğitim sisteminin, eğitim programının , öğretim görevlilerinin , fakülte yönetiminin başarısı konusunda bir fikir edinemeyiz.Peki not denilen bu sayısal anlatım ne anlama gelir? Hoca sınav kağıdına bakmış ve “ben bu kağıda....” not veriyorum demiştir. Hepsi bu kadar. Buna ölçme diyebilir miyiz...Bir diğer anlatımla, ölçme bunun neresi...Uzaktan bir cisme bakıyor ve bu cisim 1 metre çapında, 3 metre uzunluğundadır ve 2500 kg.dır diyorsunuz.İşte yapılan sınavlar bundan farklı değil. Öğrenciye verilen not öğrencinin başarısını yansıtmaz. Öğretim gibi karmaşık bir olayı değerlendirmek isteyen bir kimse, bu olayı analiz ederek işe başlamalı ve ne gibi niteliklerin gözlenebilir olduğunu, bunların hangi boyutlarda ölçülebileceğini ortaya çıkarmaya çalışmalıdır.(39 ?) Eğitim kurumlarının amacı nitelikli ürünler meydana getirmektir.O halde, eğitim kurumlarının başarısını ürünlerinin kalitesi ile ölçebiliriz.(41) Ölçme bilimsel bir değer taşımalıdır.Bu da ancak yöntemin objektifliği ile olasıdır.(42) Öğretimin değerlendirilmesi açısından yararlı olan bir analizde şu üç öğe önem kazanır. Program, öğretim ve ürün(43) Ortaya çıkan ürünün kalitesi, öğretimin kalitesini gösterir.(44) Hukuk eğitiminde, öğrenciler sınavlar altında ezilerek yetişir. Sınavar vererek hakim olur, savcı olur, kaymakam olur. Şimdi, eğitimin ve sınavların güvenilir sonucu mu, bilmem ne kadar tarikatçı kaymakam, bilmem ne kadar vali... ve bir türlü bitmeyen adli sorunlar, bir türlü bitmeyen davalar.Eğitimin kalitesini adliye koridorlarında, kaymakamlıklarda vs. aramak durumundayız. Ve hocalara, yetiştirdikleri öğrenciler için taktirname verilmeli, mesleğe giriş sınavlarını organize eden, değerlendiren beylerin gözlerinden öpülmelidir. Uygulamada ölçme amacıyla, yalnızca öğrenciler sınava sokulmaktadır.Her hoca içinden geldiği gibi sınav yaptığı ve kafasına göre değerlendirdiği için , bu sınavlar hiçbir bilimsel değer taşımaz. ve öğrenciyi ezberciliği zorlar. Hocanın ne istediğini tahmin etmek ve hocanın notlarını aynen kağıda aktarmak zorundasınız. Aksi durumda mezun falan olamazsınız. Birçok okul sisteminde, İngiliz eğitimcisi J.F. Wolfenden’in dediği gibi, “sınav boynuzu öğretim kulağını geçmektedir”(45) Illich’e göre “ okulda notlar ve diploma esas olduğundan , öğrenme ve adaletten sözedilemez.”(46) Öğrenme, yeni bir beceri ya da görüş kazandırma anlamına gelir, sınıf geçmek ve başarmak ise başkalarının görüşüne ve taktirine dayanmaktadır.(47) Okullardaki ölçme yanılgılarının temelinde, öğrencinin pasif ve savunmasız olması ve buna karşın öğretim görevlilerinin kendi başlarına buyruk olmaları vardır.(48)Başarıya ulaşmak için dostça bir işbirliği yerine , sınavlar ve notlar gibi adaletli olmayan yöntemlerle öğrenciye baskı uygulanmaktadır. Böylece kişilik gelişimi olumsuz yönde etkilenmektedir. Başarıyı ölçmeye çalışanlar, belirledikleri başarısızlıktan kendilerine pay çıkarmazlar. Bu davranış, insan doğasının “kusurları başkasında arama” eğilimidir.(49) Asıl yanılgı, yalnızca öğrencilerin başarılı ya da başarısız diye değerlendirilmesi ve bu değerlendirmenin keyfi olarak (bilim dışı yöntemlerle) yapılmasıdır.Sanıldığı gibi, başarının sırrı “çalışmak, çalışmak, çalışmak” değildir. (50) Öğretimi, ürünün kalitesi ile değerlendiriyoruz.(51) Başarısızlığı öğrenciye mal etmek, alışılmış ve ucuz bir yöntemdir.Eğer başarı varsa, bunu öğretimin başarısı, üniversitenin başarısı olarak kabul ediyoruz. Bu da tek sözcükle “haksızlıktır”. Sonuç bilimsel bir değer taşımaz ve adaletsizdir. Kimi insanlar, kendi işlerinin boyutunu unutup, her şeyin en iyisini bildikleri ve yaptıkları inancına kapılırlar. (52) Böyle bir düşünce, bir bilim adamına ait olamaz. Bilim ürettikleri, hukuk teknisyeni yetiştirmeyip, gerçek hukukçu yetiştirdikleri iddiasında olan bazı bilim adamları, yetişecek bilim adamlarının önünü tıkamakta, çantasını taşıyıp, kendisine hayranlığını belirtecek yağcıları asistan olarak alıp, beslemektedir. Bunca başarılı olmuşlardır ki, hukuk eğitimi bilimsellikten oldukça uzaklarda, ilk günkü gibi, pırıl pırıl durmaktadır. Hukuk doktoru, eğitim uzmanı değildir. Hele hele ölçme ve değerlendirme uzmanı hiç değildir. Eğitim konusunda eğitim görmemiştir. Eğitim konusunda yetersiz bir hocanın objektif ve güvenilir bir değerlendirme yapabileceğini sanmak, işi şansa bırakmaktır. Sınavların çok ağır sonuçları vardır. Başarısız sayıldığı için okuldan atılan, başarı ve sınav stresi ile sağlık durumu bozulan, ve hatta intihar eden pek çok öğrenci vardır. Bu rum, görüldüğü gibi maddi ve manevi birçok ağır sonuç doğurmaktadır. Hem öğrencinin kendisi, hem ailesi, hem de ulusal ekonomi, ulusal eğitim zarar görmektedir. Başarısızlıkla suçlanan yalnızca öğrencidir, ama gerçek hiçbir zaman böyle değildir. Hukuk fakültelerinde sınavdan söz edilince, hemen yazılı sınavlar akla gelmektedir. Test sınav bir alternatif olabilir mi sorusu ise genellikle olumsuz yanıtlanmaktadır.(53) Test sınavdan söz edilince “ne kadar safsınız” der gibi gülümseyen hocalar var. Fakat test sınavlar konusunda çalışmalar da yok değil.(54) Sınav konusuna gerçekte uzak olan kişilerin, babadan ve dededen kalma yöntemlerde ısrar etmesi yadırganmamalı. Ancak, tıpta uzmanlık sınavı gibi bir sınav yapılabildiğine göre, hukukta test sınavın olmayacağını söylemek dar görüşten ibaret kalmaktadır. En çok kullanılan yöntem yazılı sınavlardır. Bu sınavlarda net yatıt diye bir şey yoktur. Özü ne olursa olsun, sınava giren kişi sayısı kadar farklı anlatım ve yorumlar olacaktır. (55) Yanıtların tamamen doğru veya yanlış olduğu söylenemeyecektir. (56) Bu durum puanlama güçlüğüne neden olmaktadır. Yanıtların doğruluğunu değerlendiren kişi tayin edecektir. Bu değerlendirme ise hiçbir zaman objektif olmayacaktır. Değerlendiren için çoğu zaman , öğrencinin ne yazmış olduğu değil, kendisinin ne istemiş olduğu önem taşımaktadır.Pek çok öğretim görevlisi “ben söylediğimi isterim” diye anımsatmada dahi bulunmaktadır. Yani öğrenci, hocanın istediğini yazmış mıdır, yazmamış mıdır? Öyle ki biçem farklılıkları bile değerlendirmeyi etkilemektedir.(57) Aynı anlamda olan iki sözcükten hocanın istediği sözcüğü yazmayarak zayıf alabilirsiniz. Bu konu fiilen test edildi ve zayıf not alındı.Hatta sınıfta bile kalındı. Değerlendirilen sınav kağıtlarının çok olması , değerlendiriciyi içerik değerlendirmesinden çok , görünüm değerlendirmesine zorlamaktadır.Yani programlanmış bir makine gibi çalışmaktadır.Sınav kağıdında ne yazıldığından çok, bazı sözcük yada tümceler değerlendirmeye esas olmaktadır. İlk bakışta bu aranılanlar görülürse, olumlu, görülmezse olumsuz not verilmektedir. Bu arada sayfa düzeni ve yazı güzelliğinin de not üzerinde büyük etkisi olduğu bilinen bir şey. Halen uygulanmakta olan sınavların pek çoğunun sınav yönergesinde , yazı güzelliğinin değerlendirmeyi etkileyeceği yazılmaktadır. Hatta yazı güzelliğinin notu da peşinen verilebilmektedir. Yazı güzelliği 10 puan...gibi notlar düşülmektedir. Değerlendiren kimsenin, değerlendirme anındaki psikolojik durumu sınav notunu önemli derecede etkilemektedir.(58) İnsanların ruhsal durumları ise,iklim, hava durumu, ay ve yıldızların konumu, dahil pekçok şeyden etkilenmektedir. Aşırı sıcak ve soğuklar, insan düşüncesini allak bullak etmeye yetmektedir. Çeşitli kompleksleri olan, hayal kırıklığına uğrayan, istediği yere ulaşamayan-engellenen- çevresi ile ilgili sorunları olan, fiziki bir rahatsızlığı, görünüm bozukluğu olan, aile içi sorunları olan ve/veya cinsel sorunları olan değerlendirici, içinde bulunduğu karmaşayı sınav notlarına yansıtacaktır. Çünkü sınav kağıtlarını değerlendiren insan kendisinden bağımsız değildir. Kendini beğenmiş bir kişi, başkasının başarısızlığından zevk bile alabilecektir. Pek az öğrenciye geçer not vererek, kendine “zor hoca” dedirten kişi, bastırılmış başarısızlık duygusunu tatmin edebilecektir. Bunun yanında, verdiği notların diğer hocalar ve okul yönetimi üzerindeki etkilerini de dikkate almak durumundadır. Sınav kağıtlarını belli bir süre içinde okumak zorunda olan kişinin eli ayağına dolaşacaktır. Böyle olunca da rastgele notlar yazabilecektir. Sınavlardaki dengesiz başarı grafiklerinin mimarları çoğu zaman öğrenciler değildir. Yazılı sınavlarda, sorulacak soru sayısı sınırlı olduğundan, konulara göre eş-dağılım sağlanamamaktadır. Hatta bu durum çoğu zaman dikkate alınmamakta, tüm sorular bir konu içinden ve hatta konunun ayrıntısından seçilerek, sorulmaktadır. Bir Arapça ya da Osmanlıca tamlamayı hocanın istediği gibi ezberlemediğiniz için zayıf not alıp sınıfta kalabilirsiniz. Oysa, ÖSS sınavında, çoğu zaman bir soruyu, bazı soruları atlayabilirsiniz, atlamanız gerekir. Yanlış yapabilirsiniz. Ama bir soru sınavın her şeyi değildir. Açıkça anlaşılmayan sorular çok farklı yanıtlara neden olmaktadır. Değerlendiren ise, kendi benimsediği, önceden hazırladığı yanıtı doğru kabul etmektedir.Pek çok sınav kağıdında, “soruyu anlamak sınav sorumluluğuna dahildir” şeklinde garip bir not bulunduğu gözlenmektedir.(59) Bu not, ben neyi istiyorsam onu yazın demektir. İkinci olarak da bu sorunun anlaşılmaz bir soru olduğunu kanıtlar.Bir türlü önlenemeyen ezbere dayalı eğitimin nedeni bu tip uygulamalardır. Ezbere dayalı eğitimin engellenmek istediğine de inanmıyorum.Bu yolda atılmış somut bir adım, somut bir çalışma görmek istiyorum. En kolay yol topu öğrenciye atıp, yan gelip yatmaktır. Öğrenci hocanın ne istediğini tahmin etmek, ve o konuda kitapta yazan ve hocanın söylediği her şeyi eksiksiz olarak yazmak zorundadır. Yazılı sınavlarda alınan not öğrencinin başarısından çok, değerlendirme zamanına değerlendiren kişiye, hava durumu, iklim ve ay ve yıldızların konumuna göre değişebilecektir. (61) Bu durumda objektif bir değerlendirmeden söz etmek olası değildir. (62) Objektif olmayan bir sınavın da güvenilirliğinden söz edilemez.(63) Anlattıklarım yazılı sınavların güvenilir olmadığını ispatlar. Peki sorun test sınav uygulamakla çözümlenebilir mi...Yapılan test sınavlara baktığımızda, değişen bir şey olmadığını görebiliriz. Hukuk fakültelerindeki öğrenci sayısı 20.000’lere ulaştığından (64) sözlü sınav yapmak da olanaksız hale gelmiştir. Yazala sınav veya test sınavda objektif olmayan hoca, sözlü sınavda da olamaz. Sonuç olarak, sınav olayı çok bilinmeyenli bir denklem haline gelmiştir. Sorunları saymak kolay. Önemli olan çözüm yollarını bulabilmektir. Öğretim üyelerinin ve diğer üniversite mensuplarının üniversitelerde olup bitenler hakkında basına açıklama yapmaları yasa ile engellenmiştir. (65) Ama öğrenci aleyhine atılıp, tutulabilir. Öğrenciye anarşist diye hakaret edilebilir. Bu arada bilim adamlarını eleştirebilecek bir basından da söz edemiyoruz. (66) Çünkü bilim adamları her şeyin en iyisini yaparlar.? Amacım şu veya bu teknikte yapılan bir sınavın savunmasını yapmak değildir. Öncelikle sınavın amacı iyi belirlenmelidir. Değerlendirme ya da sınav öğrenimi engelleyici bir rol oynamamalıdır. (67) Öğrenci sınavı amaç edinmemeli ve sınav ona karşı bir tehdit aracı olarak kullanılmamalıdır.(68) Öğretmek insan beynine zorla bir şeylerin sokuşturulması olmadığı gibi, yarım saatlik bir sınav ile ölçülen şey de öğrencinin başarısı değildir. Sınav boynuzu eğitim kulağını geçmemelidir.(69) Not sistemi, öğrenciyi , öğrenmek yerine iyi veya geçer not almaya zorlamaktadır.(70) Sınav tekniklerinin niteliği, öğrenme tavrını da etkiler (71) Gerçek bir değerlendirme, bilgi düzeyinden başka, sorunları ölçme yeteneğini de ölçmelidir.(72) Ustaca hazırlanmış bir test sınavı ile, öğrencinin bilgisi yanında, bilimsel düşünme yeteneği (73) yani objektiflik, dürüstlük, çalışkanlık, kuşkuculuk ve hoşgörü (74) nitelikleri de kolayca ölçülebilir. Sınavın amacı iyi bilinmelidir. Eğer yalnızca bir öğrenci yüzdesinin sınıf geçmesi veya sınıfta kalması, amaçlanıyorsa, sınav yapmak yerine kara çekmek daha uygun olur. Sınav, sınıf geçmeye veya sınıfta kalmaya esas olan bir baskı aracı olmaktan çıkmalı ve eğitime katılan tüm öğelerin başarısını ölçen bir değerlendirme olmalıdır. Böyle bir değerlendirmenin amacı da eksikleri belirlemek ve eğitim yönteminin geliştirilmesine katkıda bulunmak olmalıdır. Böyle bir değerlendirmenin amacı da eksiklikleri belirlemek ve eğitim yönteminin geliştirilmesine katkıda bulunmak olmalıdır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ahmet Odabaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |