..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Politik Roman > muhammet demir




22 Ocak 2008
Ofir'e Yolculuk  
Yada Bir Ofir Yolculuğu Anlatısı

muhammet demir


Kahramanımız bir devrimcidir, devrim yolcusudur. Devrimci Yol’cu değil. Burada aslında bu devrim yolcusunun, Nasıl bir devrim? Nasıl bir insan? Ve nasıl bir insanla devrim? Gibi sorulara yanıt arama serüveni anlatılıyor. Devrim öncesi, anı ve sonrasına dair soruları, sorunları ve asıl olan eylemleri var. Ofir aslında ulaşılan değil ulaşılması düşünülen bir mit. Yani Reel de SSCB mi, yoksa bambaşka bir evrensel komünist bir dünya toplumu, topluluğu mu? Ama öncelikle ve özelikle kimle. Cevabımız tabiî ki kişinin kendisini, ilkönce yeni insan dediğimiz yeni insanı kendinde var etmesiyle olanaklı olarak kurgulanıyor. Tüm serüven Ursula Le’nin Mülksüzler anlatısında dillendirdiği gibi, “devrim ya kendimizdedir ya da hiçbir yerdedir” tümcesinde düğümleniyor. Devrim ve devrim süreci sonunda ortaya çıkabilecek olası toplum.


:HGGG:
Kahramanımız bir devrimcidir, devrim yolcusudur. Devrimci Yol’cu değil. Burada aslında bu devrim yolcusunun, Nasıl bir devrim? Nasıl bir insan? Ve nasıl bir insanla devrim? Gibi sorulara yanıt arama serüveni anlatılıyor. Devrim öncesi, anı ve sonrasına dair soruları, sorunları ve asıl olan eylemleri var. Ofir aslında ulaşılan değil ulaşılması düşünülen bir mit. Yani Reel de SSCB mi, yoksa bambaşka bir evrensel komünist bir dünya toplumu, topluluğu mu? Ama öncelikle ve özelikle kimle. Cevabımız tabiî ki kişinin kendisini, ilkönce yeni insan dediğimiz yeni insanı kendinde var etmesiyle olanaklı olarak kurgulanıyor. Tüm serüven Ursula Le’nin Mülksüzler anlatısında dillendirdiği gibi, “devrim ya kendimizdedir ya da hiçbir yerdedir” tümcesinde düğümleniyor. Devrim ve devrim süreci sonunda ortaya çıkabilecek olası toplum. Asıl paradoks da bu zaten. Ki, devrim, devrimcilik ve devrici parti vs. tabiî ki burada genel anlamda tek bir anlatı biçimini seçmiyorum. Ki özellikle de seçmiyorum. Felsefe ile öykülendirme. Öyküyü felsefe ile biçimlendirme. Ama didaktik bir yönteme kaçmadan. Bu budur gibi değil.


Bir Ofir yolculuğu söylencesi...

Evinin çatı katındaki kuş yuvasında hobi amaçlı güvercin besleyen adam o gün öğlen sıcaklığı gelmeden güvercinlerinin hava alması için uçmasına izin vermek için kafesin kapısını açtığında içerdeki güvercinler tek tek dışarıya çıktılar. Birbirinden farklı yüzlerce güvercin önce ürkek adımlarla daha sonra aldırmaz tavırlarla gökyüzüne doğru kanat çırpmaya, birbirinden farklı akrobatik hareketlerle gökyüzünde takla atmaya başlamışlardı. Güvercin sahibi adam her seferinde bu gösteriden o kadar çok hoşlanıyordu ki. Sanki onlarla birlikte o da kanat çırpıyor, onlarla birlikte taklalar atıyordu gökyüzünde. Bu esnada güvercinlerin uçuş mesafesinin altında bir alanda kadınlı erkekli, çocuk, genç ve yaşlı binlerce insan toplanmıştı. Gökyüzünde takla atarak kanat çırpan güvercinlerin gölgesi bu alandaki insanların üzerinde belli belirsiz ve sanki şemsiye gibi bir gölge oluşturuyordu. Her haliyle sıradan ve kalabalığı oluşturan binlerce kişiden ayrımsanamayacak bir kişi babacan bir sesle bu alanda toplanmış insanlara (söylevden çok söyleşi gibi) önemli bir konuşma yapıyordu: "Görevimiz dünyanın en değerli hazinelerinin bulunduğu Ofir ülkesine yolculuktur yoldaşlar. Her birimiz kendi belirleyeceğimiz bir yöne doğru yolculuğa çıkacağız. Unutmayalım ki Ofir nihayetinde ulaşılacak olan bir konak yeri değildir. Vardım dediğimiz her konak varılacak yerin sadece bir ön uğrağı olacaktır. Eğer Ofir'e ulaşmak istiyorsak, her şeyden önce bunu hak etmeliyiz. Hak etmediğimiz bir şeye sahip de olamayacağımızı bilmeliyiz. Ofir birçok bakıma kendimizdir. Bu yolculuk çoğunlukla kendi kendimize karşıda bir yolculuk olacaktır. Deyim yerindeyse Ofir'e doğru yol alacağımız tüm yolculuk süreci kendi iç dünyamıza da yapacağımız bir yolculuk olacaktır. Bu yolculuktan çoğumuz korkacak, daha yolun başlangıcında, yarı yolda ve hatta Ofir’e çok yakınlaştığımız bir anda dahi vazgeçebileceğimiz bir süreç olacaktır. Bu duruma düşsek dahi kendi kendimizden utanmayalım. Bir diğer yoldaşımızı da kınamayalım. Bu yolculuğu aramızdan çok az sayıdaki kişi başaracaktır. Ve hatta belki de hiç birimiz başarılı olamaya biliriz. Çoğumuzun bu yolculuğa ömrü yetmeyecek. Sık sık yaşamın kendisi bizi ayartacak ve yaşamın içinde kendimize bir vaha yarata bileceğiz. Bize ermiş, bilgin gözüyle bakan birçok insan olacaktır. Bu ayartmaya birçoğumuz hemencecik olmasa bile bir süre sonra kanacaktır. Bu nedenle hiç birimiz bir diğerimizi ayıplamaya hakkımızın olmadığımı bilmeliyiz. Hiç biriniz ardımızda bırakacağımız yaşamın ayarttığı bu eski yol arkadaşlarınıza kırılmayacağız. Bu eski yol arkadaşlarımızdan da cesaret alarak daha bir hırsla Ofir’e doğru yol almayı hedef olarak seçmeliyiz. Kendimize her halükarda güvenmeliyiz. Bu yolculuğa yeni yeni insanlar katalım. Kendimiz dâhil hiçbir şeyin ne sahibi ne de efendisi olalım. Düşmanlarımızın ve bizi yolumuzdan çeleceklerin her türlü haince ve mertçe olmayan hamle ve hareketlerine karşı mertçe ve kalleşçe olmayan bir savaşın gereklerini yerine getirdiğimiz gibi yeri geldiğinde düşmanımıza karşı bile mert, yardımsever, iyiliksever olmayı da bilelim. Çünkü bu bizim en büyük gücümüzdür. İnsanın insana ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasına karşı her durumda karşı çıkıp, bunu en aza indirgemenin yollarını birlikte üretelim. Yaşamı ve kendimizi örgütleyelim. Unutmayalım ki kaybedeceğimiz hiçbir şeyimizin olmadığının ayırtına varırsak mutluluğu da Ofir yolculuğunu kolaylaştıracak yöntemini de yakalayabiliriz ki buna emin olmalıyız. Tüm bu yolculuk sürecinin sonunda, çıkarsız, eşitlikçi, çoğullukçu bir toplum ve yaşam kurabiliriz. İşte bu yer tam da Ofir'in kendisidir. Bu yere her yakınlaştığımızda bunlardan da birer parça bulacağız, bu parçaların bulunmadığı yer de Ofir olamaz. Ofir tüm bu parçaların bütünlüğüdür. Kendimizi kendimizle ve herkesle her konu, eylem ve düzeyde paylaşalım, paylaşmadan çekinmeyelim.” Konuşmacı bir ara gökyüzündeki kanat çırpan güvercinlere doğru başını kaldırarak gözünü dikti ve sonra daha sonra alandaki yoldaşlarına dönerek; “Ne diyelim yolumuz açık olsun...” dedi. Konuşma bittiğinde alandaki insanlar dağılmışlar, güvercinler de yuvalarına dönmüşlerdi.

Anlatı -1-










Konuşmadan binlerce yıl sonra sıradan bir gün...

Yorucu bir iş günü dönüşü eve geldiğimde annem bugün bir mektup geldiğini söyleyerek bana komidinin üzerindeki zarfı gösterdi. Bu mektup aylar öncesi eski bir arkadaşa hitaben yazdığım mektuba eski arkadaşın yazdığı cevap mektuptu. Çoktandır bu mektubu beklediğimi söyleyip anneme sarıldım. Kadıncağız şaşırdı. Annemden müsaade isteyip odama çekildim ve hemen mektubu açarak okumaya başladım. Ancak arkadaş benim umut ettiğim gibi bir mektup kaleme almamıştı. Hemen bu mektuba cevaben bir mektup/metin kaleme almaya girişmiştim ki. Annemin beni çağıran sesini duydum. Kendi kendime kızarak zavallı kadıncağızı üzmeye hakkım olmadığını düşünerek “peki anne” diye seslenerek hemen annemin yanına gitmeye davrandım. Annemden özür dileyerek gönlünü almaya çalıştım. O da hemencecik yelkenleri suya indirmişti zaten. Günlük olaylardan bahsederek yemeğimizi yedik ve her akşam yaptığımız gibi benim demlediğim çaylarımızı karşılıklı olarak yudumladık. Annemi kırmayacak bir içtenlikle odama çekilip gelen mektuba cevap yazacağımı söyledim. O da merak etmişti mektubu ama bana sormaya çekinmişti ki, ben mektupta yazılanları anneme de aktardım. Onun da beni teşvik etmesiyle daha da yüreklenerek odama çekildim. Ve işte nihayet masamda oturmuş ve mektubuma başlamıştım:

(Metin-1)

Mektubumu kaleme alıp bir kez daha gözden geçirip gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra çekmecemdeki zarflardan birisinin içine özenle katlayıp koydum ve arkasına arkadaşımın adresini yazdım. Pul defterimden bir pul çıkartıp arkasına yapıştırdım. Ertesi gün postalamak üzere çantama koydum ve ışığı kapatarak günün yorgunluğunu atmak üzere yatağıma uzandım ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyorum… Ertesi gün erkenden kalktığımda annemin çayı demlediğini ve sofrayı hazırladığını gördüm. Anneme “Günaydın diyerek” yanağına bir öpücük kondurdum. Her zamanki gibi yanaklarının kızardığını gördüm. Bu bana öylesine bir mutluluk veriyordu ki size anlatamam. Kahvaltımızı birlikte yaptıktan sonra “Eyvallah Anneciğim, akşama görüşürüz” diyerek yine yanağına bir öpücük kondurup. Evden dışarı çıktım…


“BURADA ANLATILAN SENİN HİKÂYENDİR” (*)

Tesadüfen belediye otobüsü de tam durağa yanaşmak üzereydi. Otobüs kartımı makineye okutup hızla her zamanki gibi otobüsün en arka sırasına geçtim. Bugünlerde yoldaşlarla birlikte bir yayın üzerinde çalıştığımız için oldukça heyecanlıydım. Çalışmaya yeni insanlar kazanmak için bir süredir çalışıyorduk. Bende yeni tanıştığım bir emekçi kıza bir şeyler yazması için ön ayak olmuştum. Böylelikle hem onu içinde bulunduğu sıradanlıktan kurtaracak hem de daha aktivist bir kişi olmasını sağlayarak kendine güvenini yeniden kazanmasını sağlayacaktım. Kim bilir bu yöntemle bir taşla birkaç kuş vurabilecektim. Tabiî ki taş atarken kuşları ürkütmezsem. Ama denemekten zarar gelmez ki insana değimli. Yine kendi kendimle konuşuyorum. Nasılsa otobüs yolculuğum uzun sürecekti bu zaman dilimini etrafı seyrederek de geçirebilirdim. Otobüsteki çoğu yolcunun yaptığı gibi. Ama bu bana bugün pek zevkli gelmiyordu. Bende yeni kız arkadaşın hazırladığı yazıyı okumak üzere çantamdan çıkarttım ve okumaya başladım. İsterseniz sizde benimle birlikte yazılanlara göz gezdirebilirsiniz.

(Metin-2)

Doğrusu ilk kez yazı yazmaya başlayan birisi için baya güzel ifade etmiş ama tabiî ki siz okuyucunun gözlemini bilemem. Çünkü hem okuduğu bir kitabı hem de içinde devindiği hayatı aktarabilmiş bize kendince bir eylem yolu çizmeye çalışmış. Bizi eyleme davet etmiş. Sanırım iyi bir eylem insanı ve iyi bir eylem yazarı olacak… Bu arada zamanda bir hayli geçmiş otobüs benim ineceğim durağa yaklaşmıştı. Bende yazıyı toparlayıp çantama koydum ve inmek için hazırlandım. Nihayet ineceğim durağa yaklaşmıştım. İnmek için düğmeye bastım ve beklemeye başladım. Bu düğmeye basıp bekleme anlarında içimde bir korku başlar. Komik ama doğru. Ya otobüs bu durakta durmaz es geçerse. Ama neyse ki bugüne kadar böyle bir şeyle karşılaşmadım. Bir de otobüs durağa yanaştığında aniden hareket ederse diye korkarım hep ne bileyim alt bilinç işte. Hayattaki tek korkum bu olsun… Neyse işte otobüste durağa yanaştı ve hop indim işte otobüsten neyse ki bu seferde korktuğum olmadı. Gülmeyin ya… Bugün yeni çıkartmaya başlayacağımız derginin yayın kurulu toplantısı yapılacaktı. Ama daha toplantıya daha 1 saat vardı. Öncelikle Gül arkadaşa yazdığım mektubu postalamam gerekiyordu. Neyse ki postane çok uzakta değildi. Postaneye girdiğimde ne kadarda tenha olduğunu fark ettim. İnsanlar son zamanlarda artık eşe dosta mektup atmamaya başlamışlardı. Hâlbuki en güzel dostluklar mektuplarla ve yazışmalarla olmuştur hep. Bir söz kalıbı “Söz uçar, yazı kalır” diyor. Çok doğru bir tanımlama. Mektubumu gişedeki görevliye uzatarak ücretini ödeyip postaneden ayrıldığımda bu düşüncelerde hızla beynimden silinmekte gecikmedi. Hızlı adımlarla toplantının yapılacağı adrese doğru yol almaya başladım. Çeşitli dolambaçlı yollardan geçtikten ve bir şekilde izlenmediğime kendi kendime ikna olduktan sonra buluşma yerine nihayet gelmiştim. Tek katlı gecekondunun kapısını anlaştığımız üzere çaldıktan sonra kapı gıcırdayarak açıldı. Kapıyı açan yoldaşla hemen selamlaşıp kucaklaştık. İçeriye adeta gizli mabedimize geçtiğimizde diğer dostlarında orada olduğunu gördüm. Hepsi ayağa kalkmıştı. En dostane ve saf yanımızla teker teker selamlaşıp sarıldık. Çaylarda yeni demlenmişti. Çaylarımızı teker teker alarak her defasında adeta kavga havasında geçen ama sonunda eylem birliği ile çıktığımız. En ikna olmayan yoldaşımızın bile en ikna olmuş yoldaştan daha çok mücadeleye ve kavgaya katıldığı bir grup olmuştuk. Ve dostta düşmanda bunu böyle biliyordu. Vakit kaybetmeden dergide çıkacak yazılar teker teker değerlendirmeye alınmıştı. Son rötuşlar konuşulacak, eklemeler yapılacak ve yayın en kısa sürede baskıya hazır hale getirilecekti. Gazete için gerekli para ise her bir yoldaşın bin bir zorlukla biriktirdiği paralarla gerçekleştiriliyordu. Şimdilik ancak 2 bilemedin 3 sayı için yeterli paramız vardı. Ana her şeye rağmen hepimiz umutlu ve inançlıydık. Bende otobüste sizinle birlikte okuduğumuz Şimal’in bir yazısı ile yine benim kaleme aldığım henüz okumadığınız yazımı dostlara sundum. Şimalin yazısı üzerine şu değerlendirmede ortak karar kılındı.

Bu sayımızda bir yoldaşımızın Kitaplar, okumak ve özelde “Vatandaş Abuzer” isimli kitap üzerine kaleme alması gereken bir yazının, Sosyalist hareketleri ve militanlarının çalışmalarını da belirleyen F Tipi cezaevleri ve uygulamaları ile bu süreçte yoğunlaşan süresiz açlık grevleri ve ölüm oruçları ile ceza evlerine yapılan operasyonlar ve tüm bunlara bir komünist militan olarak samimi bir bakış açısı ile kaleme alınmış bir çağrı yazıyı, ya da bir çağrı mektubu okuyacaksınız. Özellikle bu yazının orijinaline dokunulmamıştır. Evet, “Artık Onurlu Bir Yaşam İçin SAVAŞALIM” mı? Ne dersiniz.

Diyorduk okuyucuya. Özelikle kolektifimiz için savaşmak fiili ön plana çıkıyordu. Çünkü savaşmak fiili bir eylemi eyleme dönük bir çalışmayı çabayı önümüze koyarken aynı zamanda diğer hareketlerin hala takılıp kaldığı direnmek fiilinde bir karşıt duruşu temsil ediyordu. Bu nedenle olsa gerek üzerinde uzlaştığımız derginin isimi alt başlığı “İşçi Sınıfının Kurtuluşu Yolunda” olmak üzere “SAVAŞ” olmasına karar verilmişti. Dilerseniz benim yazımı da hep beraber okuyalım;

(Metin-3)

Yazım genel çerçeve olarak kolektifimizin bakış açısıyla yazıldığı için anlamlıydı. Dostlarım sevinçle karşıladılar. Metinde aynı zamanda V.I.Lenin’in hayat arkadaşı ve Yoldaşı olan Nadya Krupskaya’nın bir son sözünü ilk söz olarak metnin başlığına koymuştum. Yani şimdi her zamankinden daha fazla devrimi istemek devrim için savaşmak hatta olası bir devrim gerçekleştikten sonrada daha fazla bu devrimin kendisine karşı dönmesini engellemek için çalışmak daima o amatör ruhu yitirmeden devrim emekçisi olarak çalışmayı anlatıyordu bu söz bana. Daha sonra diğer yazıların tartışılmasına geçildi. Yazı kurulunun ortaklaşa kaleme aldığı son eylemliliklere kısa bir bakış atan yazısının son cümlesi;

“… Aslında çözümün diğer bir şekli sosyal devrimdir. Ne var ki bu sünepe devletin içinde yaşamını sürdüren Kemalist-yurtsever-demokrat-devrimci-sosyalist-hatta bazı komünist hareketleri de edilgenleştirilmiştir. Biliyoruz ki hayat boşluk tanımaz. Bir zamanların ünlü deyimiyle “Özgürlük Sokaktadır.”

Olarak bağlanarak dergi bağlanmış oldu. Derginin basımıyla ilgilenecek dostlar belirlenerek sonraki toplantı yeri ve zamanı karara bağlandı ve son bir çay ve yemek faslından sonra dağılmaya karar verdik. Yemeğimizin her zamanki menüsü bol sarımsak yoğurt soslu makarna idi. Bu konuda yoldaşlarım bana güvenirlerdi. Bende onları hiç kırmaz ve bol bol yiyeceğimiz bir makarna hazırlardım. O mütevazı gecekondunun mütevazı mutfağında… Ben yemek hazırlarken 2 Temmuz da Sivas’ta Madımak otelinde yakılarak öldürülenlerden birisi olan Hasret Gültekin’e atfen hepimizin Hasret diye hitap ettiğimiz ki kendisinin Hasret diye hitap etmemizi isteyen. Erdoğan yoldaşın güzel sesinden ve sazından nasibimizi alıyorduk. Yemeğimizi yedikten sonra teker teker bir dahaki sefere görüşmek üzere vedalaşıp toplantı yerinden ayrılmıştık. Evden çıktığımda havanın kararmış olduğunu gördüm. Yine geldiğim gibi çeşitli dolambaçlı yollardan geçip şehir merkezine ulaşmıştım. Şimalle buluşacağımız çay ocağına girdiğimde Şimal’in henüz gelmemiş olduğunu gördüm. Çay ocağındaki çeşitli gazetelere bakıp oyalanmaya ve müzik kutusundan çıkan ezgileri dinlemeye bayılıyordum. BU mekâna adım adım inerken merdivenlerinde hissettiğim taze pasta kokusu çok hoşuma gidiyordu. Kiminiz için anlamsız gelebilir ama. Bir süre sonra Şimal’de geldi. Hoş beşten sonra ona yazısının dergide çıkacağını söyledim. O kadar sevinmişti ki bunu kelimelerle anlatamam. Hemencecik iki çay istedim. Bana daha önce amatörce şiir yazdığından bahsetmişti, bende mahsuru yoksa okumak istediğimi belirtmiştim. Çantasından şiirlerini yazdığı defterini çıkarttı, bir de dedi “Amatörce bir şeyler karalıyorum. İşte adına günce mi dersin, anımsama defterimi onu da okur bana iyi kötü bir eleştiri sunarsan sevinirim” dedi. Bende memnun olduğumu en kısa sürede bir eleştiri yazabileceğimi. Hatta derginin ilk sayısıyla birlikte bu sunuyu kendisine iletebileceğimi belirttim. Bu hava içerisinde konuşmamızı sürdürüyorduk. Ama her halinden yorgun olduğu hissediliyordu. Bende gel bugün çok yorulmuş olmalısın istersen seni durağa kadar yolcu edeyim diyerek şiir defterini ve anı defterini çantama koyarak ayağa kalktık. Çayların parasını ödeyerek merdivenlerden o pasta kokuları içerisinde açık havaya çıktık. Yol boyunca pek konuşmadık. Dışarıda insanların koşuşturmacası bitmiş, etraf çöplerden kâğıt, plastik, teneke toplayan sokak emekçilerine kalmıştı. Nihayet durağa gelmiştik. Bir süre sonra otobüsü geldi ve vedalaşarak onu yolcu ettim. Otobüsü hareket ederken bende yola koyulmuştum. Eve vardığımda annemin henüz yatmadığını beni beklediğini gördüm. “Ne diye yatmadın Anneciğim. Hep böyle yapıyorsun, biliyorum beni merak ediyorsun ama dinlenmelisin gel hadi yatağına uzan.” Diyerek onu yatağına yatırdım. Yanağına bir öpücük koyarak uykusuna doğru yolculuğuna çıkarttım. Daha sonra odasının ışığını kapatıp her ihtimale karşı odasının kapısını aralık bırakarak odama çekildim. Kendime bir çay demleyerek Şimal’in şiirlerini ve anı defterini okumaya başladım. Karalama defterimi alarak ilk cümlelerimi yazmaya başladım. İlk cümlem “Çok Hoş ve Tatlı bir şeydir…” olmuştu. Sabaha doğru yazıyı tamamlamıştım. Defterde onun doğum gününün tamda gazetenin çıkacağı güne denk düştüğünü görmüştüm. Ne güzel işte ona bir doğum günü hediyem de olur diyerek. Küçük bir kitapçık hazırlamaya karar verdim. Ama artık yatmam gerekiyordu. Her şeyi öylece bırakıp, uykunun tatlı yatağına uzandım…
Ertesi gün bir önceki günün yoğunluğu ve yorgunluğu ile biraz geç kalkmıştım. Annem kendince bir şeyler atıştırmış, beni uyandırmaya kıyamamıştı. Hem ellerinin kaslarını çalıştırmak hem de oyalanmak için elinde şişlerle bir şeyler örüyor bu arada da televizyona bakıyordu. Annemin yanağına bir öpücük kondurarak bugün nasıl olduğunu sordum. Gayet iyi olduğunu söyledi. Mutfağa geçip mükellef bir sofra hazırlamaya koyuldum Annem ve kendim için. Yemeğimizi yedikten ve bulaşıkları yıkadıktan sonra odama çekildim. Bir süre sonra Annemde yanıma gelmiş kanepeye oturmuştu sessizce. Bu süre içerisinde ben Şimal’in şiir ve yazılarına dair yazıyı bilgisayarımda dizmiş, şiirlerini tek tek bilgisayara geçirmiş ve çıktı almıştım. Şimdi ise sıra çıktıları ciltlemeye gelmişti. Amatörce bir cilt yaptıktan sonra işte kitapçık hazırdı. Annem tüm bu süreç boyunca kimi meraklı gözlerle beni izlemişti. Anneme dönerek “Tatlı kadın bak bugün bir yoldaşa doğum günü hediyesi hazırladım. Kendi şiirlerinin olduğu bir kitapçığa bir önsöz yazdım. Ne olsun bizimde doğum günü hediyemiz böyle olur.” Diyerek Şimal’in en hüzünlü şiirlerinden birisini Anneme okudum;

YÜREĞİM ACIYOR!...

Şimal Yıldız

Gittin
Ve
Bittim
Ne yarınlar kaldı senden bana
Ne de küçük bir umut
Yüreğim acıyor!...
Gittin
Ve
Bittim
Oysa çok şey istemedim senden
Küçük bir sevgiden başka
Yüreğim acıyor!...
Gittin
Ve
Bittim
Nerde olduğunu bilmeden yaşıyorum
Yaşamak denirse buna ya!...
Yüreğim acıyor!...
Gittin
Ve
Bittim
Her şiirde hayalin var şimdi
Oysa hayaller şiir olacaktı ya!...
Yüreğim acıyor!...
Gittin
Ve
Bittim
Gidişini hatırlıyorum durmadan
Yüreğim Acıyor!...

Annem “Bu kız çok hüzünlü şeyler yaşamış galiba. Baksana” dedi. Bende “Evet anneciğim bakarsın onu bu hüzünlerinden kurtarırız ne dersin” dedim. Annemde ben de acıkmıştık. Hemencecik etrafı toparlayıp, akşam sofrasını Annemle birlikte hazırlamaya giriştik. Mabedimizde Annemle birlikte çok mutluyduk…

Gazetenin çıktığını yoldaşlar haber verdiğinde içim içime sığmayacak gibi olmuştu. Nihayet başarmıştık. Hemencecik buluşma yerine giderek birkaç nüsha alarak çantama koymuştum. Evden çıkarken Şimal’e hazırladığım kitapçığı da yanıma almıştım. Vakit kaybetmeden her zamanki çay ocağının yolunu tuttum. Çay ocağına girerek her zamanki köşeye oturdum. Bir çay istedim ve çantamdan gazetelerden iki adet çıkarttım. Gazetenin birisini çay ocağına bırakmak istiyordum. Garsona bu gazeteyi bırakacağımı söyledim. O da tabiî ki bırakabilirsiniz diyerek gazeteyi aldı ve göz gezdirmeye başladı. Bende gazeteyi satır satır çayımla birlikte adeta yudumlayarak okumaya başlamıştım. Baya zaman geçmişti. Birden Şimalin tatlı sesiyle “Merhaba Engin” sesiyle irkildim. Şimal’de gelmişti. Ona gazetelerden birisini verdim. Ve içinde Şimalin şiirlerinden oluşan kitapçığın olduğu itinayla paketlenmiş paketi de çantamdan çıkartıp. “Doğum günün kutlu olsun Şimal” diyerek Şimal’e uzattım. Şimal o kadar sevinmişti ki anlatamam. “Paketi evde açarsın” dedim. “Gerçi sana layık değil ama sevineceğini umuyorum” dedim. “Oda olur mu çok mutlu oldum hatta bugün kendi doğum günüm bile olduğunu unutmuştum” dedi. Bana bugün eve erken gitmesi gerektiğini söyledi. Bende tabiî ki diyerek onu durağa kadar yolcu etmek için ona refakat etmek için çay ocağından birlikte ayrıldım. Onu tekrar doğum gününü kutladığımı belirterek otobüsüne bindirdim. Sonra eve doğru yola koyuldum.



























Anlatı -2-









Yine bir Perşembe günü, gelişi Çarşamba'dan belli olan...

Haftanın her Perşembe günü -bazen periyotları aksasa da- yine o merdivenleri taze pasta kokulu, merdivenlerden aşağıya doğru üç kat bodrum kata doğru inilen tavanı basık ama her şeye rağmen her ikisinin de sevdiği o alçak tavanlı, hasır tabure ve sehpalar duvarları boydan boya sedirlerle döşenmiş olan, duvarlarında eski kilimler, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet ve Ahmet Arife ait poster/şiirler olan sevimli ve sıcak bir çay ocağında kadın yoldaşla buluştu. Bu sefer kadın yoldaş ondan erken gelmişti. Ve yine o sevdiği -sormamıştı ama kadın yoldaşının da sevdiğini tahmin ettiği- o köşede oturdular. Çay içtiler. Müzik kutusunda yine bildik ezgiler çalıyordu. Buranın kendileri gibi müdavimlerinin o andaki ruh hallerine uygun olarak seçtikleri ezgilerin sesi altında bildik sohbetlerinden birisinin derinliğine daldılar. En son iki hafta önce görüşmüşlerdi. Bu süreç içerisinde kadın yoldaş mevsime uygun bir hastalığa yakalanmıştı. Ve hastalığı hâlâ atlatamadığı görülüyordu. Yine üstlerinde melankolik bir hava vardı. Birbirlerini aylardır tanıyorlardı. O bu kadın yoldaşına diğer insanlardan biraz daha fazla değer veriyordu. Karşılıklı olarak oldukça fazla şey paylaşmışlardı. Aslında kadın yoldaşı kendisiyle birçok şeyini paylaşmıştı. Kendisinin ise kadın yoldaşıyla kendisine ait paylaştığı şeyler çok az olmuştu, hatta o kadar bencildi ki tüm bu süreç içerisinde kadın yoldaşını defalarca üzmüştü. Çünkü o yaşadığı yıllar içerisinde, kendisine dahi yabancı olmayı başarabilen ve bu dolayımla insanları pek tanımayan deyim yerindeyse yabaninin birisi olmuştu. Patavatsızlığı bundandı. Buna ise kendince bir gerekçe bulmuştu, "Kendinde dürüst" olmak. Bu ise yaşanılan olgunun sadece bir kısmıydı. Gerisi karanlıklarda saklıydı. Ama her şeye rağmen karşılıklı olarak dostlukları, yoldaşlıkları sürüyordu. Gerçekten dostlukları ve yoldaşlıkları sürüyor muydu? Buna kendiside inanamıyordu ama uzun süreden beri bir insanla bu dereceye varan "Samimi" bir tarz ilişki kurmamıştı. Tıpkı o da kadın yoldaşı gibi insanlara güvenini yitirmişti. Hayır, hayır o asla insanlara karşı güvenini yitirmez, güvenini yitirdiğini sanırdı. Ama kadın yoldaşı genç yaşına karşın insanlara karşı tamamen güvenini yitirmişti. İnsanlar onu sakatlamıştı. Hem neyine güvenecekti ki insanların. Hatta kendisi de başlangıçta bu ilişkiden pratik bir fayda ummamış mıydı? Bunu kendisine itiraf etmesi ve kadın yoldaşa söylemesi hem o kadar acemice, beceriksizce ve aniden olmuştu ki. Buna kendisi de şaşırmıştı. "Doğru tespit etmişsin, tamda okuyucuya aktardığın biçimde davranışlar sergiledim. John Steinbeck'in Fareler ve İnsanlar kitabındaki Lennie gibi, sevmek isterken öldürmek gibi bir sonuçla karşılaştım. Ama onu öldürmek istememiştim. O öldü... Onu öldürdüm. Kime yakınlaşsam sonuçta onu öldürüyorum, ama kahretsin ben hiç kimseyi öldürmek istemiyorum ki." O günden bu yana bu bencilliğini tamire uğraşıyordu. Her seferinde biraz daha bozarak da olsun. Kadın yoldaşı ona karşı o kadar içtendi ki. Bu içtenliği tanımlamakta zorlanıyordu. Birde kadın yoldaşını kaybetmekten korkuyordu. Haksız da sayılmazdı. Bu günkü buluşmada en son aptallığının -kendisinin kendine ve yoldaşına karşı "Kendinde dürüstlük" olarak algıladığı- kadın yoldaşın kafasında yarattığı sorulara maruz kalmıştı. Ama o bu saçmalığının diyetini görüşmedikleri bu iki hafta içerisinde, her an kendi benliğini biraz daha kanatırcasına kadın yoldaşı adına kendi kendisinden öç almayı denemişti. "Evet, kendime karşı o kadar acımasız davranıyordum ki. Kendime yaptığım işkencelerden o kadar yorgun düşmüştüm ki. Kaybolmuştum. Kendimi bulamıyordum. Bir kuyuya kendi ipimle inmeye kalkışmıştım ve bu kendime güvenimin sonucunda dipsiz kuyuda kala kalmıştım. Kendi kendimden yardım istemiştim ve kendi kendime yardım eli uzatamamıştım..." Şimdide kadın yoldaşı deniyordu ve dedim ya, o kadın yoldaşını yitirmekten korkuyordu. Hayata karşı bir başınaydı. Bir başına olmaktan bugünlerdeki kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Topu topu çevresinde bir tek bu yoldaş dediği kadın arkadaş kalmıştı. Onu da kaybetmek istemiyordu. Kaybederse yaşayamazdı. Yok, yok yaşardı da umudu bir başka yol yürüyüşü için kırılırdı. Yok, canım abartıyorum, ona hiçbir şey olmaz, tıpkı yıllardır yaptığı gibi tekrar yeni dostluklar kazanmayı dener. Yok, yok bu yaştan sonra yeni dostlukları tekrar denemek için kendinde güç bulamaz. Güç bulamaz mı dedim. Çok kötümser oldum, kendime çekidüzen vermeliyim. Nerde kaldı o iyimserliğim. Hatırladığım kadarıyla sizinle de paylaşmak istediğim ve söylemesem çatlayacağımdan korktuğum bir şey var, o bu sürece adım atarken o kadar çok sancı çekmişti ki. Buna tüm inançlarım üzerine yemin ederim...


Mutsuzluk ve kalp ağrısı...

Tanıştıracağım bu kişi Engin işte, o bir komünist’tir. "Merhaba bu satırları okuyan kişi ben Engin nasılsın. Beni anlatmak istemek gibi zor ve sancılı bir uğraşıya soyunan bu kızcağıza pek de yardımcı olduğum söylenemez. Bana beni hem bana hem de sana, sen okuyucuya anlatmak ve bu sayede bana bir kış günü armağanı vermek istediğini söyledi. Onu bunu yapmaması için tehdit bile ettim, ama o bunda kararlıydı. Peki dedim beni bana ve okuyucuya anlat." Evet, onu size biraz tanıtayım. —Tanıtmamı istemeseniz gerçekten de size kırılmam ama eminim ki onu sizde tanıyınca benimseyeceksiniz ama Sever misiniz? Sevmez misiniz? Bilemem- Bir defasında Engin’e sormuştum, erken çocukluğuna dair ne hatırlıyorsun diye, ama o pek bir şey hatırlamıyordu. Sanırım erken çocukluğunu pek yaşamamıştı. Hatta erken çocukluk yıllarından hâlâ görüştüğü tek bir arkadaşına dahi çevresinde rastlamadım. Çocukluğunun ilk yedi yılının üç senesini A şehrinde, dört yılını ise babasının çalışmak için gittiği A ülkesinde L kasabasında geçirmişti. Sonra tekrar annesiyle birlikte A şehrine dönmüşler, tüm bu zaman içinde bir çocuk olarak sıkıntılı bir uyum süreci yaşamak zorunda kalmış ve bu duruma maruz kalan her insan gibi, sonunda çevresiyle uyumsuz bir kişi olup çıkmıştı. Üstüne üstlük bin türlü çaba ve özveriyle kazandığı arkadaşlıklarını ve en önemlisi konuşma dilini, lehçesini yitirmekle geçen bu dönem gerçekten de korkunç olmalı. Ben böyle bir şey yaşamadım ama onun gözlerinde bunu sık sık yakaladım. Ne yapsın o da kendi kendisini yitiremeyeceğine karar vererek, kendine dönük bir yaşam kurmuştu. Bu dünyada kendisi, eylemleri ve hayalleri vardı. Bir defasında bana anlatmayı denedi ama hemen sustu. Korktu sanırım. Bu durumda doğal olarak hayata dair hemen hemen her şeyi kendi kendisine öğrenmişti. Bu ise eminim ki, kafasını çarpa kıra böyle oldu. Onu annesi büyüttü. Babası yılın otuz/kırk günü A ülkesinde izinli olarak A şehrine geldiğinde gördüğü, "Cebinde sıcaktan erimiş çikolata" tadında bir yabancıydı. "Evet, o çikolataları çok severdim. Hemen açar ve bir hamlede yerdim. O yıllarda amcamın bakkalında satılan çikolataların yanında bu hem çok farklı, hem de o günkü koşullarda bir lükstü." Yaşamının dört yılını geçirdiği A ülkesinde çok mutlu olduğunu anımsardı. Arada sırada annesinin, kardeşinin, A ülkesindeki L kasabasında evlerinde oturdukları ninesinin ve kendisinin o gülümseyen renkli fotoğrafı ile bazen de annesi ve kendisine ait pasaporttaki suretine bakar ve kendisi gibi E n g i n olan düşüncelere dalarmış. Hayır, hayır hayıflanmazmış. Çünkü bunu sordum. “Hiç hayıflanıyor musun" dedim. O muzip gülümsemesiyle "Yoook" dedi. Bu yanıtı verirken gözlerinde ıstırap izleri vardı ama gözlerinde yakaladığım bu ızdırabın nedenini bildiğimi ona söylemedim, söyleyemedim, bunu kendime sakladım… A ülkesinde iken bir bisikleti vardı. Asfalt yollarda hepsi kendi dili ve ülkesine yabancı olan arkadaşlarıyla kaydığı tekerlekli pateni vardı. Festivallerin birisinde aldıkları tarrrrr tarrrrr eden makineli tabancası vardı. Uzun süre -Türkiye'ye gelmeden bir süre önce o çitin altına, ziyaretten döndükten sonra oynamak için sakladığı (o bu gidişi hemen ertesi gün dönülecek bir ziyaret olarak biliyordu)- o makineli tabancasının hayali hafızasından silinmedi. Sık sık bu hayalle süslü rüya/kâbuslar gördü. Birde A ülkesinde sıklıkla yediği sürpriz yumurtaları özledi. Kurmalı tosbağa otomobilini de. "Ama ağlıyorsun sen." "Yok, canım sana öyle geliyor, ben hiç ağlamam ki." "Peki, peki öyle olsun." Ankara'da yaşadıkları semt bir gecekondu mahallesiydi. Yolları çamurla kaplıydı. Yağmurdan deforme olmuş sokaklar. Bugün yollar asfaltlandı. Ama o yıllarda bir köyü andırıyordu. O cicili bicili bir çocuktu. Henüz küfür etmeyi bilmiyordu. Kavga etmeyi de. Hatta sık sık ona sorulan A ülkesinin dilinde bir şeyler söyler misin? Sorularından da bıkmıştı. A şehrine geldikleri ilk günlerde Selim'i sordu. Ama Selim ölmüştü. "Ölmüş mü?" "Ölüm ne demek" bilmiyordu. "Anne Ölüm ne demek bana ölümü anlatır mısın? Diye sordum" Ancak ne annem ne de bir başkası ona bunu tarif edemiyordu… Hayvanları çok seviyordum, özellikle de Kedileri. Çocukken kardeşimle birlikte bir kedi yavrusunu ‘evlatlık’ edinmiştik, bir kulağı hafifçe kırık bir kediydi, aslında sıradan bir Ankara kedisiydi. Kedimize bir ad bile koymamıştık, oda bizim gibi yersiz, yurtsuz, kimliksizdi galiba o sebeple isim takmamıştık, kedimizle birlikte yatıyorduk” Ama bir gün kedileri eve dönmedi, günlerce onu ortanca kardeşiyle birlikte köşe bucak aradı. Yoksa o da mı ölmüştü. O günden sonra herhangi bir hayvanı evlat edinmedi. Ölüm ona uzak kalmalıydı. Böyle düşünüyordu. Bu nedenle bu güne kadar hiçbir cenazeye katılmadı. Katılamadı. Yıllar sonra bir kez komşularının çocuğu tiner konulmuş bir odada çocukluk/ ilk gençlik heyecanıyla sigara içmek isterken yaktığı kibritten parlayan alevlerle yanarak öldüğünde onun cenazesinin eve getirilişi sırasında ailesinin çocuklarının acısıyla sarsıldıklarını görmüştü. O bu ailenin bu çocuklarını pek sevmediklerini (özellikle de çocuğun annesinin) düşünürdü. —O günden sonra en çok sevdiği bisikletine bir daha binmedi- Ölümle sırf bu kadarcık yakınlaşmıştı. Birde yurtdışındayken Ester ninesini hastanede ziyarete gitmişlerdi. Onu gerçek ninesi bellemişti ki Ester nine de ona bir torun şefkatiyle davranıyordu. Yıllar sonra onun ziyaretinden yarım saat sonra yaşlı kadının hayata veda ettiğini söylemişti annesi…

Bana babasının Ankara'ya izinli olarak geldiği sırada, ondan ciddi anlamda ilk defa bir şey istediğini söyledi, "Bana bir bisiklet alır mısın?", babası da ona elden düşme "Pinokyo" marka bir bisiklet almış. "Mavi renkli bir bisikletti. O gün o kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. Bisikleti bugün trafikte göremeyeceğimiz, benzin kokulu, damalı eski bir taksi dolmuşun bagajında" eve getirdiklerini anlattı. Eve gelir gelmez bisikletin sırtına atladığını, mahallenin tozlu yollarında dolaşmaya başladığını, sonra kendisini izleyen çocuklara acıyarak bisikletini onlarla paylaşmaya başladığını, bu sırada çikolata kokulu yabancının yani babasının onu gördüğünü, yanına çağırıp bir güzel haşladığını, ilginç hâlâ hatırlıyordu hiç ağlamamıştı. Sadece bu azarlamaya o an için bir anlam verememişti. O günden sonra aşırı şekilde mutlu olmayacak, hislerini kontrol etmeye çalışacaktı. Çünkü her mutluluğunun sonunda acı çekiyordu. Bu olaydan sonra o "Çikolata kokulu yabancı yani babam" ona ilelebet yabancı olarak kalacak, ondan bir daha hiçbir şey istemeyecekti ve o günden sonra bana babasına; çok istemesine rağmen; "Baba/babacığım" diye hitap edemediğini söyledi. "Babam o günden sonra benim için tüm diğer insanlar gibi yabancı kaldı" dedi. Bunu söylediğinde gözlerini benden sakındı. Biliyordum ki için için ağlıyordu. Ama annesi onun hayatta biriciğiydi. "O okuma yazma bilmeyen, sırtında çimento, kum, briket, kuyudan su taşıyan, harç karan o minnacık nasırlı elleriyle inşa ettikleri gecekondunun üçüncü defa yıkılmak istenmesine isyan edip, harç kardığı küreği kaparak belediye yıkımcılarını kovalayan o kadın anne sevilmez mi hiç." Onu tanıyorum. Ama o şimdi hasta, o her şeyi sıfırdan yaratan mübarek elleri yakalandığı bir kas hastalığı “Myasteni” nedeniyle ara sıra tutmuyor. Ama yinede her türlü işi yapmaktan geri durmuyor. Tıpkı Engin’in annesinin kendi annesi Engin'in diğer bir değer verdiği insan anneannesi gibi. Onu da tanıma fırsatına erişmiştim. Annesini ve anneannesini düşündüğünde hep göz pınarları yaşarır. Burnunu çeker. Tıpkı şu an olduğu gibi. Dur be koca çocuk beni de ağlatacaksın… Ha bir de son aylarda yoldaş dediği kadının "Yaşam ve ruh sıkıntılarına çözüm bulamamak" onun göz pınarlarının yaşarmasına neden oluyor. Bunu biliyorum, çünkü birkaç defa rastladım. "Yine ne oldu Engin" diye sorduğumda "Hiç gözüme bir şey kaçtı da önemli değil" diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Ama o yalan söylemeyi hiç beceremez ki...

Babasına inat bisikletini, bilyelerini, bildiklerini, çok sevdiği leblebi tozunu, gofretlerini, İlham marka gazozunu, (Belki sen okuyucu anlayamazsın ama bunlar bir çocuğun küçük evreninde en değerli şeylerdir) yaşamının sonraki yıllarında ise hayatını, ömründe o ana kadar hiç karşılaşmadığı ve bir daha da karşılaşma fırsatı olmayacağı insanlarla paylaşmaya başladı. Yok, canım bu paylaşma değil bir hibeydi. Ve bu canını bile acıtmayacak, normal zamanlarda üstünde bile durulmayacak olan bu azarlamayla kim bilir “Komünist” oldu. Onu tanıyan çoğu insanın imalı bir şekilde dediği gibi “Kitap kurdu” oldu. Çok küçük yaşlarda yaşıtlarının düşünmediği şeyler hakkında kafa yormaya başladı. "Düşünmeyi, düşmeden düşünmeyi" öğrendi. Kendince iyi bir şeyi kazandı. Bu kendisiydi. Kendisine karşı yabancılaşmayı aşmayı bilmeye adım attı. İnsanlığı düşündü. Ve aynı zamanda küçücük böcekleri de. Kendi ekonomik ve sosyal durumları iyiydi. "Ama ya diğer insanlar." Onlara harçlıklarından, hayatından bir şeyler vererek nereye kadar yol alabilirdi ki. "İnsanların sonsuza kadar tıpkı o şarkıdaki gibi(*) hayatının bayram olması için, mutluluk içinde, yokluk/yoksulluk/yoksunluk nedir bilmeden yaşaması için" neler yapılması gerektiğinin yollarını düşündü. O yaşıtları gibi değildi. Gittikçede yaşıtlarından uzaklaşıyordu. Ve bunları paylaşacağı yek diğer bir insan yoktu çevresinde. Ama kitaplarında vardı ve yine o dost kitaplarından düşünmenin tek başına yetmediğinin, bununla beraber eyleme geçmek gerektiğinin sesini işitti. Bu sese kulak verip tıpkı Lewis Carroll’un hikâyelerindeki Âlice gibi harikalar diyarına daldı.(*) Evet hayat şimdi ummadığı derecede harikalarla doluydu. Her caddede, sokakta, bulvarda, patikada, dehlizde, lâbirentte yeni yeni harikalarla karşılaşıyordu. Ve o günlerde diline okuduğu kitaplardan bir tümce takıldı. "Hey sen sıradaki insan, ne duruyorsun be çık artık sıradan." Ve o bu kendisini içine almayan sıradan çıkmak için birçoklarının cesaret edemediği ufak bir adım attı. İşte o artık bu adımla artık sıradanların sırasında değildi. Sıranın dışındakilerle birlikte kendine ve topluma karşı soruları/sorumlulukları olan yek benzerleriyle bir aradaydı...

Ben de bu ela gözlü adı gibi Engin olan ve lise son sınıftan beri numaralı gözlüklerinin ardından bakan bir çift miyop ela gözlü bu çocuk/delikanlıyı işte o günlerde tanıdım. Ailesinden değilse de o anlık çevresinden uzaklaşmak için üniversite sınavını kazanmalıydı. Ama buna rağmen sınav gününe kadar bir tek test sorusu dahi çözmedi. Derslerine karşı ilgisizdi. Bir meslek tercihi bile yoktu. Ama zekiydi. En azından ortalamanın üstündeydi. Sonuçta sınavda başarılı oldu. Puanı iyiydi ancak tercih listesini doldururken öğretmenlerinin tüm yönlendirmeleri ve ısrarlarına karşın o kendine özgü ilkel inatçılığı ile kafasına göre bir tercih listesi hazırlamıştı. Sonuçta listedeki okullardan birisini kazanmıştı ya önemli olan da buydu. Ve vakit kaybetmeden okula kaydını yaptırdı. İşte en azından bir süre ailesinden değilse bile çevresinden uzaklaşabilirdi. "Okulu ve bir başka okulda okumayı ve bunun için kendisini zorlamayı" hiç düşünmedi. İlk defa "Kaderin kederli kollarına" kendisini sürüklemesi için "Kaderin akıntısına" bıraktı. "Sürükleneyim bakayım nereye kadar gideceğim" dedi. "Evet, öyle dedim ve kendimi bir kuş kadar özgür hissettim. Ama ben özgürlüğün sarhoşluğuna kapılacak kadar kırılgan ve insanların iğrençliklerine karşı aşısızdım. Kısa süre sonra hastalandım ve hâlâ kurtulmuş değilim." Evet, Engin'i tanımam işte bu günlerde oldu. Yıllarca etkisi altında kalacağı kısa süren bir aşkın tohumları okul günlerinde atılmıştı. Uzunca süre bu sevgiliyi unutmadı. Unutamadı. Fakat bir gün bir bıçak gibi kesip atma lüzumu hissetmişti. Bu olay, bugün artık kullanılmayan şehirlerarası otobüs terminalinde gelişti. İlişkilerine son bir şans ve yön arıyordu. Kadın ona "Askere gitmesi" ve bundan sonra bu ilişkiyi, "Sonu hayat ortaklığına varan bir ilişkiye" taşıyabileceklerini söylüyordu. Engin, "Peki öyleyse bir yazı tura atalım, kim kazanırsa onun isteği olsun" dedi. Ve yazı tura atılar, ne yazık ki Engin kazanmıştı, ama kadın hâlâ ısrar ediyordu. Kadını otobüse kadar uğurladı ve otobüs hareket ederken, o da bir gölge gibi kaybolmuştu. "Bugün düşündüğümde ben aslında o gün bu ilişkide kendime yabancılaştığımı fark etmiştim… Yakındaki parka gittim ve ona ait tek şeyi, onun fotoğrafını yırttım ve havuzun suyuna fırlattım, artık o benim için sonsuza dek yabancı olarak kalacaktı... O güne kadar sevdiğim ve değer verdiğim insanların hatıralarının bir göstergesi olarak idrak ettiğim fotoğraflar benim için değerini kaybetmişti. Hatırlıyorum da Annemle ara sıra eski fotoğraf albümüne bakardık. Siyah / beyaz / renkli / canlı / soluk yüzlerce fotoğraf arasında Annem ve benim için değerli hatıraların hapsolduğu anları temsil ediyordu. Bir fotoğrafta Annem ve kucağında ben vardım Annem o kadar gençti ki, başını eşarbıyla çenesinin altında olacak şekilde bağlamış gencecik bir kadındı bu fotoğrafta gencecik bir anne, bense minicik bir dev oğluydum annemin kucağında. Bir diğer fotoğrafta bu sefer babamın kucağındaydım. Babam sandalyede oturmuş bense kucağındaydım, elimde ise yarısı yenmiş bir simit tutuyordum. Babamın ayakkabıları ne kadarda eski idi öyle. Ama genç bir erkek, mağrur ve ben babamın minicik dev oğluydum kucağında. Bir diğer fotoğrafta ise Annem, Babam ve ben vardım. Ben annemin kucağındaydım Babam ise Anneme sıkı sıkıya sarılmış gözlerinde gurur okunuyordu ikisinin de işte diyorlardı sanki işte bu minik dev oğlan bizim oğlumuz diyorlardı, demek istiyorlardı bu fotoğrafa bakan herkese. Başka bir fotoğrafta tek başınaydım artık büyümüş kocaman olmuştum. Annemin pasaportunun yanındaki sütunda duruyordum. Muzip bir gülümseme dudağıma yapışmış halde. Annemde yan sütunda bana tebessümle bakıyor işte diyor benim oğlum artık büyüdü kocaman oldu diyor. Sonra başka bir fotoğraf gözüme ilişiyor. Bir evin bahçesinin çitinin önündeyiz. Annem eşarbını atmış, saçlarını fönle kıvır kıvır yaptırmış, üstünde krem rengi bir döpiyes, çokta güzel yakışmış ona, yanında ben varım yine yine o muzip gülümseme dudağıma yapışmış. Yanımdaysa Ester ninem, Annemin kucağında ortanca kardeşim sarı tulumlarının içinde işte Annem ve Babamın ikinci gururları ikinci minik dev oğulları. Güneşli bir gün olduğu belli, belli ki yaz gelmiş. Her yer yemyeşil. Bir diğer fotoğraf bu sefer ortanca kardeşimle yan yanayız. Benim saçım yeni tıraş olmuş belli ki okula başlamışım. Kardeşimin ise saçları o kadar çok ki ikimizde fotoğraf makinesinin kadrajına bakıyoruz ve guruluyuz. Karşıdan babamız ve annemiz bakıyor bize bizlerle gurur duyuyorlar. Bakın diyorlar bakın bizim dev oğullarımız büyümüş kocaman olmuşlar. Yine başka bir sahne bu sefer oyuncak trendeyiz. Lunaparkta üçümüzde ardı ardına binmişiz vagona en önde en küçüğümüz arkasında ikincimiz sonrada ben üçümüzde o kadar mutluyuz ki ve bende yine o muzip gülümseme. Annem ve babam bize bakıyorlar ve elbette bizle yine gurur duyuyorlar. Başka bir fotoğraf polaroid makinemizle çekilmiş. Ailecek yıllarca yaşadığımız gecekondu evimizin tahtalı oda dediğimiz evimizin iki odasından birindeyiz. Babam, Annem, Ortanca ve Küçük kardeşim ve yine o muzip gülümsemesiyle ben. Biz bir aileyiz diyoruz. Hep birlikte ve mutlulukla. Sonra hatıralarım birer birer soluklaşıp kararıyor. Albümdeki fotoğraflarda anlamını yitiriyor… Bugün elimde kendime ve geçmişime ait hiçbir fotoğraf yok. İnanın ki yok…”

O. Ne yazık ki o günden beri hâlâ bir sarmalın içinde burkulmaya devam ediyor. Bu sarmalın içinden kurtulmak ne kadar da zormuş. Ah ne ahmaklık, ne zavallılık. Mutluluk ona ne diye bu kadar uzak ve ona karşı bu kadar acımasız. Sorun onda mı? Yoksa seçimini yaptığı insanlarda mı? Bir bilebilse. Yaklaşımlarıyla, tavırlarıyla, düşünceleriyle ne... Kahretsin ki ne yapacağını bilemiyor. Beyni bu anlarda yerinden fırlayacakmış gibi oluyor. Mutsuzluk ve kalp ağrısı... Ona yardımcı olamamaktan kederliyim. Tıpkı onun da şu kadın yoldaşına karşı eli kolu bağlı kalmaktan duyduğu keder gibi...




































Anlatı -3-









Kızıl saçlı kız

Bugün karnemi almak için okula gittim. Karnemi aldıktan sonra arkadaşlarla şehrin en eski parkına gittik. Parkta biraz oyalandıktan sonra arkadaşlarla daha sonra buluşmak üzere vedalaştım. Parkta kendi başıma dolaşırken havuzun kenarında oturmuş bir adam dikkatimi çekti. Havuzun sularına dalgın dalgın bakıyordu. Sanki bu dünyadan uzaklaşmış gibi bir görüntüsü vardı. Elindeki bir kâğıda bakıyordu. Daha dikkatlice baktığımda bunun bir fotoğraf olduğunu fark ettim. Daha sonra fotoğrafı yırttığını ve havuzun sularına savurduğunu gördüm. Merakımı giderememiş ve yanına kadar yaklaşmıştım. Benim varlığımı algılamıyordu bile. Yanına sessizce oturdum. Onun gibi bende havuzun sularına tamda onun baktığı yere bakmaya başladım. Acaba ne hissediyordu. Karşıda tam onun gözlerinin odaklandığı yerde fıskiyeler vardı ve fıskiyelerden yükselen sular tam yukarıda adeta bir şemsiye oluşturuyorlar ve bu bir anlık görevini tamamlayan damlalar yere doğru yani çıkmış oldukları sulara doğru hızla düşerek yeni bir serüven için sıralarını bekliyorlardı. Güneşin bu dansa katıldığını ve mikro gökkuşakları yarattığına da tanık olunuyordu. Ama tüm bunlar benim gözlerimle gördüğüm gözlemlerimdi. Peki, ama bu adam ne görüyordu. Kendimi daha fazla tutamayarak ona “Merhaba” dedim. Ama o duyumsamıyordu galiba tekrar bu sefer omzuna dokunarak “Merhaba” dedim. “Adım Peri sizi rahatsız etmek istemem ama konuşabilir miyiz” dedim ve bu medeni cesaretime kendim bile şaşırdım ve itiraf etmeliyim utandım da. Oda bana benim yüzüme bakmadan “Merhaba” dedi. “Rahatsız etmiyorsun” ve bir zaman sonra “Benim adım da Engin Işık” dedi ve birden derin hislerle daldığı su damlacıkların dansından gözlerini ayırarak bana baktı. Öyle derin bakıyordu ki gözlerimin içine bakışlarımı kaçırmak zorunda kaldım… “Evet, terminalden kaçarcasına geldiğim bu parkta tekrar nefes alabildiğimin farkına vardım. Parktaki bu havuzu ve fıskiyeleri çok seviyordum ve gelip havuzun başına oturdum. Hayat gibi geliyordu bana suların dansı. Dalga dalga gelip kıyıya çarpıyorlardı. O kadar çok zaman bekliyorlardı ki bu anı ve bir anda yok oluyorlardı işte. Beklide buna değerdi kim bilir. Bir başka sefer için kim bilir daha ne kadar zaman geçecekti… İnsanı dinlendiriyordu bu serüveni izlemek. Sizde hak verirsiniz ki sadece bu bizim duyumsamamız olabilir. Ama ya dalga, ya dalgayla birlikte hareket eden su, ya suyu oluşturan o birçok damlalardan şu veya bu o bir tek damla… Sonra fıskiyeler çalıştırıldığında bu seferde göğe/ yukarıya/ yükseğe doğru harekete geçiyordu damlalar. Görevlerini tamamlamak için yine sıra beklemek zorundaydılar. Sanki bir askeri düzen ve disiplin altındaydılar. Ama ben hayatım boyunca ne anlamsız düzenleri nede anlamsız disiplinleri sevmişimdir… Sonra su ile birlikte damlalar yükselmeye başlıyor, yükseliyor, yükseliyor ve nihayetinde en tepede zirvedeler işte ama zirvede olmak bir an sürüyor damla için sonra tekrar gerisin geriye sulara dostlarının yanına dönüyor ve tekrar o zirveye çıkmanın hayalini sürüyor, deviniyor. Kendi hayatımı bu su damlasına benzetmeye çalışırken ve hayatımı film şeridi gibi tekrar canlandırmaya çalışırken tatlı bir kız sesinin bana ‘Merhaba’ dediğini duyumsadım ki ben o anda o kadar uzaklardaydım ki ah bir bilse. Tepki vermezsem hemen çekip gideceğini sanıyordum. Ama bir süre sonra aynı tatlı sesin bu sefer omzuma dokunarak ‘Merhaba, Adım Peri sizi rahatsız etmek istemem ama konuşabilir miyiz’ demesiyle bu tatlı sesli kızın hiçte kolay kolay pes edecek birine benzemediğinin ayırtına vardım. Tıpkı benim gibi miydi ne. Sonra derin hayallerimden uzaklaşıp yüzüne bakmadan ‘Merhaba’ dedim ‘Rahatsız etmiyorsun’ ve bir zaman sonra ‘Benim adım da Engin Işık’ dedim ve birden derin hislerle daldığım su damlacıklarının dansından gözlerimi ayırarak ona, doğrudan onun gözlerinin içine baktım. Öyle derin bakıyordum ki gözlerinin içine istenç dışı olarak bakışlarını kaçırmak zorunda kaldı… O kadar tatlı bir yüzü vardı ki. Çillerle kaplı bir yüz. Saçları ise kıvır kıvır ve doğuştan kızıldı. Bir süre ona hayranlıkla baktığımı hatırlıyorum bu zaman içinde nedense ona kanımın ısındığını fark ettim. Elinde bir kitap tutuyordu. Dikkatlice baktığımda N.G.Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı (*) adlı kitabı olduğunu gördüm. ‘İlginç; bu kitabı elinde taşımıyorsundur umarım’ dedim. O da kızgın bir ses tonuyla; ‘Hayır, ne münasebet’ dedi ve kitabın okuduğu kadarlık bölümünü bana anlatmaya başladı.” “Çernişevski bu eseri petropavlovski isimli çarlık zindanlarındayken 4 ay gibi bir sürede, sosyalist kuruluş sürecini tanımlamak için kaleme almış. Kimi pratik uygulamaların kitaptaki olaylar üzerinden açıklanmasının yanı sıra, o günden bugüne tartışması hala süren insanın doğası gereği eşitliği kaldıramayacağı konusu üzerinde durmuş ve başarılı bir şekilde bir öykü kurgusu içerisinde açıklamıştır. Bu eserinde, ‘yeni insan’ın yaratılması üzerine bir takım tezler geliştirmiştir. Bu eser özelinde, Rus köylüsünün (ki evrensel anlamda tüm köylülerin) çıkarcılığı ve bencilliği, Rus insanının kirlenmişliği ve Rus toprak sahiplerinin bunları kendine fayda çıkarmak için kullanması vb. en ince ayrıntısına kadar verilmiştir. Özetle Nasıl Yapmalı da bu insanları konu ediniyor Çernişevski. Bu öykülerde, gerek Vera Pavlovna'nın yaşam öyküsüyle, gerek Vera Pavlovna'nın ailesinin dünyaya çıkarcı bakış açısıyla, bu kirlenmişlikten kurtulmanın aslında ne kadar kolay ve gerekli olduğunun altını çiziyor. Bu eser, zamanında Rusya'da Narodnik hareketinin temel taşını oluşturmakla beraber, V.İ.Lenin'e de ilham kaynağı olmuştur. V.İ.Lenin, sonradan tilmizlerinin adlandırdığı biçimiyle ‘Leninist’ örgüt teorisini geliştirip açıkladığı ‘Ne Yapmalı'yı yazarken de bu eserden oldukça etkilendiği anlaşılıyor. Kısacası bu eser çağını aşıp evrenselleşmiştir.” Doğrusu beni oldukça çok şaşırtmıştı bu kız. “Yaşına göre oldukça iyi bir çözümleme yapıyorsun doğrusu beni şaşırttın” dedim. Bunu onu kırmadan ve küçümsemeden nasıl söyleyebileceğim kaygısını taşıyarak söylemiştim. O da teşekkürler “Engin” dedi gururlu bir ses tonuyla. “Bunu ilk dile getiren sen değilsin” dedi. Sonra ben ona bir iki ilave yapmak gerektiğinden bahsettim. “Örneğin kitap, defalarca çarlık sansürüne uğramıştır ki bu da kitabı şifreli bir havaya sokmuştur. Kitap boyunca görünen bir aşk hikâyesinden bağımsız olarak ana konuya bağlı ikinci derecede olay ardında yeni insanı tarif etmeye çalışıyor. Kitaptaki biraz da zorunlu olan gizem, sonlara kadar devam eder. Üç başkahramanın yanında kitaba on-on beş sayfa konuk olan bir Rahmetov vardır ki darma duman olmuş kahramanlara ve okuyucuya ışık olur gider.
Dönemin Rusya'sının üniversitelerinde, özellikle Narodnik hareket içinde büyük ilgi görmüş ve Nasıl Yapmalı'yı okumayan adam değildir anlayışı dahi hâsıl olmuştur. Öte yandan yazıldığı dönemde, aslında komün bir yaşama ve sisteme sembol olarak gösterilen Veroçka'nın dikiş atölyesini Çarlık Rusya'sında deneyen meramı anlamamış kadınlar da olmamış değildir! Kitap, hâlâ yeni insana giden yolun güzel, oturaklı rehberlerindendir.” Sohbetimiz hızla ilerlemiş ve değişik yön ve tat almaya başlamıştı. Yeni insandan, gelecek toplumlardan. Gelecek için bugün için yapılması gereken ivedi işlerden. Hâsılı örgütlenmeden. Ama öncelikli olarak insanın kendi kendisini örgütlemesinden bahsettiğimiz bir sohbet ve fikir alışverişi kulvarına gelmemiz o kadar hızla olmuştu ki. Daha şimdiden kendi özge ruh sıkıntılarımı unutmuştum bile. Velhasıl terminalde daha bir saat önceki karşılıklı rest çekme ve sonrasında karşılıklı olarak tatsız terk ediş/edilişi unutmuş, yeni bir yöne doğru yol almam başlamıştı bile. Birden o anda “Hadi kalkalım yoldaş, sohbete yolda devam edelim” diyerek aynı anda birbirimize teklif etmemiz hiçte bizi şaşırmamıştı. Yoldaş kelimesini o kadar içtenlikle söylemiştik ki birbirimize ve o kadar iyi gelmişti ki bu kızıl saçlı kızcağız Peri ve düşünceleri… En yakın ay çekirdeği satıcısından bir külah ay çekirdeği aldık. Artık parkta ay çekirdeğimizi çitleyerek ilerliyor ve sohbetimizi derinleştiriyorduk. Park şimdi bize bir bakıma Aristo Okulu olmuştu. Daha henüz ay çekirdeğimizi yeni bitirmiştik ki karşımızda şehrin en meşhur dondurma dükkânı ‘Şişmanın Yeri’ çıktı. Yine aynı anda “Hadi yoldaş kâğıt helva arasında birer dondurma yiyelim mi” sözcükleri dudaklarımızdan çıkmıştı. İkimizde dolu dolu birer kâğıt helva arasında dondurmamız elimizde bir banka oturarak sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyorduk ki ben ona “Bak yoldaş sana bir süre önce yazdığım bir metni okuman için vereceğim okumak istersen tabi ki” dedim. Ki bu metin terminalde buluştuğum kadın arkadaşa yazılmış bir metnin kopyasıydı. “Ama dedim bu metnin bazı yerlerinin özel anlam içerdiğini göz ardı etmelisin. Bu metin özelde Reel Sosyalizmden başlayarak Sosyalizmin sorunlarına dair kendimce bir başlangıç ve hâsılı ön notlar çerçevesindedir bu gözlükle okursan daha yararlı olur kanısındayım. Hem daha sonra bakarsın uzun uzun tartışırız ne dersin” diyerek cebimden kâğıtları çıkartıp ona uzattım. “Okuduktan sonra bana geri getirirsen memnun olurum çünkü bu bendeki tek kopya” dedim. O da sevinçle “Çok teşekkür ederim Engin yoldaş” diyerek kâğıtları aldı. “Başlığı da ilginçmiş ‘Yeni Zamanlar’ müsaadenle bir göz atabilir miyim” diyerek benim onayımı almayı beklemeden hızla okumaya başladı. Bu tavrına içten içe sevinmiştim. O anda “Pek tabii Peri yoldaş” diyerek onu onayladığımı bile duyumsadığını sanmıyorum.

(Metin-4)

Peri kâğıttaki yazıyı okurken bende etrafımdaki insanları incelemeye yoğunlaşmıştım. Ayakkabı boyacıları, ay çekirdeği ve kâğıt mendil satıcıları, tartıcılar, tatlıcılar, yani her türden seyyar satıcılar ve en önemlisi sokakta çalışan çocuklar o kadar çoktular ki. Köşede kuytulukta tiner ve bir yapıştırıcı markası olarak ‘Bally’ koklayan, şarap ve bira içen, fuhuş pazarlığı yapan çocuk, genç, yaşlı, kadın ve erkek onlarca ve o kadar çok insan vardı ki. Toplumun burjuva toplumumuzun ayaktakımları buralardaydı, bu mekânlardaydı ve bizde bu insanlarla aynı havayı ve mekânı paylaşıyorduk. Kurtuluş o anda hepimiz için uzaktı ama bir o kadarda imkânsız değildi. Görev vardı ve yerine getirilmeliydi… Ben bu düşüncelerin iklimindeyken, Peri de ‘Yeni Zamanlar’ ismini verdiğim yazımı okuduktan sonra kâğıtları kitabının arasına -kutsal bir metinmişçesine- özenle katlayıp koydu. “Hımm ilginç şeyler seninle tartışacağımız çok şey var Bay Engin yoldaş” dedi muzip bir gülümsemeyle. Ben de “Tartışmadan kaçanın kaşığı kırılsın” diyerek ona doğru kılıcımı çekmiştim bile. Birlikte etrafımızdaki insanlara aldırmadan kahkahalarla gülüyorduk ki. Karşımızdaki kayıkhaneyi göstererek; “Hadi gel Engin sandala binelim” dedi. “Uzun süredir sandala binmemiştim” dedim. Hemencecik iki kişilik bilet alarak sandala bindik. Havuzun ortasındaki fıskiyelere o kadar yaklaşmıştık ki rüzgârın ters esmesiyle hafiften ıslanmıştık bile. Az kalsın kitap ve kâğıtta ıslanıyordu. Ama biz tüm bu olanlara aldırmadan kahkahalarla gülüyorduk. Sandalı kıyıya yaklaştırıp karnımızı doyurmak için bir şeyler yemeye karar verdik. Çoğunlukla uğrayıp stresten uzaklaşmak için ara sıra takıldığım açık hava birahanelerinden birisinde oturup bira eşliğinde et döner yemeyi teklif ettiğimde doğrusu Peri’nin vereceği tepkiden çekinmiştim. Hemencecik kabul etti ve oraya doğru yürüdük kendimize ikişer adet bol etli, bol soğanlı, bol cin biberli ve bol turşulu döner ısmarlayıp masaya oturduk. Gelen garsona ikişerde -Alman yoldaşlara özenerek- duble boy bardakla bira ısmarladık. O sırada yerel bir gazete satıcısını fark ettim. Gazete satıcısına işaret ederek ondan bir gazete aldım. Gazeteye göz gezdirirken bir fotoğrafa gözüm ilişti. Tabi ya bu bizim Karabatak değimli ‘Karabatak Selim’ haberin devamında şehir içi belediye otobüsü bileti basarken yakalanan bir çeteden bahis olunuyordu. Demek ki yakalatmış kerata dedim içimden. Masadaki alet edevat bizim bir zamanlar bin bir zorlukla temin ettiğimiz araç gereçlerdi. Ve bizim karabatak Selim sanki hiçbir şey olmamış gibi eliyle zafer işareti yapıp gülümsüyordu, diğer suç ortakları onun aksine kafalarını öne eğmişlerdi. Aslında karabatak Selim oldukça yetenekli ve girişken bir arkadaştı. Sonradan kendi kendime insanın inançlarının gereklerini yerine getirmemesi ve onu amaçları dışında kullanmasının onu ne dereceye kadar düşebileceğine delil olduğuna kanıt getirip buruk bir tebessüm attım gazetedeki fotoğrafa ve Selim’e. Sonra garsonun masamıza getirdiği biralarımızı Peri ile birlikte ‘Gelecek güzel günlere’ temennisiyle tokuşturup et dönerimizi yemeye koyulduk. Bu arada da devrimcilik ve devrimci inanç ve irade konusunda derin bir sohbete kulaç atmıştık bile. Karnımızı doyurup birazcık da olsun dinlendikten sonra artık kalkmaya karar verdik. Köşede şipşak fotoğraf çeken yaşlı bir amca ile karşılaştık. “Gel Engin beraber bir fotoğraf çektirelim dostluğumuzun başlangıcının hatırası olsun diyerek” beni birlikte fotoğraf çektirmeye zorladı. Çocukluğum zamanlarından hatırladığım artık tedavülden kaldırılmış olan 25 ve 50 kuruşluk metal paralardan hatırladığım iki heykeli ortamıza alarak ufukta batmaya yüz tutmuş güneşin alaca kızıllığının fonunda fotoğrafımızı çektirdik. Fotoğrafı hemen alıp alamayacağımızı sorduğumuzda yaşlı fotoğrafçı bize ancak yarına hazır olabileceğini söyledi. Bizde acelemiz olmadığını yarın alabileceğimizi söyledik. Bize yarın buralarda olacağını, buralarda rast gelmezsek ilerideki fotoğrafçılara ayrılan kulübede olacağını söyledi. Bu arada Peri yarın için ivedi bir işi olduğunu müsait olursam fotoğrafı benim alıp alamayacağımı sordu. Bende pekâlâ bunun mümkün olabileceğini söyledim. Yaşlı fotoğrafçıya ön ödemeyi yapıp el sıkışarak oradan ayrıldık. Güneş iyice kaybolmuş yeni ay tüm çıplaklığıyla gökyüzünde görünmüştü. Köprünün üzerinde bir teleskop kurulduğunu gördük. Teleskop ikimizin de ilgisini çekmişti. “Gel Teleskopla gökyüzüne bakalım” dedim. İlk önce Peri baktı teleskopla uzayın derinliklerine sonra da ben uzay/evren o kadar sonsuzmuş ki ancak şimdi ayrımına varabiliyordum. O kadar çok gök cismi varmış ki. İnsan kendisinin evrende ne kadar da küçük ve bir o kadar da yalnız olduğunun ayrımına varıyor bu anlarda. Ki dinsel ve totaliter görüşlerde sırf bu ufaklık, yalnızlık, hiçlik hissi ile insanı kuşatıp beslenerek adeta iğdiş etmiyor mu? Teleskoptan gözümü ayırdığımda hemencecik bu düşünceler de dağıldı birden. İşte yine hayatın içindeydim ve işte ben bendim yine kendimdim. Teleskopu köprü üstüne kuran gence ücretini ödemiştim ki. Peri “Oooo saat bir hayli geç olmuş beni evden merak ederler” diyerek benim kolumdan çekiştirdi. Hemen koşar adım otobüs durağına doğru yol almaya başladık. Yolda bir dahaki sefere nerede buluşacağımızı da kararlaştırmaya çalışıyorduk. Peri ancak iki gün sonra müsait olabileceğini söyledi. Ben Peri’ye zaten yarın fotoğrafları alabileceğimi iki gün sonra görüşebileceğimizi ama bir bulmacam olduğunu bu bulmacayı çözebilirse buluşmamızın mümkün olabileceğini ki bu bulmacayı çözemezse üçüncü gün bugün ilk karşılaştığımız yerde ve aynı saatte olacağımı söyledim. “Bulmacaları severim, söyle bakalım bulmacanı” dedi. “Bulmacam basit bu kentte elinde bir buket çiçek tutan bir kent heykeli var hem de o kadar göz önündeki işte ben o heykelin yanında seni saat tam 19’u 17 geçe bekleyeceğim. Unutmazsın değil mi?” dedim. Peri “Tamam, biraz geç ama saat tam 19’u 17 geçe orada olacağım dedi. Bu arada durağa varmıştık bile. Bir süre sonra otobüsü geldi. El sıkışıp sarılarak vedalaştık. Otobüs hareket ettiğinde bende yine o eski derin düşünce/hülyalara dalarak yola koyulmuştum…

Otobüsün hareket etmesiyle birlikte Engin’in de yavaş/hızlı adımlarla yola koyulduğunu fark ettim. Kendisine el sallamamı bile fark etmemişti. Yolculuk boyunca bilmeceyi düşünüyordum. Bu kent heykeli de neydi ne anlam ifade ediyordu. En önemlisi nasıl bulacaktım burasını. Tüm hafızamı tekrar tekrar gözden geçiriyordum ama bir türlü çıkartamıyordum bu heykeli ve yeri… Eve yakın durakta otobüsten indim. Bu arada yağmur başlamış ve birden bire aniden bastırmıştı. Bu mevsimde böylesi bir sağanak yağmur ne görülmüş ve nede işitilmiş değildi. Neyse ki durakla ev arası bir koşumluk mesafeydi, elimdeki kitabı ve içindekileri ıslatmamaya özen göstererek koşar adım eve girerken bile bu kent heykelini ve Engin’i düşünüyordum… Öyle ilginç bir gün geçirmiştim ve ilginç bir bilmeceyle de gün sona ermişti… Neyse ki eve adımımı attığımda Anne ve Babamın evde olmadığını gördüm. Girişteki aynaya Amcamlara gittiklerini ve merak etmememi yazan bir not bırakmışlardı. Tüm gece bu bilmeceyi ve Engin’i düşünerek sabaha karşı uykuya dalmışım…
Ertesi gün boyunca ve buluşma günü tüm kentte bu yeri aradım. Tüm tanıdıklara eş ve dostlara sordum ama kimse bilmiyordu. Son bir hamleyle parka giderek o yaşlı adama sormayı düşündüm. Yaşlı adamı parkta fotoğraf çektirdiğimiz heykelin olduğu yerde Engin ile benim gibi iki kişinin fotoğrafını çekerken rastladım. İlginç tam bu anda güneş ufka doğru hızla yaklaşmış, gökyüzü alaca kızıllığa girmişti. Yaşlı amcaya beni hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Bana “Elbette hatırladım. Sen Peri’sin bende seni bekliyordum senin aradığın yere ana caddeden ulaşılıyor. Ana caddeye çık 07/11 nolu belediye otobüsüne bin iki durak sonra in üstgeçitle karşı kaldırıma geçip ilk sokağa dal ve yolu takip et karşına çiçekçi dükkânları çıkacak çiçekçi dükkânlarının sonunda yine bir üst geçit var üst geçidin sonunda sola döndüğünde karşılaşacaksın o heykelle. Hadi Peri çabuk ol” dedi. Ve sanki ben orada değilmişim ve benimle biraz önce konuşmamış gibi bıraktığı yerden işine koyulmuştu. Teşekkür ederek oradan uzaklaştım. Neyse ki ana yol çok uzakta değildi. Hızlı adımlarla yola koyulmuştum ama zaman o kadar da daralmıştı ki. Yetişemeyeceğimden korkuyordum. Yaşlı adamın dediği gibi duraktan 07/11 nolu belediye otobüsüne bindim iki durak sonra indim üstgeçitle karşı kaldırıma geçip ilk sokağa daldım ve yolu takip ettim karşıma aniden çiçekçi dükkânları çıktı. Her taraf karanfil kokuyordu. Çiçekçi dükkânlarının sonunda yaşlı fotoğrafçının bahsettiği işte o ikinci üst geçide de ulaşmıştım. Alelacele saate baktığımda buluşma saatine 1 dakikamın kaldığını gördüm. Koşar adım üst geçitten ilerledim son basamağı geçip sola döndüğümde birden irkildim. İşte oradaydı tam karşımdaydı meşhur kent heykeli ve Engin. Bu duruma o kadar sevinmiştim ki. Engin’in beni kucaklayarak “Başardın Peri Yoldaş, seni kutlarım al bu karanfiller senin” dediğini bugün bile hayal meyal hatırlıyorum. Öyle ki heyecandan kalbim küt küt atıyordu…

Heyecanımı gören Engin benim koluma girerek ilerideki çay ocakların birisine kadar eşlik etti. Bu çay ocağı üç kat bodrum kattaydı ve merdivenleri taze pasta kokuyordu. Çay ocağının kapısından girmiş ve sedire yan yana oturmuştuk ki; “Bize iki çay verir misin dostum” diyerek garsona seslendi. Garson ise “Ona tabiî ki dostum çaylarınızı hemen getiriyorum” dedi. Müzik kutusunda güzel bir ezgi çalıyordu. “Bu benim en çok sevdiğim şarkı Suliko” dedi ve mırıldanmaya başladı.

“Sakvarlis saplavs vedzebdi
ver vnaxe dakarguliko.”
“sevgilimin mezarını arıyordum. Bulamadım kaybolmuştu.
Yüreğim parça parça ağlıyordum
sen nerdesin sevgilim.”

Suliko Gürcü şair Akaki Tzereteli’nin bir şiiridir aslında. Şiir ilk etapta her ne kadar bir aşk şiiri gibi görünüyorsa da, şairin bunu vatan yani Gürcistan için yazdığı biliniyor. Ancak o;

"Ben her şeyden önce Gürcüyüm, çünkü Gürcistan’da doğdum, ama bu benim milliyetçi ve ırkçı olduğum anlamına, kendi halkımın mutluluğunu başka bir halkın zararına sağlamaya çalıştığım anlamına gelmez; benim düşüm bütün halkların karşılıklı dostluğa dayanan evrensel mutluluğudur." (*)

Deme cesaretini göstererek günümüzün pek çok Post/ Neo/Arkaik ön tanımlı Milliyetçi / Irkçı / Faşist / Nasyonal Sosyalist düşünce ve eylem adamlarından ve akımlarından hemencecik kendisini net bir çizgi ile ayrımsamaktadır. Hatta Stalin’in en sevdiği şarkılardan biri olduğu da rivayet edilmektedir…

Hadi Peri seni durağa kadar bırakayım. Eve geç kalma diyerek içtiğimiz çayların ücretini çay tabağına bırakarak elimden tutup birlikte ayağa kalktık. Durağa doğru yolculuğumuz boyunca fazlaca konuşmadık. Hâlbuki ona soracağım o kadar çok şey vardı ki. Ama Engin bana sadece önümüzdeki haftaya başlayacak olan Ankara Sinema Günlerinden ve programdan bahsetti. İşim yoksa beni de davet ediyordu. Bende memnun olacağımı ifade ederek haftaya sabit buluşma yeri olarak belirlediğimiz kent heykelinin önünde buluşmaya karar verdik. Benim otobüsüm geldiğinde o da yine yola koyulmuştu…

Ertesi hafta Engin ile Kent heykelinin önünde buluştuk. Bana ayaküstü Film gösterisinin bugünkü programından bahsediyordu. “Bugün Rafi Bukaee'nin 1986 yılında çektiği ‘Avanti popolo’ isimli filmi var. İsrail yapımı bir film, filmin broşürünü bana verdi. Broşürde;

‘1967'de "Altı Gün Savaşı" bitip ateşkes ilan edildikten sonra iki Mısırlı asker Süveyş kanalına varabilmek için yola koyulurlar. Bu komik, neredeyse sürrealist yolculukları sırasında çeşitli nedenlerle çölde dolaşan insan gruplarıyla karşılaşırlar. Ölmüş bir İsveçli barış gücü askerinin arabasında buldukları içkileri susuzluklarını gidermek için içince sarhoş olurlar. Kendilerine gerekli olan görüntüleri alamadan savaşın bitmesine çok kızmış olan bir televizyon ekibiyle karşılaşırlar. Sonunda yolunu kaybetmiş olan bir İsrail devriyesinin yanına sığınırlar. Bu tuhaf yolculuk zamanla kazanan tarafla kaybeden arasındaki farkın ortadan kalkmasına yol açacaktır.’ Yazıyordu.

Film Locarno Film Festivali(*)'nde Altın Leopar ödülünü almıştı. Seninde bildiğin gibi Avanti Popolo İtalyan halkının Mussolini ve partisinin temsil ettiği Faşizme karşı mücadelesinde ortaya çıkmış bir Direniş şarkısı, Türkçeye ‘İleri İşçiler’ olarak çevrilmiş. Neyse daha fazla anlatmayayım yoksa filmin büyüsü kaçacak” diyerek sözüne kısa bir nokta koydu. Daha sonra “Gel beraber Avanti Popolo’yu söyleyelim” diyerek. Marşı mırıldanmaya başladı. Bende ona eşlik ettim.

“İleri işçiler, yoldaşlar ileri, kızıl bayrağımız, dağları aşıyor, bayrağımız önde yürüyoruz, bayrağımız önde yürüyoruz, bayrağımız önde yürüyoruz, hedef sosyalizm ve özgürlük.”

Bu arada sinemaya da varmıştık. İlk gonk sesiyle birlikte salona yönelerek biletlerimizi yer göstericiye uzatıp hızla salonda kendimize ayrılan yere oturmuştuk bile. Salon bizim gibi Film meraklılarıyla dolmuştu. Bizim gibi farklı din, dil, ırk ve düşüncelerden insanların oluşturduğu bir izleyici grubu vardı salonda. Genç ve ihtiyar, kadın ve erkeklerden oluşan bir topluluk bu ufacık salondan sanki taşmış insanlık ailesine karışmıştık. Film başlamadan önce Avanti Popolo filmini çeken Rafi Bukaee salona geldi. Rafi Bukaee sürgünde yaşamak zorunda kalan muhalif bir komünistti. Bize filmi çekim sürecinden bahsetmeye başladı. Öyle bir anlatımı vardı ki, dilini anlamasak bile onun filmi yaratırken ki hislerini ta derinden anlıyor/hissediyorduk. Bize filmle ilgili küçük bir sırdan da bahsetti. Filmin çekimi bitip, montajı hazırlandıktan ve film seyre hazır hale geldikten sonra anlamışlar ki filmde konuşulan Mısırlı askerlerin Arapça lehçesi aslında Mısır’da konuşulan bir Arap lehçesi değilmiş, Filistin’lilerin konuştuğu bir Arap lehçesiymiş. Ama bu rastlantısal Arapça lehçeye dokunmayıp öylece bırakmışlar.” Sonra salon karardı ve filmi izlemeye başladık hep birlikte ve sessizce. Film bittiğinde biz ikimiz ve hepimiz hala filmin büyüsüyle salonda kalakalmıştık. Sanki o anda film bitmemiş filmdeki oyuncularla birlikte ileriye ufka doğru yürüyüşe katılmış, onlarla birlikte Avanti Popolo şarkısını söyleyerek akıyorduk…

Bir zaman sonra salondan ayrılıp, sinemanın kafesinde oturmak için salondan dışarıya çıktık. Kendimize hemencecik cam önünde bir masa seçip, garsona iki bardak portakal suyu ve tost sipariş ettik. Peri ile birlikte filmi yorumlamaya başlamıştık. İkimizi de filmdeki bir sahne etkilemişti. O sahnede İsrail ve Mısırlı askerler ki Mısırlı askerler İsrail’li askerlerin esirleridir. Batmak üzere olan alaca karanlığın kızıllığı altında radyodan tesadüfen buldukları Avanti Popolo isimli şarkı eşliğinde ufka doğru yol alıyorlardı. Avanti Popolo’nun çağrısı insanlığın çağrısıydı… Sonra bugüne kadar bizi etkileyen filmlerden söz etmeye başladık. Ben en çok Emile Zola’nın Germinal romanından uyarlanan Claude Berri’nin yönettiği, Claude Berri ve Arlette Langmann’ın senaryosunu uyarladığı ve Gérard Depardieu’nun başrollünde oynadığı Germinal filminin hayatımda önemli rolü olduğunu anlattım. Filmi izlemeden önce Romanı alıp bir solukta okuduğumu hatırlıyorum. O gün için kendimle eşdeğer gördüğüm roman karakteri ise filmde Laurent Terzieff ‘in canlandırdığı anarşist Rus göçmen işçi Souvarine karakteriydi. Ancak filmde Souvarine yerine diğer karakterler ön plana çıkartılmıştı. Romandaki Souvarine karakteri bir kurgu ise de gerçek anlamda bir anarşist devrimci Durrutti’ydi. Ben Durritti’yi ‘Anarşinin Kısa Yazı’(*) kitabında anlatılanlardan öğrenmiştim. Kitap özellikle Durritti’yi tanıyan veya tanımayıp etkileyen onu benimseyen veya benimsemeyen birçok insanla yapılan röportaj ve yazılardan oluşturulmuştu. Sanki kitabı okurken Selda Bağcan ve Ahmet Kaya’nın seslendirdiği Koçero adlı türkü destanın tadı vardı. Çünkü Koçero gibi Durritti de herkesin durduğu yere göre değişiklik gösteren bir kişiydi, eylem adamıydı, anarşist-komünistti ama tek gerçek vardı o da kendisini devrime adamış bir dava adamıydı. Öyle ki bugünkü birçok Anarşistten ve Anarşist örgütten farklı olarak proleter kökenli ve toplumla uyumlu insanlar olduğunu görüyordum. Durritti’yi de Souvarine gibi çok sevmiştim… Ben itiraf etmeliyim ki her ne kadar filmi önemsesem de romandan daha çok zevk almıştım. Ki bugün bile hala kitabın sonundaki şu cümleyi hatırlıyorum

“Topraktan insanlar bitiyordu, saban izlerinde ağır ağır kapkara öc alıcı bir ordu filizleniyordu; bu ordu pek yakında bütün toprağı çatlatacak olan gelecek yüzyılların ürünleri için boy atıyordu.” (**)

Bu cümledeki fikir ve umut benim komünist çizgimi ta derinden belirleyecekti… Peri’nın ise derinden etkilendiği ve izlemekten zevk aldığı film Ülke ve Özgürlük’tü, “Ben İngiltere'li yönetmen Ken Loach'un yönettiği ki ezilen sınıfları konu edinmesi ile tanınır… Engin yoldaş aslında filmin konusu oldukça basit. Film İngiltere Komünist Partisi'ne üye, enternasyonalist kaygıları ön plana çıkmış olan David Carr'ın adlı bir komünist ve etrafında kendisiyle birlikte devinen militanların öyküsü anlatılıyor. Film sonradan okuduğum ve duyduklarıma göre İspanya İç Savaşı'nda, cumhuriyetçilere destek olmak üzere bizzat katılan George Orwell'in, Uluslararası Tugaylar saflarında çatışmalara katılıp yaşadıklarını kitaplaştırdığı ‘Katalonya'ya Selam’(*) adlı eserinden fazlasıyla esinlenilmiştir deniliyor. Bu gözlükle tekrar göz gezdirdiğimde David Carr aslında bir bakıma George Orwell’in kendisidir. Yine bu gözlükle bakılınca David Carr’da George Orwell gibi İspanya İç Savaşı'nda Cumhuriyetçilerin tarafında savaşa katılmaya karar verir. Ama beni en çok etkileyen sahne ne diye soracak olursan. Troçkist’ler ve Stalinistler’in asıl alt edilmesi gereken taraf olan Franko’nun ve partisinin temsil ettiği Faşistler, faşizm değilmiş gibi her şeyi unutarak adeta bir akıl tutulmasıyla, karşılıklı olarak karşı karşıya konumlanmış bir binada karşılıklı olarak mevzilenmişler ve birbirlerine ateş açmakta oldukları bir sahnedir. O esnada karşılıklı olarak atılan kurşunlardan sakınarak koşar adım sokaktan geçen orta yaşlı bir kadının birbirleriyle çatışan Troçkist ve Stalinistlere tarihi bir soru gibi haykırmasıydı. Hafızam beni yanıltmıyorsa ‘Birbirinize karşı savaşacağınıza faşistlere karşı ortaklaşa savaşın’ anlamında bir laf ediyordu. Ki Reel Sosyalizmin sorunu da bu değil miydi? John Red’in Dünyayı Sarsan On Gün kitabında anlattığı işçinin Sosyalist Devrimci öğrenci gence silahını göstererek dediği “Bak yoldaş iki sınıf var, Burjuvazi ve Proletarya” gibi. İki temel sınıfın olduğunu unutarak, Somut ve soyut anlamı olmak üzere “silah”ımızı burjuvazi yerine kendi kendimize karşı kullanmaktan çekinmeyerek, iç mücadele ve yok etmelerle uğraştık ve sonuçta zayıf düşerek yenildik. Reel Sosyalizmin tarihi bir bakıma da bu değil mi. Ha bu arada sen de ‘Yeni Zamanlar’ adlı yazında haklı olarak buna da değiniyorsun…”

Peri haklıydı. Birçok devrimci kalkışma sırf bu nedenden ötürü güdük kalmış, sekteye uğratılmış ve yenilmiş. Bizzat SSCB’nin temsil ettiği Komüntern tarafından bastırılmıştı. İspanyol, Fransız, Yunan, hatta Türkiye sosyalist devrimleri… “Haklısın Peri Yoldaş” diyerek onu onayladığımı belirttim. “Bu arada az kalsın sana vermeyi unutacaktım. Sana daha yeni yayımlanan Kitle adlı Devrimci Sosyalist yayını vereceğim tam da senin dillendirdiğin meselelere ait bir makalem bu sayıda yayımlandı. Diyerek Kitle dergisinin son sayısını uzattım. Dergiyi aldığında ışığı hiç sönmeyen gözleri daha bir parlamıştı. Hemen dergiyi incelemeye başladı. “Dur be acelen ne Peri yoldaş dergi kaçmıyor ya hem yeri burası değil evde incelersin” dedim. Ama o, o anda beni duyumsayamayacak bir isteriyle yazıyı okumaya başlamıştı bile.

(Metin-5)

Peri dergideki yazımı adeta soluksuz ve susamış gibi okur/içerken bende etrafımdaki insanları incelemeye koyulmuştum. Sinemanın atmosferinin de etkisiyle ilk gençlik yıllarımda izlediğim filmler aklıma gelmişti. Bir film İngiltere’de geçiyordu. İRA militanları bir İngiliz ordu devriyesine mayınlı bir saldırı yapmak için yola mayın döşüyorlardı. Ancak ne var ki önceden varsaymadıkları bir olay gerçekleşiyor ve bir okul servisi askeri konvoydan önce mayına çarpıyor ve içindekilerle birlikte havaya uçuyordu. Bu olaydan etkilenen İRA militanının devrimciliği, davayı ve hayatı sorgulama süreci başlıyordu. Kendisinin de bir çocuğu vardı eşinden ayrı olsa da… Başka bir filmin görüntüsü geçiyor birden gözümün önünden bu sefer Güney Asya’da bir kampta geçiyor. Sanırım Kamboçya, Kızıl Kmerler’in esir kampı. Eski rejim yıkılmış yeni bir rejim kurulmaya çalışılmaktadır. Kamptaki bir mahkûm bir gül yetiştirmek istemektedir köhne kulübesinin bir avuç toprağında. Gül yetişir ama bir Kızıl Kmerler savaşçısı bu kızıl gülü ezer. Bir güle bile tahammül yoktur… Sosyalizm bu kadar basit miydi?

Filmden sonra bir porsiyon midye tava iyi gider diyerek onu yeni açılan midye tavacıya doğru sürüklemeye başladım…






























Anlatı -4-









Yıllar sonra aynı ülkede ve aynı kentte...

Yağmurlu bir günde sırılsıklam olmuş bir vaziyette eve doğru yürürken -ki saatlerdir yürüdüğü her halinden belli oluyordu- bende o sırada bir dolmuştaydım. Onu görünce dolmuştan indim. Ve yanına yaklaşım. "Merhaba" dedim. O'da yürüyüşünü bozmadan bana "merhaba" dedi. Şemsiyemin altına girmesini teklif ettim. Ama o istemedi. Birden bana döndü ve çantasından bir kâğıt çıkarttı. "Al okursun" dedi. "Benim yolum uzun ve yanımda bir yol arkadaşı istemiyorum" dedi. Bende "peki" diyerek kâğıdı aldım ve ilk gelen dolmuşa atladım. Dolmuş sıkışıktı. Eve varınca ilk işim kâğıttakileri okumak oldu:

MÜMKÜNDÜR/MÜMKÜN DEĞİLDİR

"Aslında kafası karma karışıktı."
"Hatta ne yaptığını, ne düşündüğünü bile bilmiyordu."
"Dahası hayatta bugüne kadar istemediği kadar bu sorunun cevabını bilmek istiyordu."
"Durmadan istiğfar ediyordu."
"Her yanı kusmuk olmuştu."
"Otobüste, otomobilde, otogarda, otobanda, ortalık yerde, bir filmin orta yerinde, bir sohbetin en anlamlı yerinde, her yerde kusuyordu."
"Kinini, nefretini, aşkını, sevgisini, yalnızlığını kusuyordu."
"Bundan utanmıyor, hatta narsis bir zevk alıyordu."
"Bir süreden beri yaşamının bin yılını bir ana sığdırmak istiyordu."
"Her şeyi bir anda yaşamak istiyordu."
"Bir anda yeni bir hayat kurmak, bir anda mutlu olmak, bir anda âşık olmak, bir anda sevmek istiyordu."
"Ama tökezliyordu."
"Çünkü bin yıldır kullanmadığı uzuv ve duygularıyla kötürüm olmuştu."
"Elimden tut diyemiyordu."
"Artık mümkündür dilsizdi."
"Ama kör ve sağır değildi."
"Aslında tüm bunlara rağmen istediği her şey o kadar basitti ki."
"Her şeyin bu kadar basit olabileceğini dahi algılayamıyordu."
"Algı ne idi ki."
"Algılıyorsun o halde yaşıyorsun mu?"
"Kim bilebilir"
"Tabi ki sen bilebilirsin."
"O uzun süredir bildiğini bile bilmiyordu ki." "Bildiğini bile unutmuştu."
"Adresini şaşırmıştı."
"Aklını şaşırmıştı."
"Dünyanın orta yerinde şaşa kalmıştı."
"Yoğun bir hayat trafiğinin ortasında bir dört yol ortasında."
"Yaya kaldırımı, trafik polisi ya da bir trafik ışığının olmadığı bir noktadaydı."
"Hayat trafiği kesintisiz bir yoğunlukta işliyordu."
"Bu dört yol ortasına nasıl geldiğini bile hatırlamıyordu."
"Hafızsını dahi kaybetmişti."
"Adını, kimliğini, kendi olan her şeyi kaybetmişti."
"Yok kaybetmemişti."
"Kendisinden yardım isteyen birilerine hayatını parça parça vermişti."
"Mümkündür; bu biçimde buraya ulaşmıştı." "Yönünü de şaşırmıştı."
"Ah bir hatırlayabilse,"
"Yok, yok bir karar verebilse,"
"İşte şurası şu yön diyebilse."
"Oraya yönelebilse,"
"Orada yitip gitse."
"Ah keşke onu birisi, birileri..."
"Hey sen şaşkın buraya bu yöne geleceksin dese"
"O zaman mümkündür"
"Ya yanlış bir tercihse kuruntusundan da kurtulurdu."
"Yaşam bir defa yaşanıyordu."
"Ve biz bir kez ama. Bin defa bir kez ölüyorduk."
"Ölmeden evvel ve öldükten sonra kim bilebilir."
"Mümkündür."
"Aile sizi düşünüyorum"
"Arkadaşlar sizi düşünüyorum"
"Ey (kimileri için beş para etmez) insanlar sizi düşünüyorum"
"Ey sevgili seni düşünüyorum"
"Evet, ben kendimi hiç mi hiç düşünmüyorum"
"Ki mümkündür."
"Kendimi, ailemi, arkadaşlarımı, sevgimi, sevgilimi hiç düşünmedim di."
"Ya sonra."
"Sonra mı dedin"
"Evet, sonra dedim"
"Sonrası mümkündür anlamsız bir boşluk" "Düştüm elimden tutar mısınız?"
"Mümkün değildir."

Bu yazılanları okuduktan sonra hızla evden çıkarak yola koyuldum onu mahallenin girişinde yakaladım. Sırılsıklam olmuştu. Ne yazık ki hastalanacaktı. Ona bu yazılanları sormak istemiştim ve bana ne diye verdiğini sormak istiyordum. Ama o sadece benim yüzüme hep o muzip gülümsemesiyle baktı ve "Hadi evine git ıslanıp hasta olacaksın birde seninle uğraşmayayım, ben alışkınım yağmurda ıslanmaya" dedi ve bana evimin kapısına kadar eşlik etti. Aileme selamını iletmemi salık verdi. Pencereden onu sokağın başına kadar izledim. Yağmura rağmen dimdik yürüyordu. Ve lanet olası "tanrı" sanki onu hasta etmek istercesine "rahmetini" esirgemiyordu…

Neden mümkün olmasın ki Engin mümkün olmayacak hiçbir şey yok bu dünyada. Bu kadar zor mu insanlardan yardım istemek. Elimizden tutmalarını istemek. Düştüm demek. Evet, haklısın galiba çok zor. Nice insanlar gördüm yola kaldırıma düşmüş acı içinde kıvranan ve nice insanlar gördüm ilgisiz köşe bucak kaçıveren. Yardım elini uzatmayan. Yardıma muhtaç insanların yanından cüzzamlıymışcasına kaçan insanlar tanıdım. Ama biz yenilmeyelim. Yenelim yenile yenile yenmeyi öğrenelim. Selam sana hayalperest arkadaşım...


Her adımda yeni bir serüven...

Sonra uzun süre ortalıkta görülmedi. Doğrusu meraklandırmıştı beni. Bir gün ansızın bir konağın çöplüğünde karşılaştık. Perişan bir haldeydi. Kir pas içerisindeydi. Konağın çöplüğünde akşamki ziyafetten artan yiyecek parçalarını özenle ayıklıyordu. Yanına yaklaştım "Ne yapıyorsun burada hadi benimle gel sana bir şeyler ısmarlayayım ve üstüne başına çeki düzen verelim" dedim. O bana yine o muzip gülümsemesiyle baktı ve kendisini yalnız bırakırsam bana müsait bir günde evimize gelip bu durumu da içeren bir masal anlatmaya söz verdi. Ama şimdilik kendisine müsaade etmemi, en kısa sürede masalını anlatmak için evime geleceğini, çoktandır beni ve ailemi ziyaret etme niyeti olduğunu söyledi ve bana "hadi sen şimdi git ve beni bekle" dedi. Bende sözünü ikiletmeden oradan uzaklaştım. Uzaktan baktığımda bu binanın oldukça şahane olduğu gözüme çarptı...

Ve ummadığımız anda çıkıp gelen...

İki hafta sonra bir gün, annem "Kapı çalıyor" dedi. Kapıyı açtığımda Enginle karşılaştım. Elimi dostça sıktı. En son gördüğüm halinden oldukça farklıydı. Sırtında kahverengi bir ceket vardı. O siyah kot pantolonlarından birisini giymişti. Gri bir gömleği vardı. Gayet iyi görünüyordu. Her ikimize de dostça selam verdikten sonra elindeki paketle mutfağa geçti ve bir şeyler hazırlamaya başladı. Sanırım bize o çok sevdiği Makarnadan hazırlıyordu. Tahmin ettiğim gibi bir makarna hazırlamaya başlamıştı. Mutfak malzemelerinin yerini sanki bu evin bir sakiniymişçesine hiç zorlanmadan buluyordu. Ne kapların yerini ne de yemek yiyip yemediğimizi sormamıştı. Ama yemek yemediğimizi tahmin etmişti. Bu arada çayın suyunu da bir hamlede ocağa koymuştu. Çaydanlığın üzerine önce az miktarda su koyuyor, üstüne de bir buçuk yemek kaşığı kadar çay koyup, çaydanlığın üstüne yerleştiriyordu. Böylece çay kavrulmuyor ve nemlenerek daha iyi bir kıvama geliyordu. Makarna suyu kaynamaya başlayınca özenle iki parçaya böldüğü paketin tümünü suya boca etti. Ama kaynarken suyuna bir miktar tuzu eklemeyi ilave etmeyi unutmamıştı. Ben yemek yapmayı beceremem, doğrusu Engin bu konuda baya hünerli sayılır. Annemde hiç karışmadı. Engin'in huyuna o da benim gibi alışmıştı. Bazen onu benden daha fazla sevdiğini düşünürdüm. Son olarak makarna için güzel bir sos hazırlayarak yemeği bitirdi. Yemek artık hazırdı. Bize bu akşam için mükellef bir masa donatmıştı. Çok mutlu olduğunu sezinlemiştim. Salatayı da kendi elleriyle hazırladı. Bol limonlu, az sirkeli ve bir parça sıvı yağlı tam kıvamında bir salata gayet hoş duruyordu. Yemeğimizi yedik çaylarımızı içtik ve tekrar bir demlik çay koyarak sohbete daldık. Ve sonra aniden söz verdiği gibi bize bir masal anlatmaya geldiğini söyledi. Ve masalı anlatmaya başladı.

TUZ MASALI YÂDA “SARAYLARA SAVAŞ KULÜBELERE ÖZGÜRLÜK” (**)

Size anlatmaya söz verdiğim masalın adı TUZ olsun. Yâda “Saraylara Savaş Kulübelere Özgürlük” Gerçi bu masalı biliyorsunuz ama yinede ben anlatacağım. Evvel zamanın birinde bir bey yaşarmış. Onunda tatlı mı tatlı kızları varmış. Bey bir yemekli davet sonrası -ki tanrısının her günü sarayda bir davet düzenlerdi-konuklarının yanında kızlarını huzuruna çağırdı ve onlara bir soru soracağını, bu cevaba göre onlara nadide armağanlar vereceğini söyledi. Kızları ve davetliler pek sevindiler. Sorum şu dedi: Beni ne kadar seviyorsunuz. Kızlarından her biri dünyadaki değerli madenlerden birisine karşılık gelen nitelemelerle babalarına sevgilerinin değerini belirtmekte yarışmaya başlamışlardı. Peki dedi babası o ana kadar suskun kalan -ona belli etmese de diğerlerinden farklı ve akıllı olduğunu bildiği- kızına sen beni ne kadar seviyorsun, diğerlerinin cevaplarını dinledin. Kızı babasına dedi ki; biliyorum benim cevabıma kızacaksın ama ben seni TUZ kadar seviyorum. Babası kızının bu cevabına hiddetlendi ve "Derhal konağımı terk edeceksin" diyerek sarayından kovdu. Konukları da Bey’e hak verdiler. Böyle kudretli bir adam hele hele bir padişah kadar önemli bir Bey değersiz bir toz parçasına eş değer görülür mü? hiç!...
Kızcağızın “iyi yürekli” bir annesi vardı. Kızını uğurlamak ona düşesiydi. Kızını uğurlarken bir parça elması da yanına katık etti. —Ne iyi bir anne değil mi? -Birde öğüt verdi; "Kızım sarayın arka kapısından bir lanetli gibi çıkacaksın ama unutmayasın karşılaşacağın ilk kişi kısmının ardına takıl ve o nereye giderse onu takip et" dedi. Ve kızını bir lanetli gibi sarayın arka kapısından uğurladı. Kız kapıdan sokağa adım atar atmaz annesinin öğüdüne uyarak karşılaştığı ilk kişi kısmının ardına takıldı. Bu peşine takıldığı kişi kışımı oldukça hırpani kılıklı birisiydi. Gide gide bir kulübeye geldiler. Hırpani kılıklı kulübeden içeriye daldı. Tabi ki kızcağızda arkasından… —İnsanoğlu bir gariptir. Neyin ne zaman ortaya çıkacağını bilinemez. Kızcağız dün bir konaktaydı, tıpkı kutsal metinlerde anlatılan bir cennette yaşıyordu, şimdi ise bir cehenneme düşmüştü. Ama durun masal bu- Bu arada "Kaderin" onlara "Yürü ya kulum" -elmaslar olmasa nah yürürlerdi ya!- demesi ile gel zaman git zaman o kulübenin yerine babasınınkinden daha ihtişamlı bir konak inşa ettiler. Sonunda intikam saati yaklaşmıştı. Bir gün tüm şehrin/ ülkenin ileri gelenlerinin çağrılı olduğu bir yemekli şenlik düzenlemeye karar verdiler. Tabi ki babasını da davet etmişti. Aşçılarına babasının en sevdiği yemekleri hazırlamaları talimatını verdi. Ama bu yemeklerde bir şey eksik olacaktı "TUZ". —Tuzsuz bir yemek dolayısıyla hayat tadı ve anlamından çok şey kaybedecektir ve yine geçerken bir kıssa: Sağlık nedeniyle mecburi olarak tuzdan uzak durması gereken insanlara iyi davranın- Bey sevdiği hangi yiyeceğe el atsa tadı yoktu. Yine hiddetlenmiş ve ev sahibi ve sahibesini çağırmıştı. A birde ne görsün ev sahibesi kovduğu kızı değil miydi? "Bu yemeklerin hali ne" diye sordu hiddetle. Kızı da ona kendisini saraydan kovduğu günü hatırlattı ve "İşte gördün ne kadar önemli bir tozmuş şu TUZ" dedi. Babası ve tüm konuklar kızı takdir ettiler. —Unutmadan aynı dalkavuk misafirler kızın saraydan kovulması sırasında, da, aynı tavrı sergilemişlerdi-

Engin "Masalımız burada bitti" dedi. "Ancak bu masalı dinleyen kişi kısmının aralarında şu diyaloglar geçtiği rivayet edilir." Diyerek sözlerini sürdürdü;

1. Kişi; "Hiç kimse bir saray yerine bir kulübede yaşamak istemez"
2. Kişi; "Evet haklısın türküde 'çobanın kulübesi sazdan samandan içine girilmiyor tozdan dumandan' demiyor mu?"
3.Kişi; “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur da diyorlar ya buna ne diyeceksin.”
4. Kişi; "Bunları bırakında bana açıklayın, sabahın köründe bu yoksul hırpani kılıklı kişi kısmının sarayın arka kapısında işi neydi?"
5. Kişi; "O delikanlı sarayın çöplüğünde kısmetini arıyordu. Çöplükte akşamki ziyafetten arta kalan yiyecek artıklarını karıştırmakla meşguldü ve padişahın o akşamki hiddetiyle kovduğu kızı tesadüfen onun peşine takılıp, kulübesini şereflendirmeseydi ölünceye kadar mevzusu dahi edilmeyecekti"
6. Kişi; "Ya diğer yoldaşları, kaderdaşları onlara bir faydası dokundu mu dersiniz"
7. Kişi; "Sanmam yeni yaptırdıkları sarayın çöplüğünü saymazsak tabi"
8. Kişi; "Evet hatırlıyorum o gün o civardan geçerken hırpani kılıklı insanlar ne kadar da çok ve sevinçliydi. Çünkü çöplükte hiç dokunulmamış yemekler vardı ve tadına şöyle bir bakıyorlardı. Tabiki tatsız tuzsuz yemeklerdi. Önce sarayın sahiplerine ve tüm ileri gelenlerin soyuna sopuna kalayı bastılar ve boynu eğik kâselerini doldurup kulübelerinin yolunu tuttular"
9. Kişi; "Masallarda çoğunlukla masal özneleri 'gemisini kurtaran kaptan' ya da 'benden sonra tufan' vurdumduymazlığındadırlar"
10. Kişi; "Doğru söylüyorsun arkadaş, gökten elma hep masal öznelerinin kafasına düşer"
11. Kişi; "Keşke 'yüce rableri' kadar taş düşse"
12. Kişi; "Keşke düşse"
13. Kişi; "Umudunuzu yitirmeyin düşecek elbet"
Hep birlikte; "Elbette düşecek"

Masal nerede başlar... Ya hayat...

Engin bize "Nasıl buldunuz" diye sordu. Annemde ben de beğenmiştik. Yine de o gün orada ne işi olduğunu sormadan edemedim. Bana bu masalı duyunca masalda anlatılan evin bir benzerinin bu kentte olduğunu hatırladığını söyledi. Ve garip bir duyguyla bu evi gözetlemeye başladığını ve bir süre sonrada o mekândan ayrılamadığını söyledi. Tıpkı masalda anlatılan olayın benzerini her gün yaşıyor olduğunu hissettiğini söyledi. Ve "İnanır mısın" dedi bana; "Bir gün masalda anlatılan o kişi ile karşılaştım. Ona doğru atıldım. Kirli ellerimle yakasına yapıştım ve ona tıpkı şu son kısımdaki soruları sordum. Ama beni hizmetçileri fena halde patakladılar. Ben dayak yerken o da kahkahalarla gülüyordu. Karısı olacak o aşüfte de onunla birlikte gülüyordu. Tüm kent bana gülüyordu. Ben bir masalın arkasına takılmıştım. Biz bir masalın ardına takılmaya devam etmeliyiz. Öcümüzü almalıyız..." Biz masalın büyüsüne dalmışken o yerinden kalkmış ve mutfağa yönelmişti. “Dur ne yapıyorsun" demeye kalmadan yemekten arta kalan bulaşıkları yıkamaya koyulmuştu bile. Bulaşıkları yıkayıp duruladıktan sonra kendisi için müsaade isteyip annemin ve benim elerimi sıktı ve her şey işin teşekkür ederek kapıdan çıktı, yine geldiği gibi yani bir gölge gibi sokakta kayboldu. Onun bu garip tavırlarına alışmıştık. Ben yatmadan önce Engin'in anlattığı şu masalı düşündüm. Günlerdir masamda duran kitaptan birkaç satır okumak için kitabı elime aldım. Şöyle yazıyordu:

"Her şey birdenbire oldu."

Düşün ki bulutsuz bir havada (yağmaz ya) yağan bir yağmur altında sırılsıklam ıslanmak. Aşktan değilse de, yan yana olmaktan da değilse de, iki yabancı kişi. Bir şehrin en işlek bulvarının karşılıklı kaldırımından birbirinin tersi yönlerde birbirlerinin varlığından habersizce aynı hikâyeyi, aynı megafondan çıkan ıslığı, o aynı eski zaman melodisini, melodideki umutlu yaşamın izini, o yaşam izindeki gürül gürül akan hayatı ve o hayatın içinde olduğu ölçüde kanlarının kıpırtısını düşünmekle yaşamak arasında bir bilinç yoğunluğundadırlar. Yâda öyle olduğunu farz edelim.
“Ne! Farz mı edelim. Neden...”
“Ben... Yahut ben... Yahut yine ben...”
“Ah siz rica etsem şemsiyenizi elinizden fırlatıp atmaz mıydınız? Yağmurda ıslanmaz mıydınız? Günlerce ateşler içinde yorgan döşek yatmaz mıydınız? Ve iyileşir iyileşmez aynı bulvarda...”
“Pardon SİZ O'sunuz. O bulvarda elindeki şemsiyesini atan ve iliklerine kadar ıslanan ve günlerce yorgan döşek yatan kişisiniz. Biliyor musunuz, günler haftalar ve yıllar boyunca sizi bekledim. Her yerde sizi aradım.”
“Evet, o benim”.
“Pardon birlikte ıslanmaya ne dersiniz.”
“Ya siz ne dersiniz.”

"Birden bire, birden bire, Her şey birdenbire oldu."

Engin'in o yağmurlu gündeki ruh halini şimdi daha iyi anlıyordum...


Kim bilir, belki de hayatın başladığı yerde masal da başlar...

O günden sonra Engin’den uzun süre haber alamadım. Bir gün evlerine uğradım. Kapıyı annesi açtı. Beni buyur etti. Evde küçük kardeşi de vardı. Engin'i sordum. Uzun süredir ortalıkta gözükmediğini ve merak ettiğimi söyledim. Kardeşi bana onun uzun süredir eve uğramadığını söyledi. Ancak geçenlerde eve tanımadıkları kızıl saçlı bir kızın geldiğini ve Engin'den bir not getirdiğini söyleyerek bir kâğıt bıraktığını söyledi. Ben tüm içtenliğimle sakıncası yoksa bu notu görmek istediğimi söyledim. Bana "Peki öyleyse peşimden gelin" dedi. Engin'in çalışma odası olarak kullandığı odaya geçtik. Kardeşi notu koyduğu yerde bulmaya çalışırken ben de odayı incelemeye koyulmuştum. Kapının sağında bir dolap kitaplık olarak düzenlenmişti. Kitaplar ve not defterleri gayet düzenli şekilde sıralanmıştı. Politik kitaplarla, roman, hikâye kitapları ayrı ayrı konulmuştu. Takip etmeye çalıştığı dergiler ise en üst raftaydı. Kitaplığın en üst kısmında iki tane daktilo vardı. Birisi beyaz renkli, diğeri ise siyahtı. Beyaz olan daktiloyu hatırladım onu yıllar önce okul ödevimi yaparken bana bir süreliğine vermişti. Diğer daktilo yeniydi sanırım. Odada birisi yatak olarak düzenlenmiş iki tane kanepe vardı. Kitaplıkta Karl Marks, Friedrich Engels, Vladimir İlyiç Ulyanov bilinen adıyla "Lenin" ve Rosa Luxemburg'a ait kartpostallardan arka fon olarak Marks'ın ki Siyah, diğerlerininki kırmızı karton olmak üzere resimler vardı. Birde Nazım Hikmete ait gazeteden kesilme yine arkası kartonla desteklenmiş resimler vardı. Duvarda tek bir çerçeve vardı. Ortanca kardeşinin ilk karikatür çalışmalarından birisiydi. Ve onun altına asılmış olan bir mandolin vardı. Bir suntadan hazırlanmış yıllar öncesinde katkıda bulunmuş olduğu politik derginin 11. sayısının kapağında kullandıkları Wassily Kandinsky'nin bir resminden renkli fotokopiyle büyütülmüş bir resim aslıydı. Resimde orak, çekiç ve yıldızın yaşamla bütünleşmesi içerisinde toplumsal yaşamın çeşitli kesitleri resmedilmişti. İnsanlar o kadar canlıydı ki... Bir köşede müzik seti bulunuyordu kasetçalarda bir kaset vardı, Ruhi Suya ait bir kaset. Müzik setinin üstünde bir kristal vazo ve içinde hâlâ tazeliğini koruyan kırmızı bir karanfil vardı. Kendimi tutamayarak kokladım. Üst kısmı pikap olarak düzenlenmiş ahşap dolapla çerçevelenmiş bir müzik setiydi. Ve birde çalışma masası vardı. Üzerinde beyaz renkli bir Lap-top vardı. Kutu gazoz tenekesinden -ki kendisi yapmıştı- bir kalemlik bulunuyordu. Masanın bir köşesinde de Lap-top'a bağlı yazıcı bulunuyordu. Her şeyi tıpkı kendisi gibi derli toplu duvarları beyaz boyalı bir odaydı. Bu sırada kardeşi "Buldum işte not bu" diyerek bana uzattı. "Teşekkürler" diyerek kâğıdı aldım. Notta şöyle yazıyordu:
Selam Cemre,

Aranmak, dinlenilebilmek, kaybolmamak, konuşabilmek, eleştirebilmek, eleştirilmek istiyorum.
Mu? Dedim.
Ama o kadar zor günler geçiriyorum ki. Yapayalnızlığımın ortasındayım. Tutunacak bir şeyler arıyorum. Hayatta en çok korktuğum ve eksikliğini duyduğum şey her şeyin bir sanı olmasına dair değil miydi? Çünkü sanmak içeriği itibariyle ortada cereyan eden olay, olgu ve nesnelerin gerçekliğini kavramak anlamına gelmez. Çoğunlukla hayatı ve hayatımı izlemekle eylemek arasında salınıyorum...
Çocukluğumdan bir TRT çocuk korosu şarkısında; "Sen hiç gördün mü üç kulaklı bir insan" der hatırladın mı? Daha sonra şarkı şu sözlerle devam eder. "Olur, mu hiç üç kulak dön de bir aynaya bak" Farkına çocukken varmasak da şu zaman diliminde bu sözlerde hem komik hem felsefi hem de ironik bir tat var... Sende de oldu mu? Bilmem hayatımın bir döneminde aynalara bakmaktan korktuğum çekindiğim de oldu. Ama aynı zamanda aynı vurdumduymazlıkla sanki bir Narsis gibi; aynalara hoyratça baktığım zaman dilimleri de oldu. Aman "Tanrım" ne kocaman bir burun, ne çirkin bir surat, ne asil bir burun, ne güzel bir surat... Mı? Dedi(n)m.
Mi? Dedim.
Doğru bu ve belki birde "Öteki dünyada" yapayalnız kalmaktan korkuyorum. Korkmaktan korkuyorum. Hatta korkmaktan, korkmamaktan korkmaktan korkuyorum...
Ya!? Böyle işte.
Bana bir masal anlatır mısın?

"Tabi dedim, tabi ya bize masalını anlattı." Kardeşi yüzüme tıpkı Engin gibi muzipçe gülümsedi. Sonra notu kendisine uzatıp "Her şey için teşekkür ederim" diyerek evden çıktım. Onu nerede bulacağımı biliyordum. Doğruca onunla karşılaştığım o masalın geçtiği köşkün oraya gittim. Evet, işte Engin oradaydı. Tıpkı daha önce burada onunla karşılaştığım kıyafetteydi. Beni görünce yine o tanıdık muzipliğiyle gülümsedi. Aniden kayboldu "Hey nereye kayboldun" demeye kalmadan aniden omzumda bir el hissettim irkilerek arkama baktığımda o hâlâ gülümsüyordu. Çok şaşırmıştım. Kıyafetini ne zaman değiştirmişti. Çünkü şimdi kıyafeti bizi ziyarete geldiği gündeki gibiydi. "Benimle gel" dedi. Onu takip etmeye başladım. Hiç konuşmuyorduk. Bu halde sokaklar, caddeler, bulvarlar, alanlar, patikalar, tüneller, üstgeçitler, alt geçitler, garlar, banliyö istasyonları, metro istasyonları, limanlar, otogarlar, havalimanları aştık, binlerce kilometre yol katettik, binlerce yer gördük, binlerce insanla karşılaştık, binlercesinin hatırını sorduk, binlerce insan onu tanıyordu, binlerce insanın elini sıktık. Gizli basımevlerinde illegal yayınların basımına yardım ettik, birçok ülkenin birçok alanlarında, evlerinde, bulabildiğimiz her yerde işçi-emekçilerle toplantılar düzenledik, dünyanın birçok yerinde birçok duvara sloganlar yazdık, birçok toplu taşım aracında aniden ortaya çıkıp bildiriler dağıttık, konuşmalar, eylem çağrılan yaptık, yağmura, kara, soğuğa, güneşe aldırmadan, legal/illegal gazete, dergi, broşürler dağıttık, bir çok kez tutsak düştük, bir çok kez tutsak edildiğimiz zindanlardan kaçmayı başardık, tutsak edilmiş bir çok yoldaşımızın kurtarılması için planlar hazırladık, eylemler gerçekleştirdik, bir çok yoldaşımız ölüm oruçlarına yattı, bir çok yoldaşımız kendisini yaktı, birçok kez ölüm oruçlarına katıldık, bir çok kez kendimizi yaktık, dünyanın bir çok yerinde kentlerde ve kırlarda, fabrikalarda, atölyelerde, evlerimizde, tarlalarımızda, dağlarda, ormanlarda, kolluk güçleriyle çoğunlukla derme çatma silahlar ve genellikle silahsız olarak çatıştık, onların her türlü ölüm makineleri vardı ama buna karşın yiğittik, son nefesimizde, son gücümüzde bile umutlarımızı haykırdık, umut dolu mesajlarımızı kanımızla duvarlara yazdık, bir çok kez işkence gördük, tecavüze uğradık, diri diri yakıldık, diri diri gömüldük, diri diri asit kazanlarına atıldık, uçaklarla binlerce kilometre yükseklikten boşluğa bırakıldık, kurşuna dizildik, idam edildik, yıllarca tabutluklara hapsedildik, yıllarca lağımların içinde, gemilerin sintinelerinde bekletildik, çırılçıplak soğukta bırakıldık, cereyanda bırakıldık, nükleer, kimyasal, biyolojik silahlar üzerimizde denendi, insanlık dışı deneylerde üzerimizde denendi, gaz odalarında topluca boğulup, fırınlarda yakıldık, yağlarımızdan sabun yapıldık, bir çok kez öldürüldük ama biz binlerce çoğalarak dirilmeyi bildik, umudumuz hep vardı, ozalitten, fotokopiden, serigraftan, taş baskıdan, teksirden yararlanarak afişler bastık, afişler astık, bir çok defa âşık olduk, ama insanlığın kurtuluşuna olan aşkımız hiçbir zaman sönmedi, hatta daha da arttı, TV, radyo istasyonlarını, gazeteleri, parlamento binalarını, elçilikleri, fabrikaları, atölyeleri, borsaları, bankaları, yiyecek silolarını işgal ettik, kamulaştırmalara katıldık, kamulaştırdığımız yiyecek malzemelerini, tıbbi malzemeleri, ihtiyacı olan insanlara dağıttık, eğitim seferberlikleri düzenledik, ev ev, atölye atölye, fabrika fabrika, tarla tarla, şehir şehir, ülke ülke, eğitime bilgiye susamış işçi-emekçilere-yoksullara bize yasak olan bilgiyi içmeyi öğrettik, kana kana içtik, bilinçlendik, kana kana içtiler, bilinçendiler. İsyanlar gerçekleştirdik, katliamlara uğradık, üzerimizden tanklar geçirdiler, tanklara karşı dimdik durmasını da bildik, bunu gören kolluk güçlerinin emrindeki güçler de bizlere katıldı, çoğaldık, çoğaldık, İşçi-emekçi düşmanlarının elebaşlarını kaçırdık, sorguladık, serbest bıraktık, ama onlar bizi ilk yakaladıkları yerde kurşuna dizmekte tereddüt etmediler, biz daima yüz yüze şövalyece savaştık, onlar alçakça, haince sırtımızdan vurmasını bildiler, içimizden hainler de çıkarttık, döneklerde, ama onlarla baş etmesini de bildik, Spartaküs'ün köle ordusunda yer aldık, Fransız devriminde de bulunduk, devrim bize ihanet ettiğinde Fransa’da Lion'da işçi ve emekçiler olarak başkaldırdık, Louis Auguste Blanqui’nin savaşçılarının arasındaydık bize "Irmağın karşısında ne olduğunu tartışacağımıza ırmağı yüzerek geçmeyi" teklif etti ona katılarak ırmağı birçok kez yüzmeyi denedik, 1871 de Paris’de kiraz zamanlarında Paris komününde 72 gün boyunca proleter iktidarımızın ilk adımını attık, hatalarımızın sonucunda yenildik, bu sefer önce 1905 daha sonra 1917'de Rusya'daydık her şey bir günde gerçekleştirildi gibi görünse de geçmişin onbin yıllık mücadelesi ve geleneği ile ilk tokatı attık, sonra ikinci tokatla iktidar tamamen işçi-emekçilerin eline geçti, tüm kirli anlaşmaları yırttığında Aleksandr Zinovyev o meydandaydık, Alman devrimi patlak verdiğinde de oradaydık Rosa Luxemburg'un ve Karl Liebnect'in katledilmesine engel olamadık, bir çok defa Lenin'i dinledik, Küba'da 17 Temmuz hareketiyle devrime katıldık, Ernesto Che Guevara ile daha fazla devrim için Bolivya'ya gittik, ihanete uğradık öldürüldük, Vietkonglularla ABD'yi alt ettik, Mao Zedong’un uzun yürüyüşüne katıldık, Nikaragua'da Sandinistalarla omuz omuza savaşarak devrimi gerçekleştirdik. 1968 de Paris sokaklarındaydık. 1973 de Şili de Salvador Allende Pinochet’in askeri darbesi ile öldürüldüğünde ve tüm muhalefet işkence altına alındığında oradaydık. Filistin'de intifadaydık, Güney Afrika'da ırkçılığa karşı savaştaydık, İspanya'da faşist Franko'ya karşı savaşım cephesindeydik, Portekiz'de karanfil devriminde bulunduk. 15–16 Haziran'da İşçi-emekçilerle İstanbul'u işgal ettik, 6 Filo'yu protesto ettik, Doğu mitinglerine katıldık, Nurhak'ta Sinan yoldaşla birlikte çatıştık, Mahirlerle Kızıldere'de kolluk güçleriyle çatıştık. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, Askeri darbelerinde sokak çatışmalarında, darağaçlarında, kaybetmelerle karşı karşıya kaldık. 1990’da Zonguldak'tan Mengen'e kadar çoğalarak aktık. İhaneti bir kez daha yaşadık. Gazi Mahallesinde katledildik. Sivas'ta Madımak otelinde yakıldık. Her darbede sokaklarda, darağaçlarında katledildik. Çok yendik çok yenildik, ama savaşmada ustalaştık…
Aniden bir rüyadan uyanır gibi yolculuğa başladığımız aynı yere döndük...


Bir yürek çırpıntısı... İşte zaman...

Tüm bunlar o kadar hızlı gelişmişti ki. Zaman hâlâ o ilk yola çıktığımız andaydı. Bana dönerek omuzlarımdan tuttu ve ta gözlerimin içine bakarak şunları söyledi. "Sana benimle gel demiştim. Ama sen gelmedin." Başımı öne eğmiştim. Başımı kaldırıp tam ona cevap verecektim ki. O yoktu. Kaybolmuştu. Köşkte ortada yoktu. Yerinde bir halı saha vardı ve insanlar futbol oynuyorlardı. Duvarlarda umut dolu sloganlar yerine ilan-ı aşk grafitleri vardı. Köşede şarapçılar, tinerciler ateş yakmışlar, hem ısınıyor hem de kafayı çekiyorlardı. Onlara yaklaşıp buradaki köşkü sordum, yüzüme aval aval baktılar ve "Bize bir şarap ve tiner parası vermek istersen hayır demeyiz" dediler. Hırkamın cebimdeki bozuklukları onlara uzattım. İçlerinden kızıl saçlı yaşlı bir kadın "Sen Engin'i arıyor olmalısın, bende bir zamanlar onun izini sürmeye çalışmıştım... Buraya senin gibi kadın, erkek birçok kişi burada olduğunu sandıkları bir köşkü sorarlar, ama burada hiçbir zaman bir köşk olmadı. Sende tıpkı bir zamanlar benim yaptığım gibi ve diğerleri gibi onun çağrısına kulak verip onun izini takip etmelisin" diyerek cebinden bir ağız mızıkası çıkartıp çalmaya başladı. "Peki" diyerek şaşkın bir şekilde yolları arşınlamaya başladım. Arkamı dönmeye korkuyordum. Yine de kendimi tutamayarak arkama baktığımda, az önceki ateş yanan yerin olduğu yerde sisler içinde silueti görülen bu dünyadan farklı bir dünya silueti vardı. O dünyaya doğru yöneldiğimde birdenbire kayboldu ve şimdi o kısımda tenleri ve saçları farklı farklı kızlı erkekli çocuklar halka olmuş bir oyun oynuyorlardı. Beni de oyuna davet ettiler, bende bir süre bu oyna katıldım. Sonra izin isteyerek tekrar yola koyulduğum esnada yaşlı kadının mızıkasından çıkan ezgi yine kulağıma takılmıştı. Bu ezginin izini sürerek tıpkı köşkün olduğu yerde Enginle yaptığımız yolculuğa çok benzeyen bir şekilde sokaklar, caddeler, bulvarlar, alanlar, tüneller, üstgeçitler, patika yollar, alt geçitler, garlar, banliyö istasyonları, metro istasyonları, limanlar, otogarlar, hava limanlan aştım, binlerce kilometre yol kat ettim, binlerce yer gördüm, binlerce insanla karşılaştım, binlercesinin hatırını sordum, binlerce insan beni tanıyordu, binlerce insanın elini sıktım. Simit satan bir satıcı, "Hanımefendi buyurun bu simit size Engin'den, size rastlarsam onun sizi beklediğini, yapmanız gerekenin ezgiyi takip etmek olduğunu söylememi söyledi" dedi ve kayboldu. Artık hiçbir şeye şaşırmıyordum. Simidimi ısırırken her halinden aç olduğu anlaşılan birisine simidimi verdim. Simidi alır almaz kayboldu. Kent o kadar kalabalıktı ki artık ezgiyi duyamıyordum bile. Pamuk şeker satan bir satıcı, "Hanımefendi buyurun bu pamuk şeker size Engin'den, size rastlarsam onun sizi beklediğini, yapmanız gerekenin ezgiyi takip etmek olduğunu söylememi söyledi" dedi. Ona "Peki ama ezgiyi duyamıyorum ki" demeye kalmadan o da kaybolmuştu. Pamuk şekerimi annesinin kucağındaki bir kıza verdim. Annesi teşekkür ederek kayboldu. Sokak lambasının altında, elindeki kitabı okumaya dalmış bir kent heykelinin köşesinde, minicik elleriyle kâğıt mendil satan bir kız çocuğu vardı bana "Abla bu kâğıt mendil size Engin'den, size rastlarsam onun sizi beklediğini, yapmanız gerekenin ezgiyi takip etmek olduğunu söylememi söyledi" dedi ve kayboldu. Kâğıt mendili ömrünü sokaklarda geçiren bir grup sokak çocuğuna pay ettim. Onlarda kaybolmuşlardı. Bir banka oturdum ve bu bilmeceyi düşünüyordum ki, bir boyacı çocuk, pabuçlarımı boyamaya başlamıştı bile, ona dur ne yapıyorsun demeye kalmadan, o bana "Hanımefendi pabuçlarımızı cilalamamı bana Engin söyledi, size onun sizi beklediğini, yapmanız gerekenin ezgiyi takip etmek olduğunu söylememi söyledi" dedi. Bu esnada oturduğum banka kızıl saçlı bir kız oturmuştu, kulağında bir Walkman vardı, sesini o kadar çok açmıştı ki ben bile duyabiliyordum. Lütfen sesini kısar mısınız demek için hazırlanıyordum ki kızıl saçlı yaşlı kadının mızıkasıyla çaldığı ezgiyi duyumsadım ve bu kızıl saçlı kızı buraya Engin'in kasten gönderdiğini anladım bu esnada onunda benim yüzüme bakıp gülümsediğini fark ettim bende ona gülümsedim. "İşte takip etmen gereken ezgi bu" dedi ve tam bu anda kızıl saçlı kız ve boyacı çocuk kayboldu. Kulağımda ezgiyle, banktan kalktım ve yola koyuldum. Kentin altını üstüne getirdim tam vazgeçmek üzereyken gözüme iri ve kırmızı elmalar satan bir manav ilişti, hemen bir elma seçerek satın aldım ve ücretini ödedim. İlk ısırıktan sonra bu ezginin çok yakınımda ki şu karşıdaki binadan geldiğini duyumsadım. Adım adım yaklaşmaya başladım. İşte şimdi tam ezginin içindeydim. Apartmana girdim. Merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başladım. Şimdi ezgi ile birlikte ortalıkta buram buram pasta kokusu hissediliyordu. Dinleyin kim bilir belki sizde duyumsarsınız:

"…bir kadın çığlık çığlığa şarkı söylüyor"

—Hayat bir saklambaç oyununun izindeydi belki de. Hani önümde, arkamda, sağımda, solumda, tepemde, ayak tabanlarımın altında olanların ilk elden ebelenip sobeleneceği bir oyundan içre.
—Ve O SİZ.
—Ben zavallı yalnız serseri, küstah, masum bir kuralsız. Ben müzmin bir yalnız hayalperest.
—Ya O SİZ.
—Ben yahut biz hiç kimseye benzemez çılgın, nankör bir kedi gibi.
—Ya O SEN.
—Bizler yahut biz elbet ben melankolik bir gerçekçi. Aydınlığı arayan bir kan ve ölüm meleği.
—Ya O SEN, SİZ, SİZLER.
—Bizler karanlıkta aniden yanan bir mum ışığı gibi kendi dibini aydınlatmaktan aciz.
—SİZ, BİZ ve Yalnızlığımız.
—Alanlarda yığınlar. Yığın öncüsünün birinin elinde Megafon. Megafondan yükselen bir ıslık. Islıkta bir eski zaman melodisi. Melodide bir umutlu yaşam izi. O yaşam izinde gürül gürül akan bir hayat. Hayatın içinde kanın/kanımız kıpır kıpır.
—Evet, BEN, SEN ve Birde
"…çığlık çığlığa" şarkı söyleyen / yanmış yıkılmış bir kadın öyle sessiz öyle ağlamaklı. / … Öldüğümüzü kimse bilmesin"


Her ezgi bir yolculuk, her yolculuk bir sürpriz...

Burası bir çay ocağıydı, alçak tavanlı, hasır tabure ve sehpalar ile boydan boya sedirlerle döşenmiş, duvarlarında eski kilimler, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet ve Ahmet Arife ait poster/şiirler olan sevimli bir yerdi. Bu binanın önünden o kadar sıklıkla geçmiştim ki. Burada bu binanın bodrumunda bir çay ocağının olduğunu tahmin bile edemezdim. “Aaa bu Engin işte orada oturuyor.” O da beni gördü bana el salladı. Yanına gittim. Ayağa kalktı elimi sıktı ve "Sonunda gelebildin demek" dedi. "Otur bak bu yoldaş" dedi. Kadın yoldaşıyla bu münasebetle tanışmış oldum. Kendi çayları bitmişti benimkiyle birlikte çayları tazeledik. Bu basık tavanlı çay ocağına gelirken merdivenlerde taze pasta kokusu hissettiğimi söyledim. İşte bu nedenle Engin’in uzun süredir ilk defa güldüğünü gördüm. Katıla katıla gülüyorduk. Engin "Bende bu mekânın bu kokusunu seviyorum. Ama yoldaşı bilemem. Birde bu oturduğumuz köşeyi seviyorum. Unutmayın ki" dedi. —Bunu ikimize de söylüyordu- “Ben yabancılaştığım ortamlardan hemen uzaklaşırım. Sizde buna dikkat edin" dedi. Ve sustu. Etrafımı inceliyordum ki birden buraya kadar gelirken karşılaştığım tüm insanlarında burada olduklarını gördüm. Bu şaşkınlıkla ona buraya gelirken ki yaşadıklarımı sormak bile aklıma gelmedi, zaten o da sormadı. Bu halde karşılıklı olarak suskun bir şekilde müzik kutusundan yayılan ezgileri dinledik. Sonra benden müsaade istedi. Yoldaşı durağa kadar geçireceğini söyledi. Karşılıklı olarak tokalaştık. Ve bana bir çay daha ısmarlayacağını söyledi. Hesabı ödedi ve kapıdan bir gölge gibi çıktılar. Arkalarından baka kaldım. Bir süre sonra bende kalktım. Bu esnada garson kız bana sarı bir zarf ve karanfil verdi, hayret bu kız yine o kızıl saçlı kızdı. Ve o anda garson kız, müşteriler, ezgi, müzik kutusu, çay ocağı her şey kayboldu. Kentin dışındaki çöplükte buldum kendimi. İnsanlar çöplükten o günkü kısmetlerini arıyorlardı. İnsanlar ve diğer canlılar. Havada ilk etapta hissedilen bir gaz kokusu vardı. İnsanların yüzlerinde sanki Engin okunuyordu. Birisine şehre giden ana yolu sordum, yaptığı işinden başını kaldırmaya bile tenezzül etmeden güneşin battığı yöne doğru yarım saat yürürsem ana yola çıkabileceğimi söyledi. Dediği gibi yaparak yola koyulmuştum ki, bir süre sonra sırtımı geldiğim yöne doğru döndüğümde çöplüğün olduğu yerde, yine daha önce karşıma çıkan bir sis bulutu içinde siluet halinde gördüğüm o bambaşka dünya vardı. O kadar canlı, o kadar bayram yeri gibi bir dünyaydı ki birdenbire içimde bu yenidünyadaki yaşama dâhil olmak isteği duydum. Bu duyguyla, karşımdaki bu yenidünyaya bir adım atmak istediğimde aniden kayboldu ve orada şimdi uçsuz bucaksız uzanan ve içinde binlerce tür çiçek olan bir çiçek tarlaları vardı. Çeşitli çiçeklerden bir demet oluşturdum ve birden elimdeki çiçek demeti ansızın binlerce çeşitli renklerde bezenmiş kelebekler olup uçuşmaya başladılar. O anda gökyüzünde bir gökkuşağı belirdi. O yöne doğru uçuşuyorlardı. Bende peşlerinden koşmaya başladım ve onlarla birlikte tam gökkuşağının altından geçecekken her şey kayboldu karşımda camdan bir duvar vardı. Sonra tekrar güneşin battığı yöne yani arkama doğru döndüğümde, kentin en işlek caddesinin tam ortasında buldum kendimi. Az kalsın eziliyordum. Herkes tuhaf tuhaf bana bakıyordu. Bir vitrinin önünden geçerken kendime baktığımda, saçımda çeşitli çiçeklerden örülmüş bir taç vardı. Her şey o kadar tuhaf ve ilginçti ki...


Sen sen ol sakın ha tuhaf olana kapıl(ma)...

Kendimi toparlamak için içinde kafeteryası olan Hiper markete girdim. Kafeteryanın tuvaletinde elimi yüzümü yıkayarak kendime gelmeye çalıştım. Tacımdaki çimekleri ve karanfili çantama koydum. Sonra kafeteryada portakal suyu içtim. Kendimi nihayet toparlamıştım. Sonra Hipermarketin marketine girip alışveriş yaptım otobüs durağına kadar yürüdüm. Otobüs geldiğinde içi tıklım tıklım doluydu. Nihayet eve gelmiştim. Elimdeki öteberiyi mutfağa bıraktım. Odama geçip, sarı zarfı masamın çekmecesine, çantamdaki çiçekleri günlüğümün arasına ve karanfili de vazonun içine koyarak salona geçtim. Annemin telaşlı olduğunu gördüm. Beni merak etmişti. Onu yanaklarından öperek sakinleştirdim. Erkek arkadaşımın aradığını söyledi. Onu sakinleştirerek arkadaşımı sonra arayacağımı söyledim. Annemle birlikte yemeği hazırlayıp sofraya oturduk. Havadan sudan konuştuk. Bulaşıkları yıkadıktan sonra erkek arkadaşımı aradım. Hemen buluşmak istediğimi, mümkünse bize gelmesini söyledim. Anneme Arda'nın geleceğini söyledim. Ocağa çay koydum. "Sahi tanışmadınız değil mi? erkek arkadaşımın adı Arda, aynı mahallede oturuyor. İşte Arda'da geldi. Arda okuyucuya selam yok mu?" "Selam arkadaşım ben Arda. Nasılsın." "Arda annemden izin isteyelim de benim odama geçelim tamam mı?" "Merhaba teyzeciğim nasılsınız" "Sağ ol Ardacığım” "Anne biz Arda ile odamda konuşacağız. Tamam mı?" "Peki, kızım" Biz bu arada odama geçmiştik bile. "E nasılsın görüşmeyeli Arda." "İyiyim. Hayrola nedir mesele." Ve ona gün boyunca yaşadıklarımı bir bir anlattım. Önce bana inanmak istemedi. Çünkü benim mantıklı bir kişi olduğumu söylerdi. İyi ki ona zarftan bahsetmemiştim. Yoksa bahsetmeli miydim? Düşündüm de zarftan nasıl bir sürpriz çıkacağını bilemiyordum. Aslında Arda'ya güveniyordum ancak ilk defa onunla kendi aramda bir sır olmasını istedim. Bu yüzden zarfı ondan gizledim. Ve salona döndük karşılıklı olarak çaylarımızı içtik. Arda'yı uğurladıktan sonra anneme "İyi geceler" dileyerek odama çekildim ve gizem dolu bir günün anısı olan şu sır dolu sarı zarfı masamın çekmecesinden çıkartarak heyecanla açtım.

(Metin-6)

Sanırım merdivenleri pasta kokulu çay ocağında Engin'in yoldaşa ve bana salık verdiği şu yabancılaşma konulu ikazı daha iyi anlıyordum. Bu düşünceyle uykuya dalmışım...


İçimizi ısıtacak bir merhaba desek...

Sabah epeyce dinlenmiş olarak kalktım. Ertesi günlerde böyle geçti. Bir hafta içi kendim için alışveriş yapmak ve Arda ile buluşmak için şehre indim. Pasajları dolaşıyordum. Birden Engin'in gizemli kadın yoldaşıyla karşı karşıya geldim. Demek ki burada çalışıyordu. Teklifsizce "Merhaba" diyerek elimi uzattım. O da gayet rahat bir şekilde "Merhaba" dedi ve elimi sıktı. "Tanıdınız mı beni o gün çay ocağında karşılaşmıştık." "Tabi ki tanıdım görüşmeydi nasılsınız" dedi. "Teşekkürler iyiyim" dedim. Ben makyaj yapmayı sevmem, ama o oldukça abartılı bir makyaj yapmıştı. Boynunda siyah boncuklarla üçgen şekli verilmeye çalışılarak işlenmiş bir kolye vardı. Kasada şişman ve kel birisi oturuyordu, bu kişi sanırım iş yerinin sahibiydi. O da abartılı biçimde peş peşe sigara tüttürüyordu. Bir de bir başka kız çalışıyordu o da abartılı bir makyaj yapmıştı, o da sigara içiyordu, biraz kilolu ve kısa boylu birisiydi. Engin'i sordum. "Ha Engin mi? Biz onunla artık görüşmüyoruz" dedi. "Zaten o gün de bunun nedeni üzerine orada bulunuyorduk. İşte böyle, siz bir şeyler alacaksanız yardımcı olabilirim" dedi. Bunu işinin ehli bir tezgâhtar edasıyla söylemişti. "Sağ olun" dedim. "Kafama takıldı, Enginle görüşmemenize neden olan olayı bana anlatımlısınız" dedim. Bende bu arada yüzsüzlüğü ele almıştım. Hayret tepki vermedi. Bundan da cesaret alarak konuşmak isterse adresimi ve telefonumu bırakmak istediğimi söyledim. Bana "Sizinle görüşeceğimizi sanmam ama isterseniz verin" dedi ve çantasından bir sigara paketi çıkarttı. Son bir adet sigarası kalmıştı. Ucu yukarıya dönük şekilde duruyordu. Bunun bir dilek sigarası olduğunu biliyordum. "Sigara içermişiniz" diyerek bana uzattı. Ama ben "Teşekkürler ben sigara içmiyorum" dedim. "Ne güzel, ama ben bir türlü bırakamıyorum" dedi. Ve bu son sigarayı alarak yaktı. Ve artık boşalmış olan paketin üzerine adresimi ve telefonumu düzgün bir yazı ile not etti. "Hayırlı işler" dileyip oradan ayrıldım. Bana bu davranışları o kadar küstahça gelmişti ki. Bu kızgınlık ve kırgınlıkla alışverişi unutmuştum. Kendimi Arda'nın seyyar kitap tezgâhı açtığı sokakta buldum. Ayaküstü hoşbeş ettikten sonra acil olarak halletmesi gereken bir işi olduğunu söyledi. Benim şimdilik bir işim olmadığını işini halledene kadar tezgâhın başında bekleyebileceğimi söyledim. Bu teklifime çok sevindi ve yarım saat içinde döneceğini anlatırken, bu arada tezgâhtaki kitapların fiyatlarının arka kapağın içinde yazılı olduğunu, zabıta gelirse arkadaşların yardımcı olabileceğini söyledi ve yanağıma bir öpücük kondurarak hızla uzaklaştı… Tezgâhtaki kitapları karıştırmaya başladım. Çoğu insan son zamanlarda çıkan ve medyanın pohpohladığı kitapları soruyordu. Kimisi ise seyretmekle yetiniyordu. Tezgâhtaki çoğu kitabı okumuştum. Lunaçarsky'nin Özgürlüğüne kavuşturulan Don Quişot (*) isimli tiyatroda sahnelenmek için hazırlamış olduğu kitabına tekrar göz gezdirdim. Nede güzel özetlemişti Lunaçarsky Ekim devrimini ve yeni bir dünya kurma özlemini ve hep arada kalan, hep muhalif olan insanları. Ama devrim arada kalmaya tahammül edemezdi, inançları ne kadar ulvi olursa olsun, gerektiğinde şiddeti kullanmak zorunda kalmanın sancısına da katlanmak gerektiğini bilen devrimci insanları ve bu sancıya aşılı olmayan Don Quisot ve onun benzeri insanları… Kızıl saçlı bir kız öğrenci, "Biz bir grup arkadaş mahalledeki kültür derneğinde bir tiyatro oyunu oynamak istiyoruz. Acaba sizde içinde tiyatro metni olan bir kitap var mı?" diye sordu. "Evet, var" diyerek elimdeki kitabı uzattım. "Bu Lunaçarsky'nin Özgürlüğüne Kavuşturulan Don Quisot isimli kitabı ihtiyacınızı görebilir." "Siz okudunuz mu?" diye sordu. "Evet, okudum çok iyi bir çalışma, isterseniz oyunun hazırlığı aşamasında size yardım dahi edebilirim" dedim. "Sahi mi? Kendi adıma çok sevinirim. O zaman Çağlar Mahallesindeki Merhaba Kültür Evinde bizi bulabilirsiniz. Benim adım Peri. Kitabın ücreti nedir?" Kitabın arka kapak içine baktım fiyatı yazmıyordu. "Kaç liran var" dedim. "Bir liram var" dedi. "Peki, anlaştık, kitap benden olsun" dedim ve kitabı uzattım. "Teşekkürler, ilk toplantımız haftaya Perşembe" diyerek sokakta kayboldu. Bu yarım saat içinde bu sayede zihnimi rahatlatmıştım. Arda söz verdiği gibi yarım saat içinde gelmişti. Arda gelince ona adının Peri olduğunu söyleyen kızıl saçlı bir kız öğrenciye Lunaçarsky'nin Özgürlüğüne Kavuşturulan Don Quisot isimli kitabı hediye ettiğimi, haftaya perşembeye birlikte tiyatro oyunu çalışacağımızı söyledim. "İyi yapmışsın, senin adına sevindim" dedi. Hemen eve gideceğimi söyledim. Bana "Bir şey mi söyleyecektin, bir sıkıntın veya paylaşmak istediğin bir şeyler varsa bana anlatabilirsin" dedi. Ondan bakışlarımı kaçırarak "Yok bir sıkıntım falan yok" dedim. "Peki, öyle olsun" dedi. Vedalaştık. Sokaktan ayrıldım ve karşıma ilk çıkan büfeden bir gazete alıp eve dönmek için otobüs durağına doğru yola koyuldum. İş çıkışı olduğu için otobüs tıklım tıklımdı. Gazeteyi okumak için eve gitmeyi bekleyecektim. Nihayet eve gelmiştim. Annem elimin boş olduğunu görünce "sen bu sabah alışverişe gideceğini söylememiş miydin" diye sordu. Bende "Başka bir sefere kaldı" dedim. Annem yemeği hazırlamıştı. Hemen sofraya oturduk. Pek az atıştırdım ve odama çekilip bir süre radyo dinleyip yattım...


Hu hu... Kimse yok mu?
Hafta sonu anneme yardım amacıyla temizlik yapıyordum. Camları silmek için gazete kâğıdı ararken şu Engin'in yoldaşını gördüğüm gün aldığım ama okumayı unuttuğum gazete gözüme ilişti. Gazeteyi parçalarken bir yandan da göz gezdiriyordum ki, birden bir ses işittim. Etrafıma baktım kimseler yoktu. "Merhaba benim Engin" diye bir ses duyduğuma emindim. Yine o aynı ses "Hey şaşkın elindeki gazete kâğıdının sol alt köşesine baksana" dedi. Ya da ben öyle duyumsadığımı sandım. İstem dışı olarak sol alt köşeye baktım. Gerçektende orada bir resim vardı. Resimde kadınlı erkekli birçok insan sureti vardı. İşte oradan kalabalığın içinden bana el sallayan birisi olduğunu fark ettim. Aaa bu bu Engin. Ama bu nasıl olur bu bir gazete ve iki boyutlu bir nesne ve üstelik cansız bir nesne. Ama ama bu el sallayan kişi elle tutulacak kadar gerçek. "Meeerhaba" dedim şaşkınlıkla. Oda bana "Tekrar merhaba" dedi. "Az kalsın benimle camları silecektin ve sonsuz kadar yok edecektin" dedi gülümseyerek. Ve muzipçe gülümsemesini sürdürdü. Bana "İstersem oraya gelebileceğimi" söyledi. Ben "Şaka yapıyorsun sanki tüm bunların şaşkınlığını atlatamamışken mi?" Diye sordum. "Ve üstelik bu imkânsız bir şeyken" dedim. O ise "Hayır aslında bende başlangıçta tüm buradaki insanlar gibi, tıpkı senin gibi düşünüyordum ama işte şimdi buradayım, buradayız" dedi. "İstersen ben oraya geleyim" dedi. Ve işte şimdi tam karşımdaydı. "Tekrar merhaba" diyerek elimi sıktı. "Şimdi gözlerini kapa" dedi. Gözlerimi kapadım. "Şimdi gözlerini aç" dedi ve gözlerimi açtığımda işte biraz önce gazetedeki resimde gördüğüm insanların arasındaydım. Hepsi benim duyabileceğim bir ses tonunda tek tek "Merhaba aramıza hoş geldin" dediler. Bende onlara "Merhaba" dedim. Engin yine o muzipçe gülümsemesiyle "İşte sana söylemiştim imkânsız diye bir şey yoktur." Ona sanki yeriymiş gibi "Kadın yoldaş"la neden görüşmediklerini sordum. "Onu sana bir ara anlatırım söz" dedi. "Şimdi burada bir eylem var, biliyorsun bugün 1 Mayıs, bizlerde burada ‘Bir gün değil yeni bir dünya istiyoruz' kararlılığıyla yürüyoruz, yürümemizi engellemeye çalışıyorlar ama boşuna, bugün değilse yarın tekrar ama mutlaka başaracağız. Şu anda tüm dünyada işçi ve emekçiler, komünist devrimcilerle birlikte onuz omuza bu dilekle tüm dünyada alanlarda. Kimi alanlarda ise şiddetli çarpışmalar oluyor. Bizlerde burada hazırlıklıyız. Bak bu çantalar taşla, Molotof kokteyliyle dolu. Şimdi hep birlikte enternasyonali söyleyeceğiz. Milyarlarca işçi, emekçi ve devrimci aynı anda tek bir yürek, tek bir yumruk olarak haykıracağız. Kimimiz sol kolunu dimdik, kimimiz ise sağ kolunu bir orak şekline getirerek ama ellerimiz yaratan ellerimizi bir yumruk şekline büründürerek, şu sözleri; (*)
Uyan artık uykudan uyan
Uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan
Bu ölüm-dirim kavgası
Yıkalım bu köhne düzeni
Biz başka âlem isteriz
Bizi hiçe sayanlar bilsin
Bundan sonra her şey biziz.
Farklı dilerde de olsun aynı inançla söyleyeceğiz. Ve biz Türkiyeli işçi, emekçi ve devrimciler Nazım'ın; (**)

'Ölenler dövüşerek öldüler, güneşe gömüldüler, vaktimiz yok onların matemini tutmaya, akın var güneşe akın, güneşi zapt edeceğiz güneşin zaptı yakın'

Diye ant içeceğiz. Sende katıl bu sözlere." Bende enternasyonali söyledim, bende andı içtim. Ben ilk defa 1 Mayıs'a katılıyordum. Bu nedenle Engin alanda bana refakat ediyordu. Sık sık alanda bir ileri bir geri dolaşıyor, sık sık duruyor, beni birileriyle tanıştırıyor, bildiri, gazete, kuşlama kâğıtlarından alıyor, bildiri, gazete dağıtıp, elindeki kuşlama kâğıtlarını havaya savuruyordu. Bana da bir demet verdi. Bende havaya savurdum. Çok mutluydum. Çok mutluydu. O gün ilk defa evimin dışında insanlığın, emekçi insanlığın toplamıyla kol kola, omuz omuza olduğumu hissettim. Nazım'ın dediği gibi hem bir ağaç gibi tek ve hürdüm, hem de bir orman gibi kardeşçe. Engin'in yüzünde de bunu okudum. Tüm alanı dolduran dostlarda da. Barikatları aşarak, devletin sivil-askeri kolluk güçleriyle çatışarak, kentin sokaklarını, caddelerini, bulvarlarını ve meydanlarını bir süreliğine de olsun zapt ettik. Zincirlerimizi kırmaya cüret etmiştik. Yaralanan ve ölenlerimiz oldu. Omuzlarımızda tıpkı andımızda olduğu gibi güneşe doğru taşıyorduk. Alanda birçok yoldaş tanıdım. Hemen birbirimize ısınıyorduk. Engin birçoğuyla slogan olsun, siyasi tavır olsun, taktik olsun tartışıyordu. Ama bu hiçbir zaman kavgaya ve küskünlüğe varmıyordu. Aynı keskinlikle kolluk güçlerine taş, Molotof kokteyl atıyordu bu insanlarla. Bende Molotof kokteyl attım, yerden dayanışma halinde söktüğümüz kaldırım ve kilit taşından attım. Kolluk güçlerinin eline düşen birçok yoldaşımızı kurtarma çalışmalarına katıldım… Sonunda akşama doğru gruplar olarak ortak karar alarak dağılıyoruz denildi. Ve aniden işgal altındaki alanlar boşalmıştı...
Enginle kendimi lüks bir otelin lokantasında buldum. İnsanlar kuşkulu gözlerle bize bakıyordu. Bizde hem onların bu şaşkın haline hem de kendi halimize makaraları bırakmış biçimde katıla katıla gülüyorduk. Yemeğin ücretini ödeyecek paramız kıt kanaat yetişiyordu. Engin istifini bozmadan cebinden bir bildiri çıkarttı. Bildiride ‘Komünist bir dünya kuracağız' yazıyordu. "Üstü kalsın" diyerek şef garsona bildiriyi uzattı. Ve çok rahat bir tavırla lokantadan çıktık. Henüz bir saat öncesine kadar çatıştığımız işgal ettiğimiz ve çekildiğimiz alanlarda dolaşmaya başladık. Temizlik ekipleri olanca gayretiyle çalışıyorlardı. Beyaz eşya satan dükkânlardan birisinde televizyonlara baktık. Tüm haberlerde bugünkü 1 Mayıs eylemleri hakkında haberler yer alıyordu. Ne kadar taraflı olsa da yayınlar yinede 1 Mayıs’ın anlamını ortadan kaldıramıyordu. Yani Engin’in alandaki tüm tartışmalarında ortaya çıkan ana fikir gibi “1 Mayıs İşçi-Emekçilerin Bayramı Değil Aksine Burjuvazi ve Tüm İşbirlikçi Sınıflara karşı KAVGA GÜNÜNÜDÜR” Birden temizlik yapan bir işçinin süpürgesinin önünden bir karanfili kurtararak saçıma iliştirdi ve "Sana her şey için teşekkür ederim" dedi. Ben de "Asıl ben sana teşekkür ederim Engin" dedim. "Ha unutmadan seninle şu ‘kadın yoldaş’ hakkında konuşmak için bir gün mutlaka seni evinizde rahatsız edeceğim" dedi. Ve elimi sıkarak bana "Uğurlar ola" dileğinde bulunup yine dimdik yürüyerek uzaklaştı. Ve köşedeki ilk sokaktan bir gölge gibi kayboldu. Ve tam bu anda ben kendimi evde buldum. Elimi saçıma uzattığımda Engin’in eylem alanındaki eylem artığı yığınlarından kurtardığı karanfil yerinde duruyordu. Rüya görmediğime asıl şimdi inanmıştım. Gazete parçası da hala elimdeydi. Ama gazetenin sol alt köşesinde artık bir resim yoktu. Yerinde 1 Mayıs’taki Türkiye ve dünyadaki çatışmalardan bahseden bir yazı vardı… Çok yorulmuştum. Temizlik yapacak gücüm kalmamıştı. Duş almam gerekiyordu. Duştan sonra kendime bir çay demledim çayımı içtikten sonra karanfilimi bir bardağa koyup yatağımın başucuna yerleştirdim. Ve sonra dinlenmek üzere yatağıma uzandım. Karanfili o günün anısına günlüğümün içinde saklamaya karar vererek uykuya daldım...


Çiçek çiçekleyecek, çiçeklemek çiçek için ölüm bile olsa... (*)

Ertesi gün, A şehri dışında çalışan bir arkadaşımın beni uzun süre önce yanına davet etmesini de fırsat bilerek, bir haftalığına onun yanına gitmeye karar verdim. Yanında bir hafta kaldım, bu süre içerisinde hayli dinlenmiş olarak A şehrine döndüm. Giderken hiç kimseye Arda'ya dahi haber vermemiştim. Eve döndüğümde Annem bana bir ziyaretçim olduğunu söyledi. Beni kim ziyaret edebilirdi ki. Şaşırmıştım. Giysilerimi değiştirip oturma odasına girdiğimde gözlerime inanamadım. O gelmişti. Engin'in kadın yoldaşı. Merhabalaştık. Ona doğrusu çok şaşırdığımı çünkü son karşılaşmamızda beni ciddiye almadığını düşündüğümü, hatta benim arkama döner dönmez not aldığı sigara paketini buruşturup çöpe attığını düşündüğümü söyledim. Benden özür diledi. Aslında tıpkı düşündüğüm gibi yaptığını ama akşam dükkânı kapatırken çöpü atacağı sırada çöp kovasından paketi aldığını söyledi. O günlerde çok sıkıntılı olduğunu, bu nedenle istemediği bir takım davranışlar sergilediğini, aslında hiçte bu yaradılışta birisi olmadığını aktardı. Affettiğimi söyledim. Bana Engin'i görüp görmediğimi sordu. Bende "Hayır" dedim. —Birlikte yaşadığımız şu garip olayı anlatmadım- Kendimin de merakta olduğumu söyledim. "Zaten bir haftadır şehir dışındaydım" dedim. Anneme "Engin'in arayıp aramadığını" sordum. "Hayır, kızım" dedi. Bunun üzerine bana Engin'in uzun süredir karşılaştığı "En iyi dost" Onca patavatsızlığına rağmen "İyi bir insan, özel bir insan" olduğunu söyledi. Bende ona katıldığımı ifade ettim. "İnanır mısın tıpkı bir gölge gibiydi. Ne zaman nerede ne biçimde karşıma çıkacağını tahmin edemezdim. Çözümlenmesi zor bir insandı. Düşünceleri ve kimliği med-cezirler çiziyordu. Durgun olan o görüntüsü altında sanki fırtınalar, boranlar vardı bunu hissediyordum. Hiç kızdığını görmedim, ama içinde hep bir öfke vardı. Tüm kurulu düzene karşı öfkeliydi. Hayatı programlıydı ama o hayata ve hayatına karşı programsızdı. Aynı anda birçok yerde gibiydi. Sürekli hareket, sürekli çalışma içerisindeydi. Birçok hayatı eşzamanlı yaşıyor gibiydi. Her şeyden öte bu yaşama ait değil gibiydi. O kadar iyiydi ki. Dili ve söylemi o kadar ironikti ki. Kendisini tamamlıyordu. Dedim ya, o hayatımda tanıdığım en anlaşılmaz, en karanlık kişilikti. Sanırım ne yazık ki, onu sonsuza kadar kaybettim. O gün beni otobüs durağına bıraktıktan sonra bir gölge gibi ara sokaklara dalıp kayboldu. Sürekli kulağımda onun şu sesi yankılanıyor; 'Ben yabancılaştığım ortamları hemen terk ederim sizde böyle yapmalısınız' Bu ilişkide sonunda yabancılaştı sanırım ve kayboldu. Tıpkı öğlen güneşinde gölgemizin kayboluşu gibi. Neyse bilmiyorum ne kadar doğru kaçar ama size, bizim ikimizin arasında ki özel bir materyali vereceğim. Onun benim şiirlerimi okuduktan sonra hazırlamış olduğu, şiirlerimin de içinde olduğu bir kitapçık. Ama istemezseniz ısrar etmeyeceğim. Ama okumanızı istiyorum. Okuduktan sonra bana çalıştığım işyerime bırakırsın. Hem bu arada bir çayımı da içersin. Şimdilik kalkmam gerekiyor. Yol yorgunluğunuz vardır." Kanepenin üzerinde tüm bu süreç içinde fark etmediğim bir paketi bana uzattı ve kalktı. Annem ve benim elimi sıkarak kapıya yöneldi. Onu kapının önünde sokağın başına kadar takip ettim. Sanki tüm yaşamın ağırlığı omuzlarına çökmüş gibiydi. Oysa o kadar gençti ki. Yemeğimizi yerken anneme arkadaşımın yanında geçirdiğim günleri anlattım. Birlikte sinemaya gitmiştik, Filmin adı Leon'du bir kiralık katille ailesi polis tarafından öldürülen bir çocuğun zorunluluklar tarafından belirlenmiş dostluk öyküsünü anlatıyordu. Ben filmi izledikten sonra Leon'un bir çiçek olduğuna karar verdim. Çünkü filmin sonunda Leon'un her yere yanında taşıdığı çiçek, Leon, devletin kolluk güçlerince öldürülünce küçük kıza kalıyordu. Küçük kızda onu okulun parkına ekiyordu. Kropotkin'in yıllar önce yine Engin'den işittiğim şu sözlerinin anlamını şimdi daha iyi kavrıyordum. Şöyle ifade etmiş Kropotkin; "Çiçek çiçekleyecek, çiçeklemek çiçek için ölüm bile olsa." Sofrayı kaldırırken anneme arkadaşımın bunu saymadığını bir gün mutlaka ikimizi de beklediğini söyledim. Bulaşıklardan sonra anneme ve kendime orta şekerli bir kahve yaptım. Doğrusu Engin'in kendi gibi esrarlı olan şu kadın yoldaşa hazırladığı kitapçığı merak ediyordum. Fakat okumayı ertesi güne bıraktım. Duş alıp yatağa uzandım ve başımı yastığa koyar koymaz da uykuya daldım...


Sahiden de, her zaman çiçek çiçekleyecek... Mi? ...

Gece bir ara susadığımı hissettim. Su içmek için kalktım, mutfağa gittim. Dolaptan su kabını çıkarttım, masada duran su bardağına suyu doldurduktan sonra su kabını buzdolabına tekrar koydum. Suyumu içtiğimde, "Yarasın" diye bir sesle irkildim, az kalsın sürahi ve bardağı yere düşürecektim. "Korkma benim Engin." İşte Engin yine karşımdaydı. "Ankara dışına gitmişsin, eğlendin mi bari" dedi. "Evet, eğlendim" dedim. "Sinema'ya gittik, Leon isimli bir filmi izledik." "Ya ne güzel, bende izlemiştim, küçük kız çok az konuşan Leon'a bir soru soruyor, diyor ki; ‘hayat her zaman bu kadar zor mu, yoksa çocuklukta mı böyle', Leon ise tek bir sözcükle yanıtlıyor, ‘her zaman' diyor. Evet, hayat her zaman zordur. Öyle değil mi?" dedikten sonra, elimden tutarak "Gel benimle" dedi. Yine yaşadığım dünyadan uzaklaşmıştım. "Bak bugün işçi ve emekçiler bir devrim gerçekleştirdi. Biz devrimciler sadece yol gösterici olduk. Çoğu kez onlar bizden daha aktif, daha inançlı ve iradeli davrandılar. Binlerce ölü verdiler, bizde yüzlerce ölü verdik. Devrim sürecinde ölen tüm devrim savaşçılarını, şu karşıda gördüğün delik deşik olmuş duvarın altına ve etrafına gömdük. Şu siyah granit kayaya kızıl yakuttan harflerle tek tek isimlerini kazıdık. Seçtiğimiz renklerdeki niyetimiz şuydu. Siyah bir zemin seçtik, çünkü siyah bizim için insan ruhunun karanlığını temsil ediyordu. Sonra kızıl harfler seçtik bu da bu insan ruhunun karanlığının aydınlığa çıkması için, kanın kızıllığına ihtiyacı olduğuna bir göndermeydi… Ve sonunda başarıldı. İnsanlık on binlerce yıllık karanlığının esaretinden, devrim için savaşta kanını son damlasına kadar akıtarak bu aydınlık günleri kazandı. Hatırlarsan hep tekrarladım, imkânsız diye bir şey yoktur diye. İşte şimdi o imkânsız denen günleri yaşıyoruz. Tüm kenti, tüm ülkeyi ve tüm dünyayı değiştireceğiz. Sadece bu doğal anıtlar beklide hep sabit kalacak ve beklide bir gün veya an an yok olup gidecekler. Bu anıt haricinde ne bir heykel ne bir ideol olacak insanların hayatında. Hiçbir mezar ve mezar taşı da istemiyoruz. Ölülerimizi yakacağız ve küllerini savuracağız toprağa. Şimdilik tek amentümüz bu… Devrim gerçekleşmesine rağmen hâlâ ikili bir iktidar var. Kısa zamanda bu ikili iktidardan birisi gerçek iktidara tam olarak hâkim olacak. Bir kısım eski yol arkadaşlarımız, işçi ve emekçilerin kendi iktidarını kurmalarının maddi temellerinin henüz oluşmadığını söyleyerek, karşı-devrimci iktidarı destekliyorlar. Biz ise işçi ve emekçilerin kendi iktidarlarını kuracak güce ve bilince sahip olduklarını söylüyoruz. Hemen hemen işçi ve emekçilerin tek destekçisi biziz. Bugün devrimi gerçekleştiren sınıfların temsilcilerinin oluşturduğu mecliste bir oylama gerçekleşecek. Tüm toplumun geleceğini belirleyeceği için çok önemli bir toplantı bu. Henüz doğrudan demokrasi yolları tıkalı ama zamanla buda yerleştirilecek. Paris Komünü’nün ilkelerine sadık bir işçi demokrasisini idealize ediyoruz. Bu oylamanın sonucuna göre mevcut geçici iktidar, iktidarı ya işçi ve emekçilere teslim edecek ya da işçi ve emekçiler bir dahaki sefere kadar iktidarın dışında kalacaklar. İşte şu binada devrimi gerçekleştirenlerin temsilcileri tarafından bir oylama gerçekleşiyor. Bak bak işte sonuç açıklandı… Evet, bir kez daha işçi ve emekçiler iradelerini kendi iktidarlarından yana kullandılar. Artık yeni bir dünya kuruluyor. Bu devrim günlerinin başlangıcında biz bir avuç komünist, devrimin işçi ve emekçilerin elinden alınmasına canımız pahasına engel olmaya ant içmiştik. Bu süreçte hem eski egemen iktidar bloğuna, hem de kendi içimizdeki işbirlikçilere karşı bir iç savaş döneminden geçeceğimizi biliyorduk. Hatırlarsın 1 Mayıs gösterilerinde çıkan çarpışmalarda bulunan birçok dostu tanıyorsun. O dostlarımızdan maalesef birçoğu artık yaşamıyor. Hayatta kalanların birçoğu bizimle birlikte mücadele ediyor. İşte ezilenlerin on binlerce yıllık özleminin ürünü bu, bugün iktidarın işçi ve emekçilerin eline verilmesini tescil eden bu kararla birlikte, artık bu devrimi, bu politik devrimi, toplumsal devrimle taçlandırma sürecine girmiş bulunuyoruz. Ve artık hiçbir çocuk, hayat bu kadar zor mu demeyecek." Tüm bunlar olurken kentteki hummalı hareketlilikle birlikte biz de deviniyorduk. Tüm kentte ve ülkede işçi ve emekçilerin o güne dek lüzumu olmadıkça pek ortalıkta görülmediği köşelerine dek yayıldığını görüyordum. Kentler ilk kez kendini yaratanlarla, imar edenlerle kucaklaşmıştı. Devrim sürecinde savaşarak ölenlerin anısına sunulan anıta bende bir demet karanfil bırakmak istediğimi söyledim. Bana ilk rastladığımız yerden bir demet karanfil aldı. Anıta bu karanfili koyarken içinden bir tanesini seçerek saçıma taktı. "Artık geç oldu seni eve bırakayım" dedi. Şimdi evdeydik. Bana "iyi uykular, sonra tekrar görüşürüz" dedikten sonra kayboldu. Odama gittim, karanfili başucumdaki vazoya koydum ve yattım...


Denemelisin, denesene, deneyeceğim...

Ertesi gün komşuların ziyaretinden kitapçığı okumaya fırsatım olmadı. Çok geç bir saate paketi açtım. Kitabın asıl kapağını örten beyaz bir kâğıt üzerine içi boş siyah harflerle yan yana ve alt alta sıralanmış “serseri şair” yazıları ile düzenlenmişti. Asıl kapak ise kırmızı fon kartondan yapılmıştı. İç sayfada “Serseri Şair, Şimal Yıldız, 1998–2002” yazıyordu. Daha sonraki sayfada “Çok Hoş ve Tatlı Bir Şeydir” başlıklı 9 sayfalık bir metin vardı. Engin Işık olarak imzalanmıştı. İronik bir dilde yazılmıştı. Yazı bittikten sonra ise şiirler başlıyordu. Elimde tuttuğum 48 sayfalık bir kitapçıktı. Doğrusu baya özenilerek hazırlanmış bir kitapçıktı. Ki Engin’den de bu beklenirdi. Merak ettiniz ise birlikte okuyalım:

(Metin-7)
     
Ne anlamlı şeyler yazmışsın, ne içten şeyler yazmışsın, ne kadar da kendin gibi şeyler yazmışsın. Ve noktayı koymadan, yüreğini eline alarak, o muzipçe gülümseneni takınarak, bir gölge gibi kaybolmuşsun. Bilirim sen bir yörüngeye bağlı kalmazsın. Sen birçok hayatlar yaşarsın, yaşamalısın da. Çünkü bu sensin Engin Işık. Yani bir deniz gibi engin, ışık gibi sonsuz. Sen hep “Rüzgâr kanatlı atlılar”dan biri olmalısın. Düşsen de ah çekmezsin bilirim. Sabaha kadar pencerenin önünde. Ne güzel de taklit ederdin iki gözlü gecekondunuzun tek lüksü olan Siyah/beyaz TV’de çocukken seyrettiğin filimdeki yaşlı komünist kadını. Bu kadının, (Ekim Devriminin 72’nci yıldönümünün 2 gün sonrası). 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarının yıkılışının ertesi günlerinde, yeni bir dünyaya açılan Doğu Almanya’da torununa tarif ederken ki insanı; “İnsan bir yıldızdır bak kollarını ve ayaklarını iki yanına aç gördün mü işte yıldız” İnsanı simgeleyen yıldızlara bakarak ve kâh hüzünlenip ağlayarak, kâh neşelenip gülümseyerek uykuya dalmışım...


Şafakla gelen… Her yeni gün…

Yeni bir dünya doğuyordu. Kızıl bir şafakla gelen yeni bir gün. Kahvaltımı yaptıktan sonra kitapçığı aynı paket kâğıdına sarıp soluğu adını yeni öğrendiğim Şimal’in çalıştığı işyerinde aldım. Ben yanına uğradığımda dükkânı yeni açmış, temizlik yapıyordu. Bu kitapçığı benimle paylaştığın için teşekkür ettim. Kitapçık hakkında düşüncelerimi kendime saklamak istediğimi söyledim. Ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Nedendir bilmiyorum ama daraldığımı hissetmiştim. Tüm günümü şehrin sokaklarını aşındırmakla ve kitapçıkta yazılanları düşünmekle geçirdim. Eve geldiğimde o kadar halsizdim ki. Anneme erkenden yatacağımı söyledim ve odama geçip yatağıma uzandım. Ama gözümü bir damla bile uyku tutmamıştı. Sabaha doğru uykuya daldığımı belli belirsiz hatırlıyorum…

İki gün boyunca ateşli bir şekilde yatmışım. Annem telaşlanıp eve bir doktor çağırmış. Doktor ateşimi kontrol ederek anneme son günlerde ne yaptığımı sormuş. O da bir arkadaşımı ziyaret için şehir dışına gittiğimi söylemiş doktora. Doktor da hava değişimine bağlı bir rahatsızlık geçirdiğimi, kısa sürede iyileşeceğimi söylemiş. Bunları hatırlamıyorum…

İkinci gün akşama doğru gözümü açtığımda Annem yanımdaydı. Bana sevinçle ışıldayan gözlerle “Geçmiş olsun kızım” dedi. Kendisi hissettirmemeye çalışsa da gözlerinden benim için ne kadar çok üzüldüğünü az çok okuyabiliyordum. Bana hemencecik sanki hep bu anı bekliyormuşçasına sıcacık bir çorba getirerek yudum yudum içirmeye çalıştı. Çorbadan sonra ise doktorun verdiği ilaçlardan içirdi. O kadar şefkatliydi ki. Sonra tekrar daldığımı hatırlıyorum…

Ertesi gün kendimi daha iyi hissediyordum. Salondaki kanepeye taşınmış ve artık ziyaretçi bile kabul edebiliyordum. Erkek arkadaşım Arda ve peşi sıradan da sözleşmiş gibi Şimal uğradı. Çok sevinmiştim. Annem “Kusura bakma kızım sen sayrılı şekilde yatarken Arda sık sık eve geldi, Şimal ise iki defa aradı ama ben sana telaşımdan iletemedim” dedi. Her ikisine de teşekkür ettim. Özellikle Şimal’e çünkü onu bir daha görebileceğimi tahmin etmediğimi söyledim. Ama şu an gerçekten de çok mutlu olduğumu söyledim. O da bu tahminim için yerinmediğini bilakis bu ilgim için kendisinin de sevindiğini söyledi. Bu arada annem çayları hazırlamıştı bile Arda ve Şimal anneme fırsat bırakmadan çay servisi işini ellerine aldılar. Şimdi evi şen şakrak bir sohbet havası kaplamıştı. Yaradılışımda yıldızımın bu kadar düşük olmasına hep birlikte sitem ettik. Ama bu sayede yeni bir dost elde etmiştim. Bu dostum Şimal’di ama benim Şimal ile Arda’yı tanıştırmama gerek kalmadan onlar yıllardır birbirlerini tanıyan iki dost gibi bu ayrıntıyı çoktan geçmişlerdi. Aramızda sadece Engin yoktu. Annem ikisini de akşam yemeğine kalmaları için ısrar etti. Annemin ve tabi ki benim de ısrarlarına dayanamayarak bir şartla kabul edebileceklerini söylediler. Yemeği hep beraber hazırlamak kaydıyla. Annem de bu isteklerini kıramayarak pes etmek zorunda kaldı. Şimal bize tıpkı Engin gibi güzel bir makarna ve bol sirkeli bol limonlu bir çoban salata hazırladı. Annem güzel bir köy tarhanasından çorba yaptı. Arda’ya ise sofrayı hazırlamak düştü. Ben ise yattığım yerden çenemle onlara eşlik etmiştim. Yemeği yedikten sonra Arda ve Şimal Annemi atlatıp bulaşıkları paylaştılar ve eh bize müsaade diyerek vedalaşma vaktinin geldiğini söyleyerek geldikleri gibi gittiler. Annemle yine yapayalnız kalmıştık. TV seyretme alışkanlığım olmamasına rağmen zaman geçirmek için TV’yi açmış ve kanallar arasında geziniyordum. Hemen hemen tüm kanallarda en rezilinden magazin programları ve düşük kaliteli yerli ve yabancı filimler vardı. Bir ara dalmışım. Gözümü açtığımda karşımda Engin’i buldum. Rüya görüyorum herhalde diyordum ki, sıcacık elini alnımda hissettim. “Bugün gayet iyisin. Annen yoktu. Birkaç kez geldim sayrılı bir şekilde yatıyordun. Dostlar da seni merak ettiler. Sana bol bol selam söylediler” dedi. Ben hala rüyada olduğumu sanıyordum ki ona dokundum. Evet, bu bir rüya değildi. Capcanlı olarak karşımda duruyordu. O muzip gülümsemesiyle oydu işte o Engin. “Beni düşündüğünüz için teşekkür ederim” dedim belli belirsiz. “Sanırım hava değişiminden olacak, hep böyle olur, ne zaman bir seyahatten dönsem hastalanırım işte. Yıldızım düşük doğmuşum” diyerek geçiştirdim. Ama son cümleyi söylerken hafifçe gülümsemiştim. “Biliyorum” dedi Engin. “Sanırım bugün Şimal ve Arda ile de bu konuda yaradılışına sitem ediyordunuz” dedi. Şimal’in adını hecelerken gözlerinde hüzün vardı. Ama hemencecik kaybolan bir yel gibi bir şeydi bu hüzün. Sonra “Bak ne güzel bir manzara değil mi?” dedi. Tebessümle ve coşkulu bir ses tonuyla söylemişti. Tam da bu esnada evde olmadığımızı fark ettim. Gerçektende bulunduğumuz yer çok harikaydı. Fabrikalar, tarlalar, atölyeler, sokaklar, alanlar insanlarla doluydu. İnsanlar hem çalışıyor hem eğleniyorlardı. "Bir fotoğrafını çekmemi ister misin, sonra sen de benim bir fotoğrafımı çekersin olmaz mı?" Dedi. "Peki" diyerek fotoğrafımı çekmesine razı oldum. Uygun bir açıdan tüm bu sanki bir bayram yeri gibi cıvıl cıvıl yaşamı içine alacak bir biçimde fotoğrafımı çekti. Sonra ben onu bu yaşamın ne içinde ne dışında olabilecek biçimde fotoğrafladım. "Son zamanlarda fotoğraf çekmeye merak sardım. Burada iş zamanımızın çok kısa bir dilimini alıyor. İş dışında herkes hemen hemen her konuda ilgisi dâhilinde bir şeylerle uğraşıyorlar. Kadınlar, erkekler, çocuklar ve kadın erkek yaşlılar özgürce yaşamını sürdürüyorlar. Herkesin üstünde uzlaştığı yazılı olmayan bir sözleşme var. Hemen hemen her karar tüm topluluğun bireylerince ortaklaşa karara bağlanıyor. Ne şef var nede serf. Kadın, erkek, çocuk ve yaşlı hiç kimsenin üzerinde angarya yok. İç savaş yıllarında çok acılar çektik. Omuz omuza devrim için savaştığımız birçok kişi, grup ve parti ikili iktidar döneminde iktidarın işçi ve emekçilere geçmesiyle birlikte bize karşı, karşıdevrimle birlikte ittifak kurup savaştılar. Bu süreçte hemen hemen tek başımızaydık. Ama işçi ve emekçi halk bir defa haklı davasına inanmıştı ve sonunda birlikte tüm karşı-devrimci güçleri yendik. Ve işçi-emekçi cumhuriyetinin kuruluşunu gerçekleştirdik. İşçi ve emekçilerin üstün gayretleri sonucu, kısa sürede çok büyük atılımlar gerçekleştirildi. Dünyanın diğer bölgelerindeki mücadelelere, ne kadar zor durumda olursak olalım desteğimizi sunduk, kısa sürede karşı-devrimci kuşatmayı kırdık. Peş peşe devrimlerle, işçi-emekçi iktidarları yavaş yavaş karşı-devrimci kampı kuşatmaya başladılar. Eski egemen sınıfa ait en son kaleyi de ele geçirdikten sonra, sosyalist cumhuriyetler birlikleri sönümlenmeye başladılar, yüzlerce yıl sürdü, adım adım ilerlendi, yeni bir bilinç, yeni bir insan yine kendi deneyimleriyle var olmaya başladı. İşte bugün artık sınıfsız bir toplumda yaşıyoruz. Birçok dil ve birçok ırk olmasına karşın hiçbir üstün dil ve ırkın olmadığı bir toplum yaratıldı. Cinsiyet ayrımı da ortadan kalktı. Tüm ilişkiler, birliktelikler özgürce gerçekleştiriliyor. Hiç kimsenin özel mülkiyeti yok. Herkes her ihtiyacını karşılayabiliyor. Kıskançlık ve nefret gibi arkaik kavramları tanımıyoruz. İnsanla insan arasındaki yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasıyla eş zamanlı ilerleyen insanla doğa arasındaki yabancılaşmada alt edildi. İmkânsız olarak görüleni gerçekleştirmede kararlıydık." Bu sırada uçsuz bucaksız bir karanfil tarlasının yanından geçiyorduk, uzakta bir yerde bir duvar vardı. "Hatırladın mı? O duvarı hâlâ koruyoruz. Devrimci savaşımda öldürülen yoldaşların anıtı ve bu anıtın etrafını karanfil tarlasına çevirdik." Ve tarladan kızıl bir karanfil kopartıp saçıma iliştirdi. Sonra. "Gel seni evine bırakayım" dedi.
Şimdi kanepede karşılıklı olarak oturuyorduk. Bu arada annemde içeriye girdi. Engin "Merhaba teyze sizi rahatsız etmiyorum ya" dedi. Annem "Ne demek oğlum ne rahatsızlığı" dedi. "Zaten bizde seni merak ediyorduk." "Bir saat önce Arda’yla, Şimal'de buradaydı" dedi. "Ya öyleymiş dedi." Ve çantasından elde yapılmış bir çerçeve içerisinde bir fotoğraf çıkarttı. Biraz önceki yerde çekilmiş fotoğrafımdı bu. Sanki ben dâhil herkes capcanlıydılar. Bana oradan el sallıyorlardı. Hatta şarkıları ta buraya kadar ulaşıyordu diyebilirim. Teşekkür etim. Ve bana "Biliyor musun bilmem ama beni askere polis zoruyla götürmüşlerdi. Evden bir gece yarısı almışlar karakolda bir süre tutmuşlar ve birliğime teslim etmişlerdi. Bir yılbaşı gecesi askerdim. Ama neyse o günler geride kaldı" dedi. "Bana askerde 'ağbi' diye hitap ederlerdi. Çünkü onlardan en az 10 yaş ihtiyardım. Çocukların ısrarına dayanamayarak birlikte bir fotoğraf çektirmiştim. Bu fotoğrafları eve postalarken bir mektup kaleme almıştım. Hâlâ hatırlıyorum. Ama önce bize Engin usulü bir çay demleyeyim" dedi. Ve mutfağa yöneldi. Çay demlenene kadar bizi merakta bırakmakta elinden geleni yapıyordu. Sonra çaydanlığı ve çay bardaklarını alarak "Nerede kalmıştık" diyerek söze başladı:

Merhaba Anneciğim, Babacığım, kardeşlerim ve Dostlarım,

Fotoğraf falan da olmasa sizleri arayıp soracağım olmuyor sanmayın, Sizleri sık sık anıyor, anımsıyor ve imkân dâhilinde olduğu müddetçe de arıyorum. Kâh mektupla olmasa da telefonla. Nasılsınız? Ben olabildiğince iyiyim. Yani burada olunabildiği kadarıyla. Gerçi bunu sık sık dile getiriyor, yazıyorum ama olsun. Şu geçen zamana dair elimde olan tek iyi düşünce bu. Bu mektupla elinize geçecek olan fotoğraflar Efes tatbikatı öncesi yüzme eğitimi çalışmaları sırasında çekildi. Tarih 28'le 30 Mayıs'a tekabül ediyor.
Fotoğraf dedikte fotoğraf: içinde bulunulan zamanın küçük bir anını yansıtır. Doğal ortam içinde "çekilen" elde edilen fotoğraf kurgudan yoksundur ve gerçeği yansıtır. Kurgu ise şu elinizdeki fotoğraflarda olduğu gibi yapaydır. Bu fotoğrafları bu şekliyle okumak gerekiyor. Hayatta da çoğunlukla kurgular dolayımı ile var olma mücadelesi sergilemiyor muyuz? Her ilişkimizde oldukça yapay değil miyiz? Tıpkı şu fotoğraflar gibi. Peki, doğallık mümkün olmaz mı? Buna şimdilik pek yanıt veremiyorum. Ama olası diyebilirim. Özeti şu ki, varım demek yetmiyor, varlığını diğer ben varım diyenlerle paylaşıp hep beraber kaynaşmak gerekiyor.
Hayatımızın geçip giden yılları, anları hepsi de birer gerçektiler. Ama şu yaşananlar. Oysa bu yaşadıklarımız da birer gerçektir ve acıları da sevinçleri de gerçekten ve doya doya yaşıyoruz. Anımsayıp hüzünlenen, anımsayıp tebessüm eden de yine bizleriz. Biz ufak insanlar. Dünyası incir çekirdeği ile sınırlı, uğraşısı incir çekirdeği ile yoğun biz insanlar. Bu insanlar şimdilerde ağız dolusu gülemiyor. Oysa...
Fotoğraflar korkunç, baktıkça korkuyoruz. Hayatta da bazen ve sıklıkla öyle değil mi? Korkularımız korkmaya dair olsa. Korkmaktan korksak, koktuğumuzu alt etsek. Alt ettiğimiz kendi iğrenç bencilliğimiz olsa. Bencillikten, bencillerden korkmayıp sıyrılsak, alt etsek...
Fotoğraf umuttur. Umut ise her yerde, umut mukadder, mukadder olan ise hiç de kader değil, birer gerçek.
Buradan baktığınızda siz ailemin ve önemlisi siz dostların fotoğrafları net değil. Flu. Neden böylesine flu biliyorum. Bildiğim her şey beni hüzünlendiriyor. Hüznün sonu ise yeni bir serüven, yeni bir hayatın başlangıcı. Amaç şimdilik hüzünlenmekten ıraklaşmak, arınmak, ola ki sonuç umduğumuz gibi olsun. Çünkü hayatta sıklıkla karşımıza çıkan ummadıklarımız değil mi? Ummadığımız şeyler ne kadar az ise o kadar mutlu olacağız. Daha az ummakla dolu günlere selam olsun.

"Bu kadar gevezelik yeter, sana geçmiş olsun Cemre, kendine iyi bak" dedi. Anneme de "Hoşça kal teyzeciğim" diyerek kapıya yöneldi. O kapıdan çıktığında bende yeniden uykuya dalmıştım bile...



Oysa ne kadar kolaydır... Birazcık zorluklara göğüs gerebilsek...

Ertesi gün artık kendimi tamamen iyileşmiş olarak hissediyordum. Ama annem birkaç gün daha bana iş yapmayı yasakladı. Annemin hayattaki tek yakını bendim. Babam beş yıl önce kanserden ölmüştü. Evin tek çocuğu bendim. Annemin güzel kızı Cemre...
Söz verdiğim halde gençlerin tiyatro çalışmasına katılamamıştım. Merhaba kültür merkezine bir Perşembe günü uğradım. Beni gayet hoş bir şekilde karşıladılar. Benden izlenimlerimi almak istediklerini söylediler. Ben de gayet güzel bulduğumu söyledim. Birlikte çok güzel bir çay içtik. Oyunu iki hafta sonra sahneye koyacaklarını ve beni de özel olarak davet ettiklerini söylediler. Bende teşekkürlerimi sunarak, çalışmalarında başarılar dileyip oradan ayrılmak üzereydim ki, kapıdan Engin girdi. Herkese merhaba dedikten sonra, bana "Ne tesadüf sende mi buradasın, iyileşmiş ve kendini toparlamışsın. Bu oyunu gençlere sen tavsiye etmişsin. Kurgulamak ta bana düştü. Nasıl beğendin mi?" dedi. Çok beğendiğimi söyledim. Ama artık gitmem gerektiğini söyledim. "Güle güle Cemre, ben iki hafta sonra ki temsilde olamayacağım ama muhakkak gel" dedi...
İki hafta sonra oyunu izlemek üzere Merhaba Kültür Merkezine gittim. Oldukça kalabalık ve coşkulu bir seyirci kitlesi vardı. Gençler beni herkese övgüyle tanıştırıyorlardı. Engin'in dostu, bizim de dostumuzdur diyorlardı. Oyun oldukça ilgiyle ve alkışla karşılandı. Ben oyun sonrası izin isteyip ayrıldım. Bana Engin'in eğer oyunu izlemeye gelirsem şu karanfili vermelerini tembihlediğini söyleyerek bana bir karanfil verdiler...

Hep vardı... Yanı basımdaydı...

Bir gün Enginlerin evine uğradım. Kapıyı Engin açtı. Doğrusu şaşırmıştım. "Merhaba Cemre, içeri girsene" dedi. Bende ona "Merhaba" dedim. Bana çalışma odasına geçmemi, ocağa çay koyacağını söyledi. Odası son gördüğüm biçimdeydi. Masasının üzerinde birkaç kitap yığılıydı. Ama bilgisayarı ve o siyah daktilo yoktu. "Daha önce gelmiştin, pek bir değişiklik yok geç bir yere otur" dedi. "E anlat bakalım ne yapıyorsun" diye sordu. Bende ona bu süreç içerisinde oldukça garip, şaşırtıcı ve hoş şeyler yaşadığımı anlattım. Ve Şimal'in bana okumam için verdiği şu meşhur kitapçığı okuduğumu söyledim. "Ya sahi mi, nasıl buldun" diye sordu. Bende ona çok güzel bulduğumu söyledim. Ancak merak ettiğimi, neden artık Şimalle görüşmediklerini" sordum. Bir an için daldı ve sonra gülümseyerek. "Biliyor musun sanırım özdeyiş doğru 'zaman en iyi ilaçtır'" Sonra konuşmayı bambaşka konulara yöneltti, umutlarından, hayallerinden, düş kırıklıklarından ve her şeye rağmen mücadeleden bahsetti. Bunları o kadar içten ve inançla söylüyordu ki. Heyecanlanıyor. Ayağa kalkıp taklit etmeye çalışıyor. İlgili kitapları bulup tek tek okuyor. Resimlere, şemalara, krokilere başvuruyor. Anlatıyor, anlatıyordu. Tüm bunların arasında iki defa çay demlemişti. Peş peşe çayını yudumluyordu. Bana ekmek arası bir şeyler hazırladı. Ve saatler süren bu sohbet sonunda "İşte Cemre 'zaman en iyi ilaçtır' anlıyor musun" dedi. "Evet, Engin anlamak istiyorum" dedim. Gülümseyerek, "İyi sevindim, en azından anlamaya çalışacağını söylemekte bir şeydir" dedi. "Ben artık kalkayım" dedim. "Bana geldiğin için sevindim" dedi. "Bana her konuda hiçbir sıkıntı ve kuşkuya kapılmadan gelebileceğimi" söyledi. Al bu karanfil senin olsun, bir süre eve uğramayacağım burada solmasın" Anneme ve Arda'ya ve karşılaşırsam Şimal'e selam söylememi salık verdi. Sonra bana apartmanın kapısına kadar eşlik etti. "Paran var mı?" diyerek elime bir miktar para tutuşturdu ve gülümseyerek "Borcun olsun" dedi. Ben de "Tamam, dediğin gibi olsun" dedim...


Zaman en iyi ilaç... Mı? ... Yıllar Sonra...

Onun hakkında söyleyebileceklerim bu kadarla sınırlı, çünkü o günden sonra Enginle yıllarca karşılaşamadım. Ailesi de nerede olduğunu, ne yaptığını bilmiyordu. O sanırım, o komünist toplumla, bu gün arasında mekik dokuyordu...
Bu arada Arda ile ben evlendik. Şimal'de Arda’nın arkadaşı Ulaş’la evlendi. Bizim bir oğlumuz ve kızımız oldu, adlarını Engin ve Işık koyduk, Şimallerin ise çok istemelerine rağmen çocukları olmadı. Bizim gecekondunun yerini bir müteahhide kat karşılığı vererek iki daire karşılığı bir apartman inşa edildi. Bir dairesine de Şimaller taşındı… Bu yılbaşı gününü hep beraber kutlamak için bizim evde toplanacağız. Ben bu akşam için gerekli alışverişi yaptıktan sonra eve yeni geldim. Özür dilerim kapı çalındı. Bana birkaç dakika izin verirsiniz değil mi?



Fazla bekletmedim sanırım. Kapıyı açtığımda, kızıl saçlı bir kız kurye benim adıma bir paket olduğunu söyledi. Paketi alıp ilgili yeri imzaladım. Paketin gönderildiği yerde bir pul vardı. İlginç bu puldaki resmi hatırlıyorum. O Engin'in odasındaki duvardaki resmin aynısı. Ama paketin gönderildiği bu yerin yaşadığımız bu dünyanın neresinde olduğunu çıkartamadım. Ofir diye bir yerden gönderilmiş. Tabi ya şu meşhur Ofir ülkesi. Hani şu Engin'in bahsettiği Hazreti Süleyman'ın kullarını yolladığı dünyanın en güzel hazinelerinin bulunduğu, neresi belli olmayan yer. Böyle bir yer varmış demek… O zaman bu paket Engin'den olmalı. Hemen paketi açayım… Paketin içinde, ikinci bir paket ve bir fotoğraf var, bu benim yıllar öncesinde çektiğim Engin'in bir fotoğrafı. Arkasında ise bir not var. Notta;

"Merhaba Cemre, ben Engin lütfen bu hediyemi kabul et. Daha doğrusu bu hediyem size, hepinize yılbaşı hediyem ve saat 24.00’de açın, şimdiden mutlu yıllar"

Diye yazıyor. Paketi yılbaşı masasının ortasına yerleştireceğim. Bakın Arda, Şimal ve Ulaş'da geldiler. Bir süre sonra Oğlum Engin ve kızım Işık’ta gelir...

Yeni bir yılı karşıla...

O gün gayet güzel eğlendik. Oğlum Engin gitar çalıyordu, kızım Işık ise o güzel sesi ile şarkılar söylüyordu. Bizde ara sıra şarkılara katılarak söyledik, hep beraber şarap içtik, kadeh kaldırdık, ama hepimiz masanın ortasını işgal eden Engin'in kendisi gibi esrarengiz hediyesini merak ediyorduk. En çokta Engin ve Işık. Çünkü kendilerine isim ‘babalığı’ eden bu esrarengiz kişiyi onlarda merak ediyorlardı. Bende geçenlerde yeni yıl kartı almak için çarşıda dolaşırken gözüme çarpan bir kartpostaldaki şiiri okudum onlara. Şiir “Kardan Adam Bu Dünya” ismini taşıyordu. İsmini daha önce hiç duymadığım Umut Erkan Şirin adlı Genç bir şaire aitti. İsterseniz sizinle de paylaşayım.

KARDAN ADAM BU DÜNYA

Umut Erkan ŞİRİN

Ekmekten önce başladı özgürlük
Kavgamız.
Acılar ki tutuşmuş yeryüzünü
Yakarken
Bulutlarda çırpındı kanatlarımız
Öfkelerimiz de oldu
Yassı bir çakıl taşı ile fırlattık
Kaygıları azaltıp umudu arttırdık
Sürekli
Hiç vazgeçermiydik yaşamdan
Ellerimizde karanfil yerine
Başak başak buğday
Türkülerimizde devinen sevda değil
Özlemdi
Gökkuşağı bedenimizdeki giysi
Taşlardaki yosunlar gibi
Sarıldıkça sarıldıkça sarıldık
y a ş a m a
Kağnı tekerleklerinin izinde
Çimen tohum
Çoban kavalının deliklerinde
Titreşen ses
Kayaları çatlatan çiğdem kadar
Hakkımızdı yaşamak
Sonra sizler doğdunuz çocuklar
Umutlandık şafağı beklemeden
Alın! Bir dünya bırakıyorum size
Kardan adam değil
Ç o c u k l a r! ...

Saat 24.00’ü vurduğunda sevinçle birbirimizin yeni yılını kutladık. Ben "Kimsenin aksi bir teklifi yoksa bu paketi ben açayım, ne dersiniz" diye sordum. Ve paketi açmaya başladım. İçinden amatör bir ruhla hazırlanıp ciltlenmiş bir kitapçık çıktı. Kapağında kullanılan resim benim yeni yıl için aldığım kartpostaldaki resimdi. Kapağında "Ofir’e Yolculuk / Ya Da Bir Ofir Yolculuğu Anlatısı" yazıyordu… Heyecanla kitapçığın kapağını açtığımda ilk cümle;

“Ofir dostlarına... Bir gün tekrar Ofir yolculuğunda görüşmek üzere…”

Diye bir temenniyle başlıyordu. Hepimizi yine büyülemişti Engin. Ben kitapçığı kızım Işığa uzatarak bize tane tane okumasını istedim. Ve Işık kitapçığı okumaya başladığında bizler yine o eski zamanlara Engin ile yapmaya çalıştığımız yolculuğa yeniden başlamıştık. Yeniden ama bu defa daha bir bilinçli olarak…

BİTTİ mi?












METİNLER

Metin-1

Merhaba GÜL,

Mektubun bu akşam –16 Haziran akşamı – elime geçti. Hiç vakit kaybetmeden sana cevap yazmaktan kendimi alıkoyamadım. Teknolojinin hızla geliştiğinin sıkça dillendirildiği, çokça kullanılan bir deyimle dünyanın küçük bir köye dönüştüğü iddia edilen bir yüzyılın bu son yıllarında 26 Mayıs’tan 16 Haziran’a kadar bir mektubun yerine ancak ulaşması bu kendinden menkul aslan demagoglara iyi ve yerinde bir cevap olmalıdır. Neyse şimdilik bir kalem geçelim.

Sana nasılsın diye sormuyorum. Zaten mektubun bana ne halde olduğunu anlatıyor. Kapitalizm kendisini bencillik üzerine kuruyor. Bireyin özgürlüğü ve o derecede de köleliğinin adeta kurumsallaştığı bir yapının adıdır da kapitalizm ve kapitalizm için en değerli şey bencil bireylerin sonsuz çeşitlilikte serpilip boy vermesidir. Ki, biz komünistler ilk önce bu mevcut kapitalizmin tanrısallaştırdığı bireye, “saf birey” olarak önem addetmekle beraber, bireyin toplumsallığına vurgu yaparak, toplumsal bireyi/toplumsallaşmış bireyi önemsiyoruz. Ki geleceğin sosyalist/komünist toplumu, toplumsal birey ve aynı anlama gelmek üzere toplumsallaşmış bireylerin kolektif dünyası olacaktır. Kafa ile kol, kır ile kent, kadın ile erkek, doğa ile insan, ezen ile ezilen ikili ilişkilerinin bir kez daha geri dönülmemek üzere sönümlenebilecektir. Eğer bir altın çağ aranıyor ise bu bugünden başlayarak bu zamanlarda aranmalıdır.
     
Son zamanlarda sıklıkla şu paradoksla karşı karşıya kaldım. “Herkes durduğu yerden bakar.” Evet, tüm hata paylarını geri plana atarak bunun paradoksun doğru olduğunu varsayarsam, -yani durduğum yerden bakarak- bu mektubu sana yazmamam gerekiyordu. Fakat senin şu anki düşüncelerin senin de ifade ettiğin satırlarla “18–20 yaşlarında hissettiklerimi hissetmiyorum, artık ailemi kendimi düşünüyorum öncelikle” deme noktasına getiren hatta “Geçen yıllar her şeyi olduğu gibi, bende de çok şeyleri değiştirdi. Öncelikle bazı kişi ve düşüncelere karşı güvenim sarsıldı. Kişilere daha çok.” Bu sözleri sarf edecek kadar bir aşamaya yol açan pratik faaliyetin, aynı zamanda benim de pratik faaliyetim olduğu bilgisiyle düşündüğümde, acaba hata neydi, neredeydi. Ben bugün içinde bulunduğum konumdan daima yeniyi yaratmak için sıçramalar çabasında iken, ya Gül arkadaş neden bu kadar -ki sen kendini karamsar olarak nitelemesen de- karamsarlık bataklığında çırpınıyor diye düşünmeden edemiyor insan. Elbette ki yukarıda da ifade ettiğim gibi bu satırları durduğum yerden yazıyorum. Ve elbette ki her insanın düşünce ve faaliyetini belirleyen içinde yaşadığı toplumsal çevresidir. Bu perspektiften bakarsak senin şu içinde yaşadığın mevcut toplumsal çevrenin yabanlığından bir nebzede olsa uzaklaşıp, deyim yerindeyse toplumsal ferahlığa, yeniden biz kez daha bende varım diyebileceğin bir çevreye kavuşman gerekiyor. Bu ise önceki mektubumda olduğu gibi bu mektup ve başka birçok yazışma ve bir araya gelişlerle, evrensel kardeşlik toplumu için mücadele yürüyüşünde yeni adımlarımızı bir kez daha yeniden ayarlayarak buluşabilmekle mümkün olacaktır. Ve bu adımlarımızla insanlığın evrensel kardeşlik toplumuna ulaşacağız. Buna tüm samimiyetimle inanıyorum. Aşağıdaki satırları okumaya geçmeden önce tüm yazdıklarımı bir kez de bu gözlükle okumanı tavsiye ederim. Yoksa aşağıdaki satırları okumaya geçme ve bu mektubu yırt/at/yak...

Tekrar Merhaba GÜL,

Alışılmış bir mektup sitilinden veyahut herhangi bir stildeki yazı türünden bağımsız olarak yazdığım için bağışlayacağını umarım. Bu mektupvari şey aslında hiçbir ve her bir düşüncenin tek bir yanına vurgu yapacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki, her şeyde olduğu gibi, düşünce de bir yumaktır. Tam ulaştım derken yeniden başlanılan...

Geçmiş politik mücadele hattımızın programatik olmasından çok, pratik faaliyetin icra edildiği zeminin özgünlüğünden ortaya çıkan ve başka bir biçimde ortaya çıkması da bugün bulunduğumuz yerden ele alınınca bu yaşadığımız kısırlıkların ortaya çıkması uzak da gözükmeyen bir faaliyeti ortaya çıkarttı. Bu hepimizin kolektif iradesiyle/iradesizliğiyle oldu. Bundan gocunmamak gerekiyor. Özellikle kadro, daha doğrusu insan malzememizin birkaç proleter haricinde çoğunlukla küçük burjuva/öğrenci unsurlardan oluşmasının bir sakıncasıdır ki, senin de iyi bir şekilde vurguladığın gibi “Bir takım çalışmalar içine girersin, omuzlarsın o işi an gelir de, ama ağzın laf yapmaz, demagojiyi beceremezsin, yaptığın işler görülmez, çok konuşup da hiçbir iş yapmayanlar takdir görür. Bir toplantıda bir arkadaş ‘eylem ile söylem birbirini tutmuyor, sorun burada’ demişti. ‘katılıyorum’ diye cevapladım onu, ‘ama bunu söyleyecek en son kişilerden biri sensin’ dedim, bozuldu bana, belki hatırlarsın. Hayatın her döneminde yalaka tipler vardır, okulda, sokakta, işyerinde, her yerde. Bunlar güçlü gördükleri ve de güçlü olanlara yaltaklanarak yaşarlar. Köşe başlarını tutmuşlardır, en iyi onlar yaşarlar, etkilidirler. Korkum o ki sistem değişiminden sonra ki yönetimlerde de bu insanlar olacaktır ve gene onlar yaşayacaktır en iyiyi. Asıl savaşanlar, can verenler, zulüm görenler geri planda kalacaktır, korkum bunlar.” Bu sonuçlara ulaşmak kelimenin en olumsuz anlamıyla mümkündür. Ancak şimdilik buraya kadar diyorum. Biz ya bu deveyi böyle gütmek istemiyorsak, bu diyardan çekip gitmekle de bir çözüme ulaşamayacağımızı kavramamız, kavraman gerekiyor. Ne yazık ki bugün kendisiyle birlikte sınıflı toplum yaşamını, insanlığın tarihinde bir daha geri dönülmeyecek biçimde ortadan kaldırma potansiyeline sahip olmak ülküsüne sahip çıkılması gereken proleterler ki bu proleter sensin, benim veyahut bir başka benzerimizdir. Kendi kurtuluşumuzun, yani emeğin kurtuluşunun politik araçlarını, teorisini, pratiğini hala bir başka “piç” sınıfın şu ya da bu biçimde kültüründen, yaşam biçiminden kopamamış ve kendisine “komünist”, “devrimci” sıfatlarını takan, ama gerçek komünistlerle, komünist devrimcilikle hiçbir alakası olmayan, güce tapan, yer yer ve çoğunlukla yalpalayan, bu piç sınıf olarak küçük burjuva “devrimci”lere alanı terk edersek, davaya sırtımızı dönersek, davanın yüceliğinden çok, bu şahsiyetlerin şahsiyetsizce yapıp ettiklerinden yola çıkarak mücadeleye ara verirsek, o zaman işte o zaman şu yukarıda senin mektubundan alıntıladığım sözcükler, sen mevcut deneyimlerinden ortaya çıkan mevcut bilincin ile kim bilir bir daha politik faaliyette bulunmaya bilirsin ama ya çocukların/çocuklarımız, torunların/torunlarımız ve senin ve benim bir benzerin/benzerimiz herhangi bir proletere karşı sorumluluklarımız. Onların da bu tip sorunları yaşamaması için, sınıf mücadelesine bir proleter komüniste layık şekilde atılması için olumlu ve olumsuz tüm deneyimlerimizi aşkın bir şekilde aktarmak, tarihe ve kişi olarak kendimize karşı sorumluluğumuz değil midir? Geçmiş politik mücadelemiz, her şey bir yana bu proleter ahlak-sorumluluğu bize emanet etmemeli mi ne dersin? Somut durumumuza bir de bu noktadan bakmak gerekiyor...

Homeros Anadolu’da yetişmiş bir eskiçağ tarihçi/ozanıdır. Kendi çağını aşarak evrenselleşmiştir. Homeros çoğunlukla İlyada ve Odeessa adlı iki tarihi-edebi eseriyle tanınır. O bu eserlerinde Troya savaşlarını anlatmaktadır. Savaşı kazananların geri dönüşünde tek bir hedefleri vardır, Itaki’ye ulaşmak. U-topia “ulaşılmak istenen”dir. Ulaşıldığı biçimiyle bu Itaki ülkesi bizim için Reel Sosyalizmin ta kendisidir aslında. Ulaşılmak istenen hedef devrim –ki bu bir politik devrimdir- asıl hedef yani toplumsal devrime yakınlaşamıyor ise devrimin hemen ertesinde yozlaşabiliyor. Proleterlerin mücadele aracı her şeyden önce bir niyetten çok bir gerçeklik olarak bu mücadele aracının -ki burada murad edilen komünist partidir- ulaşılmak istenen toplumun küçük bir modeli olabilmesidir. Paylaşımcılık, kader birliği, eşitlik, öz disiplin yani kısacası “hayatın hayatım, canın canımdır” ilkesi ile doygun bir karşılıksız feda duygusunun hayata geçirildiği, komünist bir organizasyon. Her organizma gibi canlı bir organizasyon olduğu ölçüde senin mektubunda altını çizdiğin aksaklıklar aşılabilir. Ancak asla sürecin dışında durarak değil, sürecin içinde sonuna kadar katkıda bulunup mücadele ederek. Itaki diyorduk, Ekim 1917’de proletaryanın politik devrimini işçi-emekçi insanlık olarak yaşadık. 1991’lerde ise emp-kapitalist sisteme eklemlenmesini de gördük. Tabidir ki, SSCB’nin yani proletaryanın bu Itaki ülkesinin yozlaştığını, bunun birçok alt etmeninin olduğunu, tespit etmek gerekiyor. Ancak en büyük sorun devrimin donması, ilerleyememesi vb. Bugünün devrimci sosyalistlerinin dinlenmemek üzere yürümeye karar verdiklerinin altını ısrarla çizmek gerekiyor. Dinlence bizim için Itaki’yi temsil etmeli, dinlenmemek ise Ofir olmalıdır. Ofir efsaneye göre Hazreti Süleyman’ın kullarını dünyanın en değerli hazinelerini bulmaları için gönderdiği ve nerede olduğunu kendisinin dahi bilmediği bir yerdir. Bu yer bizim için özgür toplumsallaşmış bireylerin serpilip geliştiği komünist bir dünya değil midir? Reel Sosyalist pratikten çıkarttığımız olumlu-olumsuz tecrübelerle biz bugünden birkaçta olsa geçmişe göre önemli adımlar attık, atıyoruz. Henüz proleter komünistlerin bu adımları, bir bebeğin acemiliklerini içerse de, zamanla tecrübelerimiz ve deneyimlerimiz artacak, işte o zaman asıl savaşanlar ile diğerleri arasında ayrışma kaçınılmaz olacak ve işte o zaman proleter komünist toplumsallaşmış bireyler olarak burjuvazi ve yardakçısı sınıflara ve içimizdeki işbirlikçilerle de, tarihi bir savaşım olacaktır. İşte o zaman için bu günden böylesine acemice de olsa adımlarımızı atıyoruz. Hic Rhodos, hic Saltha, İşte Rodos işte Arşın, burada atlamak gerek diyen Eosop’un deveye hendek atlatmanın, Rodos’a sıçramaktan daha kolay bir şey olmadığının kavranması olacaktır...

Şimdilik hoşça kal, sevgiyle kal, dostça kal...









Metin-2

Artık Onurlu Bir Yaşam İçin
SAVAŞALIM!

Şimal YILDIZ

Kitap okumayı sever misiniz? Aşk romanları, psikolojik, korku, komedi, sosyolojik, politik... Ne tür olursa olsun kitapların birer bilgi hazinesi olduğu gerçekliği kabul edilmiştir. Kitaplar; öğretir, bilgilendir ve bilinçlendirirler. Ve her insan okuduğu kitapta kendine ait bir şeyleri muhakkak bulur, kitabın kahramanı ile özdeşleşir, doğru ya da yanlışı bulmaya çalışır. Yalnız kitap okumak bir sanattır... Neden? Çünkü her insan kitap okuyamaz, okusa da öylesine okumakla, okumak arasında bayağı fark vardır. Okuduğunuz kitabın içeriğini kavramak, anlatmak istediği şeyleri özüyle anlamak ve onu yorumlamak bu noktada çok önemlidir.

Son zamanlarda kitap satışlarında bir yükselme olduğu kitapevleri ve el tezgâhlarında satış yapan arkadaşlar tarafından onaylandı. Ancak doğrulanan bir şey daha var; o da yine son zamanlarda satılan kitapların siyasi içerikli olması. Bu da demek oluyor ki artık insanlarımız hayatta neler olup bittiğini merak etmeye başladı. Örneğin son günlerde piyasaya yeni sürülmüş olan Ahmet Altan’ın “İsyan Günlerinde Aşk” adlı kitabı yoğun ilgi görüyor. Okunmak için alınıyor.

İşte bu kitaplar arasında okunması gerektiğine inandığım ancak el tezgâhlarında bulmanızın imkânsız olduğu Yücel Sarpdere’nin kaleminden yazılmış olan “Vatandaş Abuzer(*)” isimli kitabı. Bu kitap 1991 yılında Bursa’da yazılmış ancak 1992 yılında Evrensel Basım Yayım tarafından piyasaya sürülmüştür. Ve altı kez baskısı yapılmış olan bu kitap henüz hiç toplatılmamış. Kitap oldukça sade, tam bir halk diliyle yazılmış.

Şimdi kafanıza neden “İsyan Günlerinde Aşk” kitabı değil de, “Vatandaş Abuzer” kitabını ele aldığım gibi bir soru yöneltmiş olabilirsiniz? Açıklayayım; Kitap 12 Eylül 1980 darbesinin sıkıyönetimini, o dönemde bu ülkeyi yöneten politikacılarını ve bir de hiçbir siyasi görüşü olmayan vatandaş Abuzer’i anlatıyor... Ve kitapta geçen her bir olay günümüz Türkiye'si ile o kadar bağlantılı ki! Acı fakat gerçek ama sanki tarih tekerrür ediyor. Ve ne yazık ki o dönemi yaşayan, ama geçmişten ders almayan insanlar yine başımızda bu ülkeyi yönetip, bu ülke insanlarını her zaman olduğu gibi göz göre göre sömürüyorlar, öldürüyorlar... Ve bunu “Vatandaş Abuzer”i suçsuz yere cezaevine koyup, ona işkence edilmesine izin veren insanlar yapıyor.

Kimdir bu Vatandaş Abuzer? Dediğim gibi hiçbir siyasi düşüncesi olmayan, ancak her şeyden kendi deyimi ile ikiyüzelli gram anlayan, haklı ve haksızı çok rahat bir şekilde ayırdedebilen cahil, okumamış ama tatlı dilli, saf ve temiz kalpli biri... Aslında tamamıyla devlet yandaşı. Devletini ve ülkesini seven, onların çıkarları doğrultusunda konuşan, o tarzda hareket eden birisi. Ama her nedense onun söylediklerini ve yapmak istediklerini yanlış anlıyorlar. Bugün bizim söylediklerimizi ve yapmak istediklerimizi yanlış anladıkları gibi... Yani sözün kısası o günlerden bu günlere değin değişen bir şey yok! Ve bizler ise bütün bunları bile bile aynı cahil, beyinleri kalıplaşmış insanların bizi yönetmelerine izin veriyor, yapılan haksızlıklara karşı çıkmıyoruz.

Evet, onlar bizim söylediklerimizi ve yapmak istediklerimizi anlayamıyorlar... Oysaki o kadar onurlu bir yaşam istiyoruz ki. Bu ülke ve bu ülkenin insanları için! Hatta bize onca zulmü edenler için bile... Ama “çıkar” dünyası bunu görmelerini engelliyor...

Ölüm oruçları sürüyor.Bu yazıyı okuduğunuzda kim bilir kaçıncı günü olacak? Bugün 265’inci günü! Dün 28’nci insan şehit düştü. O ve ondan öncekiler gibi hepsi onurlarıyla, şerefleriyle öldüler/öldürüldüler.

Onlar onurlu bir yaşam için çocuklarının onurlarıyla büyüyebilmeleri için ölüyorlar, öldürülüyorlar! Hiç sormuyor musunuz kendinize neden ölüyorlar? Neden öldürülüyorlar? Ölmelerine neden göz yumuluyor diye! Neden onların istedikleri yasak? O kadar kötü bir şey mi insanca, onuruyla yaşamak? Ve kötüyse neden T.C.Devleti bu insanlardan korkuyor ve F tipi denilen o ölüm hücrelerine sokuyorlar? Neden, neden?

Evet, onlar onurlu bir yaşam için, çocuklarının onurlarıyla büyüyebilmeleri için ölüm oruçlarına yatıyorlar, ölüyorlar. İşkence istemiyorlar, sömürülmek istemiyorlar, adaletsizliği, eşitsizliği istemiyorlar...

Ve ölüyorlar.Bizlerde bunlara, yanı başımızda olup biten bu olaylara seyirci kalıyor DUR diyemiyoruz... (Sizleri bilmem ama benim her ölüm orucu şehidinde içim ürperiyor ve bu düzene küfredip, lanetler okuyorum. Ve ben bu insanlardan hiç birini tanımıyor ve görmüyorum. Yalnız onları, o ölüm orucu insanlarını onurları ile öldükleri için gözümde kutsallaştırıyorum.)

TV’lerde ve gazetelerde yayımlanan devletin kendi çıkarlarına göre yayımlattığı yalan haberleri okuyup izleyerek o insanların ölmesine göz yumuyor ve adaletsizliğin, bu iğrençleşmiş düzenin çarklarının dönmesine izin veriyor! DUR diyemiyoruz. Başkaldırmıyor, isyan etmiyoruz! Onlar gibi ölümü göze alamıyor, alan insanlarında yok olmalarına göz yumuyor DUR diyemiyoruz!

Ne yazık ki ölen insanlardan bir tanesinin de, ağabeyimiz, ablamız, dayımız, halamız, amcamız olabileceğini düşünmüyor ve hala başkaldırmıyoruz...

Hadi bu ülkenin güzel insanları;
Bizlerde artık bir şeyler yapalım!
Bizlerde birer “Vatandaş Abuzer” olup haksızlığa, onursuzluğa dur diyerek AYAĞA KALKALIM!

Ölüm orucu direnişçilerine destek çıkıp bu iğrenç düzene karşı koyalım.

HADİ BİRLEŞELİM!

Artık onurlu bir yaşam için SAVAŞALIM!

































Metin-3

“ŞİMDİ HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA”(*)

Türkiye sosyalist hareketi, bugün tarihinin belki de en kritik dönemini yaşamaktadır.

Sosyalist hareketin son on yılı, çarpıcı yıkılış ve çözülüşlerin yanı sıra silkiniş ve toparlanma çabalarına da tanıklık etti. Sosyalist hareket 12 Eylül’ün ağır darbelerine rağmen bu dönemden yeni bir silkiniş için gerekli asgari kadro birikimi ile çıkabilmiştir. Öyle ki, yaklaşık olarak 1985’den 1990’a kadar uzanan beş yıllık dönemde anlamlı ve canlı tartışmalar, giderek örgütlenme biçimleri gündeme gelebildi. Bu dönemde Türkiye sosyalist hareketi bütün olumsuzluklarına rağmen görüş alanını genişletti, temel sorunlarına daha sağlıklı bir yaklaşımla eğilmeyi başardı. Örnek vermek gerekirse, bu dönemde sosyalist hareketin değişik kesimleri seçim çalışmalarına birlikte girebiliyor, üstelik bu bir aradalığı ikirciksiz ve açık bir Devrimci-Marksist konumdan dışa vurabiliyordu.

1990 yılıyla birlikte, başta Sovyetler Birliği olmak üzere eski sosyalist ülkelerde yaşanan çözülme süreçleri, Türkiye sosyalist hareketini ve kadrolarını çok derinden etkiledi. Sarsıntı, bellekleri neredeyse tümüyle kazıdı, gerçekten yeni olanın içine yerleştirilebileceği çerçeveleri bile paramparça etti. Sonuçta 12 Eylül karanlığına direnebilen kadroların önemli bir bölümü, bir boşluğun içine düştü. Tüm dünyada yükselen sağ dalganın alıp götürdükleri dışında, direnebilen sosyalist kadrolar da bu savrulma ortamında daha çok kuşku ve güvensizlik biriktirdiler. Son çözümlemede sağa açılabilen yönelimler geliştirdiler.

Perestroyka’nın, glasnost’un, yenidünya düzeni’nin, “radikal demokrasi”nin, sivil toplumculuk’un ve sol liberalizm’in, kısacası doğrudan doğruya sosyalizme ya da sosyalizmin “kötüsü”ne alternatif olarak sunulan küresel tezlerin iflası çabuk oldu. Denebilir ki, 1992 yılıyla birlikte, sosyalizmin ayakta kalabilen kadroları dünyaya ve ülkelerine daha sağlıklı ve de gerçekçi bir biçimde bakmaya başladılar. Sosyalizm umut olmaktan çıkmıştı, reel sosyalizmin çöküş sürecini hızlandırmak için ortaya atılan tezlerin kofluğu artık daha net görülebiliyordu. Küreselleşme adı verilen sürecin, biçimsel demokratikleşme girişimlerinin ötesinde, aslında işçi sınıfına ve sosyalizme cepheden saldırıyı hedefleyen ideolojik özü açığa çıkmıştı. Dahası, Türkiye’nin evrensel dalgaya kapılarak ve batıdan kopmama zorunluluğu nedeniyle “demokratikleşebileceği” yolundaki umutlarda iyiden iyiye zayıflamıştı.

Gerçeğe bu dönüş, Türkiye sosyalist hareketinin ayakta kalan kadrolarını yeni örgütsel arayışlara yöneltti. Köklü denebilecek bir geçmiş ve nicel anlamda ciddi kadro birikimine sahip bazı sosyalist gruplar, açık mücadele alanında belirli bir örgütsel forma ulaşılmadığı sürece şu ya da bu biçimde erozyona uğrayacaklarını gördüler. Ancak bir kısım tam tersi, kütleden kopuk bir kadro hareketi olarak, İllegalite fetişizmi yaparak, Bürokratik, teknik çalışmalarla apolitik bir siyasal forma dönüşebilmektedir. İçinde bulunduğumuz bu harekette niyeti bu olmasa da bu somut açmazdan kendisini kurtaramamıştır. Çünkü öncülük fiili yeterince anlaşılamamıştır.

Daha açık ifade etmek gerekirse; 1- Öncülük, verili bir toplumsal sistemde ancak ve ancak çerçevesi belirlenmiş bir DEVRİM TEORİSİ’NİN içine yerleştirilebilecek bir fiildir.

2- Öncülük tanımının içerisinde mutlaka belirlenmiş bir siyasal özne yer almak zorundadır.

Bu siyasal özne bütün bir süreci kapsayan “Devrim Teorisi”nin içinde devingen ve değişken bir varlıktır. Bu nedenle illegalite fetişizmi, açık alan örgütsel formlarının yaratılmasında gerekli esneklik ve politikaların oluşmasını engellemektedir. Böylece siyasal özne devingen ve değişken bir varlık olmaktan çıkıp, statik, stabil bir bürokratik aygıt durumuna dönüşmektedir.

Daha açık söylemek gerekirse öncülük, devrim sürecinin bütününü kapsar. Yani devrim öncesinde, devrim yükselişinde, devrimin vuruş anında ve iktidarın alınmasından sonra işleyen canlı bir fiildir. Bu aşamaların her birinde öncülük fiilinin kapsamı ve anlamı, öznenin ise yapısı farklı olacaktır. Örnek olarak ifade etmek gerekirse; Burjuvazinin günümüzde ideolojik-kültürel kuşatmasına karşı açık alanda bu kabukları kıracak siyasal, örgütsel ideolojik araçlara gereksinim doğar. Böylece bir alan ortaya çıkar ve bu alana Marksist ideolojik, siyasal ve kültürel müdahale bu araçlar kanalıyla gerçekleştirilir. Böylece Marksizm adına burjuva ideolojik- kültürel kabuklarda gedikler açılmış olur. Devrim öncesi çalışma biçimlerine küçük bir örnek olarak Evrensel Kültür Merkezleri içerik olarak olmasa da biçim olarak başarılıdır. Keza açık siyasal parti çalışmaları da içeriği dışında başka bir başarılı biçimdir. Günlük devrimci basın, haftalık devrimci basın içerik olmasa da biçim olarak diğer başarılı çalışma biçimleridir. Kadrolar bu alanlarda ki devrim öncesi çalışma biçimleri içerisinde devingen ve değişken ve aynı zamanda işlevseldir. Meşruiyet oluşturma ve kütleselleşme çalışmalarında önemli imkânlar bu şekillerde yaratılabilmektedir. Öteki türlü kendi kovuğunda devrim yükselişi bekleyen, bürokratik ilişkiler içerisinde boğulmuş, komünizmin genel doğrularını savunan statik bir kadro devingen ve değişken değildir. Soyut doktriner bir yanı vardır ya da tamamen bürokratik, teknik açmazların kişiliğinde buluşan bir karakteri temsil eder.

Devrimi kitleler yapar önermesi öncülük fiilinin dinamik içeriğini karşılamadığı için DEVRİM TEORİĞİ’Nİ kısırlaştırmaktadır. Devrimi kitleler yapar, devrimi işçi sınıfı yapar, devrimi öncü işçiler yapar, devrimi işçi sınıfı partisi yapar, devrimi öncü çekirdek yapar... Bu önermelerin hepsi doğrudur, ama bütünlüğünden kopartıp teker teker ele alındığında ise yanlıştır. Çünkü hepsi bir bütünün değişik köşelerini oluşturmaktadır. Biz bütün bu köşeleri içeren bir bakış açısının doğru olduğunu kabul ediyoruz. Tek tek bu görüşlerden birisine indirgenmiş çalışma biçimlerinin başarısız olduğuna inanmaktayız. Birçok sosyalist hareket siyasal toplumsal dinamikler içerisinde kitleselleşme kanallarını zorlayan kadro hareketi olarak değil, kendi içine kapalı kendi dışına açılma kanalları ve araçları olmayan bir çalışma biçimi benimsemeye çalışmışlardır. Örnek olarak son seçimler yukarıda söylenen köşelerin bütünlüğünü taşımayan taktiklerini içermiştir. Sol kadrocu bir anlayış akabinde sağ politikaları da beraberinde getirebilmektedir. Başka bir örnek ise çeşitli yayın organlarında ayaklanma moduna girmiş işçileri engelleyen sadece sendika liderleriymiş gibi bir yorum yapılarak düzenden umudunu kesmemiş işçilerden yapamayacaklarını beklemek şeklinde düşünceler dile getirilebilmektedir. Hemen şimdi genel grev sloganlarının olması gibi, “legal değil devrimci parti” gibi sloganları yükselterek siyasal dinamiklerin bu topraklarda 30 yıldır yarattığı bir takım geleneklerin evirilme determinizmini göz ardı etmek, siyasal ittifak ilişkilerini yok saymak, bu siyasal dinamikler üzerinde ideolojik hegemonya oluşturacak araçları geliştirme konusunda yetersiz kalmak gibi siyasal darlıklara düşülmektedir.

Yukarıda genel başlıklarıyla açımlamaya çalıştığım genel çerçeve ileriki süreçlerde genişletilmeye çalışılacaktır. Gelinen noktadaki sorun ve sonuçlara yol açan sebepler kendi açımdan doğrularımdır. Bu noktada zaten kendi yolumda yürürken yaratacağımız siyasal eylemlilik bu temel noktalarda biçimlenecektir.































Metin-4

YENİ ZAMANLAR

“Proletarya devrimleri, 19. Yüzyıldakiler gibi, kendi kendilerini durmadan eleştirirler; gidişlerini sık sık durdurarak tamamlanmamış olan bir konuya yeniden el atarlar; tereddütleri, güçsüzlükleri ve ilk teşebbüslerinin basitliğini amansızca alaya alırlar, ta ki; geriye dönüşü olanaksız kılacak bir durumu yaratmış olsun. O zaman bütün koşullar haykırırı. Haydi, Halep orada ise, arşın burada”(1)

“Hic Rhodus, hic Salta
Haydi atla
Gül burada, burada raksetmelisin” Eosope

Merhaba Rosa,

Osmanlıdaki komitalardan birinin adı şair Rigas’ın da kurucuları arasında bulunduğu Sinomasia adlı komitadır. Bu komita için bugün özellikle 17.yüzyıl Arnavut ve Rum halkları arasındaki kurulmuş olan akrabalık, komşuluk ve dostluk geleneklerinden ilham almıştır diyebiliriz. Bu ilhama mazhar olan gelenek bir bakıma Anadolu’daki kan kardeşliğinin de biz benzeri olan hissi akrabalıktır. Bu hissi akrabalık Beşa (Arnavut geleneğinde ant içmek)’laşmak ile doruğuna ulaşır. Beşalaşmak genellikle Beşa’ların köy veya kasabanın orta yerinde olabildiğince yüksek sesle ‘hayatın hayatım, Canın Canımdır!’ haykırışıyla tüm topluma ilan edilir. Rigas’ında içinde bulunduğu Sinomesia ve benzeri örgütler Osmanlı egemenlik yapısına karşı özelde ulusal dozda bir savaş ve direniş örgütleyebilmek için yola koyulurlar. Tarihsel çıkarları o günler için uyuşan Avusturya Fransız ve Osmanlı ‘şeytan’ üçgeninde yenilirler ve Osmanlı’ya iade edilirler. Şair Rigas ve yoldaşlarının sonu boğdurulmak suretiyle acı bir ölüm olur. Ki tarih Osmanlı ülkesini ve diğer Fransız, Avusturya, Rus, Alman ülkelerini uluslaşma süreci içerisindeki dalgalanmalarla darmadağın etmiş. Rigas ve yoldaşlarının ruhu efsanedeki kuş gibi kendi küllerinden yeniden doğmuştur. Bu isyan ateşi Spartaküs’ün özgürlük ateşidir. Görev sırası Anadolu’nun Proleter Devrimcilerindedir. Bizi ulusal olmayan sınıfsal bir savaş bekliyor. Bu onurlu göreve talip olanlar var, aynı zamanda talip olmayı reddedenler de. Bu ayrışmayı yaparken mekanik açıdan yaklaşmak Marksizm’in iyi bir öğrencisi olmaya çalışan birisi için hiçleşmek olur. Bundan önceki olaylı metinde bazı noktaları aştığımızı iddia etsek de mevcut konjonktürün her türlü baskısından tam anlamıyla sıyrılamadığımızı iddia etmiştim. Zaman bunu kısmen onayladı. Bu baskıyı ne kadar azaltabilirsek ufkumuz da o kadar geniş olacaktır.(2)

Yeniden ve bir kez daha iddia ediyorum. Bugün ne kadar çok marjinal olsak da, yeni bir sıçramanın, YENİ ZAMANLAR’ın politik sınıf savaşımının potansiyel enerjisini bağrımızda taşıma misyonu her an yeniden ve yeniden örgütleniyor.

“Halkın görenekleri alışkanlıklara dayanır; halk neye alışmışsa, onu akla uygun, haklı ve yararlı görür. Ve bir yüzyıl daha önce yeni bularak aynı derecede şiddetle karşı çıktığı şeyleri bir yüzyıl sonra şiddetle savunur.” (Belinski, Rus Düşünce Tarihi)

Yukarıdaki alıntıda “halk” kelimesi yerine “insan, kişi, vb.” koyarak yeniden okumak yol açıcı oluyor. Tüm toplumsal ilişkilerimizden soyutlandığımızı hayal ettiğimizde çok daha rahat anlayacaksındır. Kısaca değinmem gerekirse bir dönem hakkımda ilerici görüşleri savunduğun doğruydu, ama bu o dönemin özgünlüğü bittiği noktada gericileşmenin de sebebidir. Değişmeyen tek şeydi değişim. Bu yanı sen ve benim ilişkimi tarif ede dursun. Toplumsal bir ilişkide sınayalım: Sıradan olmayan en azından “devrimci demokrat” olan arkadaş senin yanında ifade etti, “orası Çin, Rusya ve onlar Türkiyeli insanlara benzemezler...” işte gericileşme (inançsızlık) tam da burada ortaya çıkıyor. Göreve talip olmak hakkını vermektir. Ki sen de “Hiçbir şey yapmadım diyorsun; bir şeyler yaptığımı iddia etmek, yapmamaktan kötüdür.” O halde hakkını nasıl vereceğiz. Nasıl olmaması için birkaç şey kafamda biçimlendi. Tüm eksiği ile paylaşmak isterim. Kantinlerde entelektüel gevezelikler etmekle devrimcilik yaptığını, hatta hiçbir şekilde kapitalist bir savaşımla bütünleşmemiş hatta daha özelinde yapılan kantin savaşımını bile içselleştirememiş bir yürüyüşün talibi insanlar bunu söyleyeceklerdir. Liberal solcu olan bu insanlardan ne kadar kopulursa, o kadar çok marjinal olacağımız kesindir. RSDİP başlangıçta tam da bu noktadadır. Onlar bir yandan ideolojik savaşım verirken örgütlü bir yürüyüşü de düzenlemekteydiler. İğneyle kazarak yapmaya çalıştığımız da tıpkısı olmasa da benzeridir. RSDİP’ in o dönemiyle ilgili olarak N.K.Krupskaya’ya başvurmak istiyorum:

“O sıralarda etkin Marksistler (Narodnizm’den sıyrılanlar -m.d-) başlangıçta zayıf da olsa bir örgüt oluşturdular. Kendilerine Alman İşçi partisi gibi Sosyal Demokratlar dediler.” (3 )

1917 Ekim devrimine akan süreç böylesine az sayıda, böylesine zor koşullarda kendine kanal aramış ve açmıştır. Görev vardır ve talip olma zamanıdır. Onlar talip olmasını bildiler. Ancak asla Rus çarı Petro gibi kişilere olduğundan farklı misyonlar biçmemek gerekir. Çünkü bu gelişmeyi engeller.

“Kalbinin özlemiyle hiçbir zaman yetinmedin
Ama anavatanını bir kadın gibi sevdin
Arzularını, emeklerini ve sanatını

Ona verdin, kabesinin çevresinde topladın
Tüm saf ve dürüst hisleri yeni bir yaşama
Neşe, sevgi ve bağımsızlık kutsaldır,
Vatan keder ve çekişmeyle dolu dedin.

Ancak ölüm saatinin çalması için çok erken
Daha fazla engellenemeyecek o ışığını o soylu aklı
Böylesi eşitsiz iktidarın kelimeleriyle konuşan
İnsanlığı kurtarmaya çabalayan kalbindir.” (4)

Aradan 1990’dan beri dört yıla yakın bir zaman geçti. İnsanların hayatında tesadüflerin rolü oldukça önemli olabiliyor. Karşılıklı etkileme ve etkileşmeler hayatın daha sonraki dönemlerinin temellerini atabiliyor. Meşhur bir Anadolu deyişi “boynuz kulağı geçti” der. Bu etkileşimdeki süreç tam da buna benzer bir sürece denk düştü benim için. Seninle tanıştıktan sonra bugün açıkça senden etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Bana geniş bir ufuk açtın. Bugün ben bu ufku yaşamaya gayret ediyorum. Ki benden etkilenen insanlar beni aştıkça seviniyorum.
     
Her gelişme kendisinden önceki birikimin üzerine oturuyor. Ve o birikimin bağrında oluşuyor. Sınıflı toplumların İlkel komünal toplumdan yabancılaşarak birbiri ardına yeni toplumsal örgütlenme biçimlerini üretirken proletaryanın her toplum biçiminde kendisini daha da bileyerek gelişmesi gibi.

Yukarıdakilerden sonra anlatmak istediğim (kavratmak da istemiş olduğum) bana karşı telaşlanman değil sevinç duyman daha sağlıklı bir bakış olmalı idi. En azından bir momentten sonra. Fakat telaşın, içinde bulunmak zorunda olduğun toplumsal ilişkilerin basıncı tarafından belirlendiği içindir ki gericileşiyor, dilim demeye varmıyor ama yinede diyeceğim bir bakıma onursuzlaşıyorsun. Tek kelimeyle yazık. Tam da burada Karl Marks’a kulak verelim:

“Dünyanın yaratılışı, en büyük darbeyi jeogeniden aldı –Yani dünyanın bundan sonraki gelişmesini bir süreç bir kendini doğurma süreci olarak gösteren bilimden. Yaratılma teorisinin tek pratik yadsıması, Generatio aequivoca’dır (kendiliğinden üreme, kendi kendini oluşturma –ç-)”dır.(5)

Bir kez daha beni affedeceğini umarak ukalalığa sığınarak sana bir öneride bulunacağım. Tabancadan çıkan bir mermi çekirdeğini durdurmak imkânsızdır. Belki, ancak imkân dâhilindedir de pekâlâ. Eğer o mermiden daha hızlı hareket edilebilirse. Kısaca benim yürüyüşümü durdurabilmen için benden çok daha hızlı olman yani kulağı geçen boynuzu geçen kulak olman gerekiyor. Belki de efsanedeki gibi boynuzu kesersin kim bilir. Gerçi buna talip değilsin Tam da bu durumun aşağıda yazılanlardan ne kadar farklıdır.

“Alexander, üniversitede doğal bilimler okumak için Petersburg’a gitti. Orada Anna’dan bile gizleyerek devrimci çalışmalara katıldı. Ve yaz tatillerinde eve geldiğinde de bununla ilgili olarak hiç kimseye bir şey söylemedi.
...
Evindeki son yaz boyunca Aleksander, İlyich’le konuşmaktan kaçınıyordu. İlyich, solucanlar üzerine taziyle uğraşan – şafakta kalkıyor, saatlerce solucanları gözlüyor, mikroskopla ilgileniyor ve deneyler yapıyordu- ağabeyini gözlemliyor ve şöyle düşünüyordu. ‘Hiçbir zaman devrimci olamayacak’ hatasını çok geçmeden fark edecekti. Ağabeyinin trajik sonu onun üzerinde büyük bir etki bırakmıştı.
...
Alexander 8 Mayıs (1887-m.d-)’de idam edildi. Haberi duyduğunda İlyich şöyle demişti ‘Hayır biz aynı yolu izlemeyeceğiz. Başka bir yol izlemek gerekiyor’.”(6)

Senin praksisinden izleyebildiğim kadarıyla ki sürecin. (Yemek boykotu, dernek çalışması, Gözaltı vd.) Lenin’in düşüncelerinde açığa çıkanın bir benzerini bana da öğretmiştir. Başka bir yol arayışı, işte tam da burada Bolşevizm başlıyor. Narodnizm’den Bolşevizm’e akıştır bu süreç. Ve biz de bunun aranışı içerisinde savaşıyoruz. Anadolu devrimcilerinin sorması gereken sorusu, Rus entelijansı’nın (aydın takımı –md-) özellikle Katerina’dan beri kendilerine sordukları sorunun cevabını aramaktır. Tekrarlamak gerekirse kendilerine sordukları soru şudur:

“Rusların kendilerine sordukları soruların tümü ulusal (aynı zamanda uluslar arası –md-) kimlikleriyle ilgiliydi; ‘Nereden geliyoruz nereye gidiyoruz?’, ‘İnsanlığa yapabileceğimiz katkı nedir?’ ‘Bize verilen görevi yerine getirebilmek için neler yapabiliriz?’ Bu sorulara yanıt bulmaya çalışırken, düşünen Ruslar, kendi durumlarına daha ileri ülkelerin perspektifinden bakmak ve bu ülkelerin kuramsal kavrayış yönetmelerini kullanmak gibi bir olanağa kavuşturan ‘geri kalmışlığın ayrıcalığı’ denilen özel bir ayrıcalıktan yararlanmış oldular” (7)
Kısa bir nefes aldıktan sonra kaldığımız yerden devam edelim.

“... Dolayısıyla, bu düşüncelerin alınıp benimsenmesini izlemek, yalnızca akademik bir ilgi sorunu olmayıp, Rus düşüncesinin içinde biçimlendiği ve hızla gelişmesini sağlayan düşünsel ortamın çıkartılması çabasının da önemli bir bölümünü oluşturur.” (8)

Öğrenmemiz ve bunun çabasını Anadolu’da yaratmamız, kendi coğrafyamızın gelişimini kavramamız için öğretici bir soyutlamayı önümüz koyuyor yazar. Bu yazılanları özümsemek 72 yıl sonra bugün gelinen noktada pratik hataları olan Sovyet sisteminin derinlerinde yer alan diğer bir sivri ucunu tanımamıza olanak tanımıyor mu? Rus insanı daima uçlarda yaşamasını bilmiştir. Ufak bir örnek Dostoyevsky’dir. Bu sorun hemencecik üzerinden atlanabilir türden değildir.

Daha düne kadar Reel olarak karşıtları için bile dayanak noktası olan Sovyet iktidarı artık fiili olarak yok. Bugün proletaryanın devrimci bir diktatörlüğü Hz. Süleyman’ın kullarını yolladığı neresi olduğu bilinmeyen Ofir ülkesi gibidir. Ama bu ülkeyi bulmak bugünden başlayarak sınıf savaşımının sert yöntemleriyle yakınlaştırılacaktır. Başka bir yolu ‘80 öncesinin devrimci pratik deneyimini, proletarya teorisiyle yoğurarak ona ruh (Bolşevizm) katarak yaratılacaktır. Biz bir yerde “devleti kurtarmak için örgütlenmeden, yıkmak için örgütlenmeye kolay gelinmedi”ğini söylemiştir. Yıkmak, iktidar mücadelesi için ciddi çalışmayla olanaklıdır.

“Nous commençons et il finissent / Biz başlıyoruz, onlar bitiriyor” (D.Fonvizin, Rus Düşünce Tarihi)
Bağrında yarattığın rüşeym (oluşum) halindeki düşünce hiç de bugünkü praksise denk düşmeye bilirdi. Kendimce cevabım: Birincisi kendi kişilik yapım olabileceği gibi ki ben bunu kabul etmiyorum an azından fazlasıyla etkin olduğunu kabul etmiyorum. İkincisi geçmiş hayatımdan onurlu bir kopuş, onurlu bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Tıpkı:

“Bu ülkede daha önce yaşamaya başlamışlarsa, bizim de elimizde yaşamımızı başlatırken, hiç değilse istediğimiz herhangi bir biçimi seçme olanağımız ve ülkemizde kök salmış uygun olmayan ve kötü davranışlardan kaçınmaya hakkımız var. Nous commençons et il finissent. (Biz başlıyoruz, onlar bitiriyor)” (D.Fonvizin) (9)

Elbette birilerinin bitirmiş olduğu bir şeyler için savaşmak olmaz. Ama yinede biz başlamak, bir yerlerden başlamak zorundayız.

“Topraktan insanlar bitiyordu, saban izlerinde ağır ağır kapkara öc alıcı bir ordu filizleniyordu; bu ordu pek yakında bütün toprağı çatlatacak olan gelecek yüzyılların ürünleri için boy atıyordu.” (10)

Bir defa daha Kropokin’in Etika’da ifade ettiği gibi çiçeğin çiçekleyeceğine bunun çiçek için ölüm bile olmasının bir şeyi değiştirmeyeceğine olan inancımı yineliyorum. Burada Hasan Hüseyin Korkmazgil’den bir şiir aktarmak istiyorum. İlk okuduğum zaman ürperten bir şeyler buldum. Bu ürpertiyi dostluğuna sığınarak seninle paylaşmak istedim. Şiire geçmeden önce H.H.Korkmazgil ile ilgili birkaç noktaya değineceğim. Şair, devrimci-demokrattır. Devleti eleştiriyor ama bulduğu çözüm mevcut istemi aşmaya yetmiyor. Benzerleri gibi Kemalizm’in solunda kalıyor, Kemalizm’i aşamıyor. Tüm bunlarla genel anlamda tam bir sol liberalist çizgidedir. Ancak ne var ki tüm bu nitelemeler onun dar anlamda ya da bunun biraz ötesinde sanatsal anlamdaki önemini geri plana atmıyor. Karl Marks için Hegel okumaları, dahası Hegel önelidir. Bu niteleme ve ciddiyetiyle eğilmek gerekiyor. İspanyolca’sı ve Türkçe’sini alt alta yazdım. Okuyalım.

“Yüreğim sızladığı zaman
(Cuanda me duele el alma)
Gece yarılarından sonra şafaktan önce
(despues de la medianoche, antes del amanecer)
Bilmediğim bir istasyondan, bilmediğim bir müzik geliyor kulağıma
(duste una estacion que ignoro, una musica que descanozca)
Uzak
(lejona)
Vahşi
(Salvaje)
Karanlık
(Oscura)
Gece denizleri gibi bir müzik
(Una musica como los mares nocturmos)
Batık gemileri gece denizleri gibi bir müzik
(Como los barcos hundicios)
Çağırıyor, çağırıyor beni durmadan
(mellama, mellama sinparar)
Ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamaya yüreğim
(Quizas, sez entonces, cuanda empieza a dolarme el alma)” (11)

Son günlerde “Örgütlü hep, örgütsüz hiç” cümlesini kendi kendime tartışıyorum. En azından bir devrimci, örgütsüz (düşünsel olarak değil ama fiziki olarak örgütsel ilişkilerden muaf) da olsa yine de düşünsel üretimlerinde örgütlü olarak davrana bilir mi? İllaki devrimci mücadele örgüt mekanizması içinde mi olmalıdır? Elimde bir noktaya kadar Marks ve tabiî ki Engels var. Hatta Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı var. Ama bu bir noktaya kadar gelip dayanıyor. Böylesine etkin bir varoluş ve yaratım Proletaryanın bir savaşçısı olarak var olduğumuzu her halükarda kabul ve hissedersek anlam kazanıyor. Tersi ise çürümedir diye düşünüyorum.

“Kendi kendinize sorun; bu kör bu ışığa nasıl katlanabilir!” (12)
Benimle, senin aramızdaki savaşım tüm bu zaman içinde tüm insani zaaflarımıza rağmen, tekrar belirtiyorum ki bir momentten sonra Aysbergin su altındaki suratını açığa çıkartmasını andırır. Viktor Hugo’dan seçtiğim şu satırlar öğreticidir.

“Topraktaki oluşumun biçimi insana hareket edebileceği birçok yön gösterir. İnsanın üstünde sanıldığından çok daha fazla etkilidir. Kimi Vahşet dolu manzaraların varlığı insanda görme bozukluğu yaratır ve yaratılışı suçlamaya kalkışırız. Bu tür manzaralarda doğanın ağır kışkırtmasıyla karşılaşmış gibi oluruz. Çöl bazen bilince, özellikle yarı aydın insan bilincine zararlıdır. Ama bu devasa bir bilinçse, işte o zaman Sokrat ya da İsa ortaya çıkar. Cılız bir bilinçse ancak Atree’yi ya da Judas’ı yaratır. Bilincin cılızı çabucak bir sürüngene dönüşür. Karanlık ormanlar, çalılıklar, dikenler, ağaç dallarının altındaki bataklıklar onun için kaçınılması mümkün olmayan birer sığınaktır. Oralarda kötülüğün gizli etkisine teslim olurlar. Görme bozukluğu, nedeni bilinmeyen seraplar, zaman ve mekânın korkunçluğu insanı yarı dinsel, yarı hayvani bir korkuya sürükler ki o da, vahşeti doğurur. Katilin yolunu aydınlatan meşaleyi yanılsamalar tutar. Haydudun başı döner. Eşsiz doğanın yüce ruhları aydınlığa boğan, çılgın ruhları ise kötü eden iki yönü vardır. İnsan cahil, çöl de seraplarla dolu olunca, yalnızlığın karanlığı zekânın karanlığına eklenir. İnsanın yüreğinde uçurumların açılması da işte bundandır. Kimi kayalar, kimi hendekler, kimi bataklıklar: Kimi vahşi görünüşlü açıklıkların akşam karanlığı insanı delice insafsızca davranışlara iter. İnsanın neredeyse, bazı yerlerin insanı kötülüğe sürüklediğini düşünesi gelir.

...
Geniş ufuklar insanı genel düşüncelere götürür. Dar ufuklarsa bölük pörçük düşüncelerin ilham kaynağıdır. Bu da bazen büyük yürekleri küçük ruhlu insanlar olmaya mahkûm eder...

Küçük düşüncelerin, bölük pörçük düşüncelerin büyük ve genel düşüncelerden nefret etmesi; bu ilerleme için verilen savaşın ta kendisidir.

Memleket ve Vatan. Bu iki sözcük bütün Vendee Savaşının da özetidir. Yerel düşüncenin evrensel düşünceyle kavgası. Yurttaşa karşı köylüler” (13)

Şu an için gerçek olan, kutsal kitaplarda anlatıldığı biçimiyle Havva’nın Âdem’in sol kaburgasından yaratıldığı/ortaya çıktığı gibi senin içinden çıkan ben seninle girmeye çalıştığım (tüm süreç boyunca) girdiğim bu mücadele sonucunda tıpkı birer ikiz kardeş ama bir birinin zıddı iki kardeş gibi uçup gideceğiz. Aksi şu an için koskoca bir hülya olur.

“Ve bu iki ruh, bu iki trajik kız kardeş, birinin gölgesi ötekisinin ışığına karışarak, birlikte uçup gittiler.”(14)

Zaman her şeyin ilacımıdır? Bunun köşe taşlarını henüz oluşturmuş değilim. Fakat ne trajiktir ki zamanında THKP-C öncülleriyle taban tabana çatışmaya girmiş olan Mihri Belli 6 Mayıs ile ilgili köşe yazısında şunları söylüyor/yazıyor.

“... Martirler; temsil ettikleri özveri ruhu genç kuşaklara aşılansın diye anılır. Taşımış oldukları bayrak elden ele geçsin, yere düşmesin diye, pek öyle olmadı.

68 kuşağından eskilerin çoğu, aradan geçen uzun yıllar boyunca bu düzenin kurallarına uyarak geçim derdine düştüler. 6 Mayıs ‘Martirleriyle’ saf tuttukları günler uzak geçmişte kaldı. Bulanıklaşmış bir hatıra oldu. Zamanla sararan eski fotoğraflar gibi. O geçmişe tümden sırtını dönenler var. Dönmeyenler de var. Gençlikleriydi o şanlı geçmiş.”(15)

Aynı dönemde Mihri Belli’nin “Martirler” dediği 6 Mayısta idam edilenlerin temsil ettiği 68’lilerin bir koluyla Kızıldere’de omuz omuza savaşmış bir diğeri ise Kızıldere Manifestosu için TV’ de 12 Mart adlı Belgeselde “Kapağı Atmak” deyimini kullanmaktadır. Belki de zaman her şeyi yerli yerine koyuyor. Ne söylediğimiz değil ne yaptığımızdır önemli olan. Mevcut moment sanki mistik bir tülden ibarettir.

Gerçeği, çırılçıplak gerçeği belki de hiçbir zaman göremeyeceğiz. Belki de buna ömrümüz yetmeyecektir. Yoldaş V.İ.Lenin, “Görmek istemeyen gözden daha kör bir göz yoktur” derken ne kadar da halkıdır. Müdahale etmeyi hep daima kutsal bir görev olarak algıladım algılıyorum da. Ki bu yazı ile de bir çakıl taşının büyük bir kaya bloğunu durdurması gibi küçük ama mütevazı bir şeylere soyunduğumu sanıyorum. Aslında açılabildiğim bir dost olman, belki de senden yararlanmam, bencilliğim bunda rol oynuyor kim bilir.

“Açıklık” diyordu bir yoldaş “Açtığı yarayı iyileştiren bir kılıçtır.” Ben de bunu yineleyerek sana yazdığım tüm yazılarımın açıklığa hizmet etmek için yazıldığının söyleyebilirim. Açıklık için yaratmaya çalıştığım bu praksiste kendi kılıç yaramı iyileştirdim. Bu senin yaralarını iyice açmayı göze alarak da olsa böyle olmak zorundaydı. Bir önceki metinde seni yoldaşça yürüyüşe çağırmıştım. Maalesef net bir cevap alamadım. Demek ki yüksekten uçan bir kartal olmayı istemedin. Kaybedecek zamanımız yok. Nasıl ki Kapitalizmin ve tüm diğer azınlık sınıf egemenlik biçimlerinin bağrında doğup gelişen Proletaryanın 1917 Ekim devrimiyle azınlık sınıf iktidarlarını yıkıp tarihin çöp sepetine attığı gibi, ben de bağrından doğduğum seni aşıp yıkıyor ve savuruyorum. Son sözüm ilk sözüm olmalıydı. DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.






































Metin-5

YENİ İÇİN ÇIKARSAMALAR(*)
Engin IŞIK

Dünyada bir hayalet dolaşıyor.
Komünizm hayaleti.!

Bundan 83 yıl önce 7 Kasım 1917 günü kapitalizmden komünizme geçiş çağının tarihsel adımı insanlığın emeğin sömürüsü sistemine dayalı tüm eski toplumsal sistemlerden, insanın insan tarafından sömürüsünün tüm biçimleriyle ortadan kaldırılacağı bir toplumsal sistem olacak biçimde komünizme ulaşmanın kapısını aralayan bir toplumsal eylem olarak, Ekim Sosyalist Devrimi proletaryanın fiili ve ideolojik önderliğinde gerçekleştirildi. Karl Marx’ın deyimiyle komünizmin alt aşaması olarak adlandırmakta sakınca olmadığı artık genel kabul gördüğü biçimiyle proletarya diktatörlüğü, Rusya şartlarında devrimin öncü partisi olarak ön plana çıkan Bolşevik Parti ve müttefiklerinin birçok iç ve dış zorlu mücadelelerinin sonucu olarak şekillenmek zorunda kaldı. Bu (1871 Paris komününden sonraki) ilk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını alan proleter iktidar 73 yıl gibi süre yaşadıktan sonra (şaşılacak biçimde !!!) tarih sahnesinden sessizce silindi. Karşıtlarının ve takipçilerinin de (referans olarak) kendi duruşunu bu reel cumhuriyete göre tanımladığı bu çekim merkezinin varlığının ortadan kalkması, kendisini bu iktidar merkezine göre tanımlamakla varlığını sürdüren alt merkezlerin de siyasal sahneden hızla silinmelerine yol açtı. Bu (iktidarın kendisinin deyimiyle) reel sosyalizmin ardında bıraktığı ve ayıklanmayı bekleyen deneyim, birikim ve pratiğinin oluşturduğu moloz yığını içinden; yeni bir dünya, komünist bir dünya kurma mücadelesi için faaliyet gerçekleştirmek misyonu ile yola çıkan güncel ve gelecek Marksist-Komünist kuşaklara aktarılmasıyla sorumlu olmamız kaçınılmaz olmaktadır.

Ekim devrimi insanlığın deyim yerindeyse kaderini de değiştirmiş. Kapitalist barbarlığın “vahşi” gelişmesini şu veya bu biçimde sosyalleşmeye zorlamış, sosyalleşmek zorunda bırakmıştır. Birçok sosyal haklar, bu uğurda yüz yılı geçkin mücadele etmiş olan, gelişkin kapitalist ülke işçi-emekçilerinin olduğu kadar, bizimki gibi azgelişmiş ülkelerin o dönem itibariyle henüz bağımsız sınıf tavrı ve mücadelesi geliştiremeyen işçi ve emekçilerinin de bir bakıma tepeden inme kazanımları olarak yerel kapitalist ülkelerin iktidarlarınca da benimsenmek, yasalarla da olsa güvence altına alınmak zorunda kalınmıştır. Kapitalist-emperyalist dünya bu süreçte ikinci bir paylaşım savaşına girişmiş olmasına karşın içinde bulunduğu yapısal krizi savuşturmak için bir yöntem olarak benimsetilmek istenen Faşist Diktatörlük biçimindeki rejimler, Sosyalist Cumhuriyetin açık müdahalesi sonucu püskürtülmüş, birazda bunun zorlaması sonucu olarak kapitalist dünyadan kopmalarla Halk Cumhuriyetleri kurulmuş, gelişkin kapitalist-emperyalist ülkelerde (ABD hariç) Sosyal Demokrat hükümetler (sosyalizmin proleter diktatörlüğü sloganına sırtını dönmüş olan sosyal demokrat partiler ve yer yer komünist partilerin desteği ile) iktidara gelmişlerdir. Bu gelişmede ikinci paylaşım savaşında daha da güçlenerek meşruiyetini kendi içinde ve emperyalist-kapitalist dünyada kabul ettiren sosyalist cumhuriyetin, olası diğer azgelişmiş ve gelişmiş dünyada meydana gelebilecek yeni Ekim devrimlerinin potansiyel tehlikesine karşı bir korunma tedbiri olduğu savı etkin almaşıklardan belki de en önemlisidir. Burada geçerken özetle şunlar söylenebilir. Tüm bu süreçte taktik anlamda karşımıza çıkan ideolojik ve onun yansıması olarak politik mücadele kapsamında kapitalizm “vahşi” biçimdeki gelişmesini (ortak düşman olarak reel sosyalizme karşı savaşmak ve bu mücadeleyi kazanmak bağlamında) hızla terk etmiş ve “sosyal devletçi” biçime bürünmek noktasında iktisadi, ideolojik ve politik olarak hızla kendisini bu yeni cephe savaşımı durumuna dünya çapında uydurmakta gecikmemek noktasında sınıfsal uyanıklığını harekete geçirmiştir. 7 Kasım 1917’de proletaryanın sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemi ile kendi iktidarını var ettiği andan başlayarak okunduğunda, tüm sürecin burjuva cephesinden görünümü budur. Bu deyim yerindeyse; sınıf savaşımının her durumda kendisini yenileyerek geliştirdiğinin bir kanıtına bir örnek olduğunun ayırdın da olan biz marxist-komünistler için hiçte şaşırtıcı gelmemektedir.

Bir tarafta burjuva-kapitalist dünya, diğer tarafta ise proleter-sosyalist bir dünya olarak ikiye bölünen ülke ve uluslar zaman içinde sosyalist dünyaya daha çok yakınlaşmış, iktisadi ve politik kurtuluşlarında sosyalizm ve sosyalist dünya bloğu ile açık-gizli flörtte sakınca görmemişlerdir. Bu ise kendisini kelimenin en dar anlamıyla, anti-kapitalist ya da kapitalist olmayan kalkınma yolu olarak tanım ve tasarımlanan bir üçüncü yol olarak dillendirilmiştir. Kapitalist olmayan bir kalkınma modeli eğer sosyalist değilse nedir? Ancak bu soruyu/ sorunu tartışmayı başka bir yazıya konu etmek gerekiyor. Şu veya bu yerdeki devrimci mücadeleler ise kendilerini (gerek iktidarda gerekse iktidar yolu için mücadelede olsun) “Halk demokrasisi” düşüncesi noktasında emperyalizme karşı bağımsızlık mücadeleleri eksenini orijin olarak alan ekim sosyalist devrimi sonrası yeniçağın önsel burjuva devrimleri anlamında ifade bulan ve öncülüğü köylülüğe kurtuluş için gerekli teorik referansı ise proletarya ideolojisine tanıyan “yeni demokrasi” nin de teorik arka planını oluşturmuştur. Kimi azgelişmiş ya da aynı anlama gelmek üzere üçüncü dünyanın teorisyen/liderleri kendilerini “millici sosyalistler” olarak tanımlamakta sakınca görmemişlerdir. Tüm bu süreç pratikte emperyalist-kapitalist sistemin hızla mevzi kaybettiği, sosyalizmin ise yeni mevziler kazandığı bir toplumsal-tarihsel dönemi insanlığa yaşattığına tanık olundu.

Reel sosyalizmin öncülleri olan Bolşevik parti liderlerinin teorisinde içkin olmayan, olsa olsa taktik açılardan ele alınabilecek, fakat ardılları olan sosyalist önderliğin tabir yerindeyse teori katına çıkarttığı “barış içinde bir arada yaşama” siyaseti sonuçta reel sosyalist sistemi sağ bir çizgiye çekmeye, başlangıçta kazanılan mevzilerin hızla emperyalist-kapitalist cepheye terk edilmesine yol açan bir dizi yanlışlıklara da zemin açtı. Yer yer ortaya çıkan ihtilalci kopuş potansiyellerinin “biricik” Sovyetler Birliği’nin yaşatılması anlamında desteklenmemesinin günahları da olmak üzere, sosyalist bir toplumu demiyorum komünist bir toplumu, genişliği ve niteliği her ne olursa olsun tek bir coğrafi sınır içerisinde inşa etmek gibi, kendisini çevreleyen burjuva dünya düşünüldüğünde dahi olanaksız olan ve Marksizm adına ama bir o derece Marksizm dışı bir teorik tahrifata imza atmakla kalmayıp, komünist kuruluşu ve kurtuluşu, emperyalist-kapitalist sisteme yetişme ve aşma anlamında her alanda karşıt sistemle yarış siyasetine kilitlenme, tekil olarak kısmi başarılar yaratmış olsa da birçok alanda bu yarışta başarısız olunmuş, sonuçta bu “reel sosyalizmin” başarısızlığı sosyalizmin aynı anlama gelmek üzere komünizmin ve tüm bunları tamamlayan bilimsel düşünce kaynağı olarak Marksizm’in başarısızlığı gibi bir yanılsamayı ve diğer bir tanımlama ile kötümserliğin (ya da bezginlik) gerek sosyalist cumhuriyet yöneticileri gerekse cumhuriyet yurttaşları üzerinde genel bir ruh hali olarak genelleşmesinde önemli rol oynamıştır. Öyle ki, Marksist teorinin teknokratça yorumunun etkisi altında iyimser ve bir o derece yıkıcı çizgide sıkışıp kalan reel sosyalizm bu anlamda Marksizm adına kötü bir sınav vermiştir. Bu kötü sınav sonuçta üretilen toplumsal artık değerin cumhuriyet yurttaşlarının sosyal hayat seviyesinin arttırılmasına harcanarak yeniden üretilmesinin potansiyel zenginliği yönteminin geliştirilmesi yerine, toplumsal artık değerin verimsiz alanlara aktarılması-yatırılması ile karşı karşıya kalınmıştır. Dinamik-politik bir toplum yerine, bir tarafta toplum adına yönetenlerin ve diğer tarafta toplum adına yönetilenlerin yer aldığı, yer yer burjuva demokrasisinden bile geri kalan, sosyalizme ve aynı anlama gelmek üzere proleter diktatörlüğü/demokrasisine yabancı bir devlet aygıtının hangi iyimser niyetle olursa olsun varlığını sürdürmesinin boğucu havası kitleleri apolitikleştirmiş, geleceğini kurmaya dair kararlarda yer almaktan uzaklaştırılmış bir toplum biçiminin gerçek anlamda burjuva yabancılığını üretmiştir. Sonuçta bu yabancılaşma, cumhuriyet yurttaşlarının kamu olarak kendisinin olan maddi ve manevi değerlere yaklaşımında birey ve devlet yanılsamasını yeniden ve yeniden katlanarak üretilmesine yaramıştır. Bu tam anlamıyla yabancılaşmadır. Hatta komünizmin kuruluşu için kesin tarih bile saptamak aymazlığında bulunan, devrimin tüm kazanımlarını bir mirasyedi gibi tek tek yitiren reel sosyalist cumhuriyet, (ansızın !!!) bu devrimi yapan ve yaratan, yaşatmak için kanlarını akıtan işçi-emekçi yurttaşların ne yapıyorsunuz? Dahi diyemeyecek kadar kendi devrimine yabancılaştırıldığı, deyim yerindeyse kansız bir geçişle kendisini “serbest piyasa ekonomisi”nin, aynı anlama gelmek üzere emperyalist-kapitalizmin kanlı kollarına teslim edilmesine sessiz kalmış, ekim devriminin davasına ihanet eden iktidarın suçuna ortak olmuştur.

Buraya kadar özetlemeye çalıştığımız iktidarın alınmasından başlayıp iktidarın emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenmesiyle sonuçlanan reel sosyalist iktidarın, başlangıcında önüne koymuş olduğu, nihayetinde insanın insan tarafından sömürüsünün tüm biçimleriyle ortadan kaldırılması göreviyle taçlandırılacak komünizm yürüyüşünün bazılarının ima ve iddia ettiğinin aksine, “gereksizliği” sonucunu çıkartmamak gerekiyor. Yeni bir devrim ve yeni bir komünizm yürüyüşü ekim devriminin yapı işçilerinden farklı olarak daha bir deneyim ve kazanımlar ile yüklü olarak, bu kez yola daha öte bir noktadan başlayacaktır.

Sonuçta adına ne denirse densin bu reel biçimiyle dahi yaşamış olan sosyalizm deneyimi, burjuvazinin ve onun toplumsal/siyasal biçimlenişi olan emperyalizm-kapitalizmin uzun süre korkulu rüyası olmuştur. Hatta diyebiliriz ki, bugün dahi bu korkunun basıncı altında titremekte, tekrar emekten ve özgürlükten yana bir dünyanın olabilirliğinin korkusunu biran olsun üstünden atamamaktadır. Bunu ifade edişimizin ve inanışımızın sırf kendi kendimizi tatmin etme biçimi olduğunu söyleyecek ve düşünecek olanlara sadece güleriz. Nitekim SSCB’nin “yıkılması” ya da aynı anlama gelmek üzere tarih sahnesinden “geçici bir süre” çekilmesi sonucu, 1917 sonrası sosyalizmin alt edilmesi için tüm güçlerini odaklaştıran emperyalist-kapitalistlerin kaldıkları yerden işe başlamakta ikircim göstermemekte olduklarını, yüzlerine geçirmiş oldukları sahte maskelerini hızla suratlarından çıkarttıklarını, çirkin suratlarını açıkça göstermekte sakınca ve haya göstermediklerini her an görerek ve tüm duyularımızla hissederek yaşadık-yaşıyoruz. Daha düne kadar emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenerek demokrasi, refah vb geleceğini düşünen eski reel sosyalist cumhuriyet ve halk demokrasisi yurttaşları daha bir çok hissettiler ama artık çok geçti. Çünkü o her şeye rağmen kendilerinin olan iktidarlarını savunmak ve geliştirip dönüştürmekte çaba göstermeleri gerektiği anda varlık göstermemişlerdi ki. Bunu sosyal halkların işçi-emekçilerin ellerinden birer birer yangından mal kaçırırcasına alındığı, daha düne kadar el üstünde tutulan “sosyal devlet”in lanetlendiği, özelleştirme mantığı dizgesinde özellikle az ve orta gelişkinlikte ülkelerin kalkınması ve göreceli de olsa bağımsızlığının teminatı olan KİT’lerin (bir farkla karlı olanlarının) satışına zorlandığı, IMF (Uluslararası Para Fonu), WB (Dünya Bankası), EU (Avrupa Birliği) gibi kuruluşlar eliyle reel sosyalist blok döneminde varlık kazanan geçici ateşkes döneminde elde edilen ulusal varlıkların bir odağa gelişmiş emperyalist-kapitalist ülke tekellerinin kasasına herhangi bir yöntemin makyevelist etiği ilkesiyle gasp edilmesine hız verildiği, YDD ve Küreselleşme/Globalleşme yalanı adı altında ve adına emperyalist-kapitalizmin bilinen eski vahşetini dünyanın her yerinde açıkça sergilemeye başladığını, bölgesel savaş ve işgallerle onlarca yıl barış içinde yaşamış milyonlarca insan arasına nefret tohumları serpiştirilmiş ve bununla da yetinmeyerek yüz binlerce insanı birbirine karşı kışkırtıp katlettirmiş, bu katliamlarda ikiyüzlüce silahlarını denettirip parasına para katmış, utanmadan seyirci kalmış, bile bile sürecin uzamasına imkân tanımış, yüz binlerce insanın yersiz yurtsuz kalmasına hatta bir kısmından kendisine ucuz emek gücü olarak istihdam etmiştir. Açıkça bir kez ve bin kez daha tekrarlamak gerekirse, insanlık tarihinin barbarlık dönemine yeni ve çok daha derin bir şekilde kendi adını lanet bir şekilde yazdırmakta gecikmemiştir. İnsanlığa, Ekolojik varlıklara ve evrene zararları bu derece açık ve bu derece korkunç olan bu akıldışı emperyalist-kapitalist sistemin yıkılması ve yeni bir dünya kurulması için vakit dünden daha fazla daralmıştır. Bu yolda görev biz Marksist-komünistlere düşüyor.

Sonsöz olarak şunu yinelemekte fayda var. Ekim devriminin bir hata olduğunu söyleyen, yazan tüm eski-yeni sosyalistlere inat ortada çok somut bir problem olarak duran sorun değişmemiştir. İnsanlığın emek ile sermaye olarak ikiye bölündüğü bir dünyada bu Antagonist (uzlaşmaz) çelişki ancak ve ancak şu veya bu yerde devrimci eylemlerle çözülecektir. Bu ise en büyük demokratik katılım olan DEVRİM ile olanaklıdır. Ve bir kez daha geçen yüzyılın başında olduğu gibi insanlığın önüne koyduğu seçenek değişmemiştir. Ya barbarlık içinde çöküş, ya da sosyalizm içinde kurtuluş. Yeniden dünya komünistleri ve işçilerinin seyir defteri olan Komünist Partisi Manifestosu’na dönecek olursak; (Avrupa yerine Dünya kelimesini koyarak) “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti.”





























Metin-6

Eyleme, bilgiye ve özgürlük/ölümsüzlüğe dair.

Merhaba Cemre,

Sıradan bir gününün öğle sonrasında bu satırları karalıyorum.

Canınızın istediğince bir adım dahi atamadığınız. O meşhur deyimle "Özgürlüğün" ki görece özgürlüklerinizin bir süreliğine de olsun elinizden alındığı bir yerde mutlu olunabildiği ölçüde mutluyum. Oldukça büyük ve derece derece artan sürgit bir can sıkıntısı gölge gibi peşimi bırakmıyor. Saçlarımdaki aklar her geçen gün biraz daha fazlalaşıyor. Umut ise yeşermiyor. Ne şarkılar, ne sözler, ne temenniler umuttan yana. Her bir şeyin üzerinde ölü toprağı sinmiş. Silkelesen olmuyor, yıkasan olmuyor. Özlem her şeye, ağıt her şeye. Sizleri mutlandıracak, dolayısıyla kendimi mutlandıracak hiçbir şey yazamayacak bir noktadayım. Öyle bir moment ki, "Evrenin sonsuzluğu içerisinde" ne kadar ufak olursa olsun, içinde barındırdığı enerji bu sonsuzluğu paramparça edip umutlu, mutlu bir sonsuzluk yaratacak derecede dopdolu. Bu iki paradoksun ortasında, boşlukta salınıyorum. Bir saat gibiyim, kurulmasam duracak olan bir saat. Burada onca kalabalık içerisinde yapayalnızım. Fikirce, yaşça uyumlulaşabileceğim bir tek insan yok. Tüm konuşmalar fasit bir çember etrafında dönmek mecburiyetinde. Ve ben her seferinde bu fasit çemberin yörüngesinden çıkması için yaptığım tüm müdahalelerime karşın henüz kısır bir çerçeve içerisinde devinen, el değmemiş, hayatı tanımayan, cahil yanlarıyla epeyce mücadele etmem gerekecek. İnsanı insan yapan emektir. Bu bir yana bir iki aklıselim fikirdaş bulamadıkça, fikri krizi atlatmak uzun vadede gerçekleşecek bir düş olabilir. Burada insanın en tabi hakkı olan yaşamın, baharın, yeniden doğuşu anlatan Newroz'un o tatlı, o hoş kokusu bile alınamıyor. Yağmurdan sonraki o mis toprak kokusu bile alınamıyor. Kokan tek şey tüm şu kahreden baskı aygıtının çürük ve dünyanın en iğrenç kokularından da iğrenç o ölüm öncesi kokusu. Her şey bu iğrençlikte kokuyor. Ne kadar yuğsam da bu koku temizlenmiyor. Daralıp pencereleri, kapıları açsam da kurtuluş, bu cehennemi âlemden kurtulunduğu gün olacak. Evet, o günler, o mümkün olması imkân dâhilinde olan o günler gelecek mi? Ya. Bu her an iğrençleşen günler geçecek mi? Sorular ve sorunlarla yüklü zamanlar geçse. Baharım gelse. O tabiatın mutluluk kokan, sevgi, sevinç kokan günleri gelse. Siz dostlara asıl şu günlerde ihtiyacım var. Beni unutmayın, bana mektuplar yollayın, umut dolu, yüklem dolu mektuplar olsun. Yürekli, sevinçli, sevgi dolu olsun. Hayat olsun, hayatın binlerce temiz, duru kokularıyla dolu mektuplar olsun. Yaşamın en saf haliyle dolu umut dolu mektuplar olsun. Sağlık olsun bu mektuplarda, çünkü henüz her şeyin başlangıcında, bu dört tarafı tepelerle çevrili çanakta tüm bunlara ihtiyacı var şu zavallı dostunuzun. Eğer ki ben hâlâ dostunuz isem. Geçmiş günlerin hatırı var ise. Durun birde şu sese kulak verelim. Hey dostum bir de senden dinleyelim, durduğun yerden hiçbir süse ve abartıya meyletmeden anlat:

—Şey doğrusunu söylemek gerekirse her birimizin bu durumdan rahatsız olduğumuz malum. Her birimizin birçok ve sonsuz beklentilerimiz var. Henüz bizim için burası hayatın başlangıcında önemli bir dönüm noktası. Ha burada maddi ve manevi sıkıntılar çekiyoruz ve ölesiye olmak üzere normal yaşamımızı özlüyoruz. Zorunlulukların çemberinden sıkılıyoruz. Zorunlulukların kıskacından kurtuluş bizim için şimdilik ham bir hayal olsa da buradaki deli aklı ile yapılan ne idüğü belirsiz yaşamdan ne kadar erken, ne kadar sağlıklı bir şekilde kurtulursak o kadar iyi olacak diye düşünüyoruz ve öyle davranıyoruz. Hayatımızın bundan öncesi ne kadar da boşmuş, burada bunları yaşamasaydık anlayamayacaktık. Dolayısıyla bundan sonraki hayatımıza daha sağlıklı, daha sımsıkı, daha omuz omuza tutunacağız. Burada bunu öğrendik. Dahası yaşama sımsıkı sarılmalıyız, yoksa düşeriz. Ki burada düşmekten daha kötü bir eza yok. Toplumda karşılığını kolay kolay ayırt edemeyeceğimiz birçok olgu ve olay burada çırılçıplak karşımıza çıkıyor. Bunu görüyoruz ve görmek kavramakla pekiştirilirse gelişme kaçınılmaz olur, bunu biliyoruz. Yani diyeceğim o ki, biz sonuçta insanız ve bunu denemeseydik hayatta eksiklikti kalacaktık. Şimdi ise eksik değiliz. Mutluluktu aradığın senin, dostlarından mutluluk sipariş ediyordun. İşte dostlar mutluluğa açılan bir iz.

—Evet, teşekkürler dostum. Oradan bir şey mi söylediniz. Evet, evet siz. Öncelikle adınızı alabilir miyim?

—Tabiî ki; adım Delia Stenberg Guzman, ben şunu söylemek istiyorum. ‘Varmak, yolda bir duraklamadır; Attığımız adımları tanımak, önümüzde kalan adımları hesaplamak için belirlediğimiz bir noktadır. Varmak, yeniden başlamak için bir soluktur!’ daha ne diyeyim.

—Sağ olun bayım, ilginize teşekkürler.

—Ben de bir şeyler söylemek istiyorum. Aslında sizler bir takım şeyleri abartıyorsunuz. Yaşam bir süreklilik arz ediyor. Bu süreklilik içinden siz doğrusunu ifade etmek gerekirse cımbızla, sizce önemli bir noktayı alıp ve bu yetmezmiş gibi, tüm diğer bağıntılarından soyutlayarak incelemeye çalışıyorsunuz. Yani laboratuar ortamına benzer bir tecrit ortamının hijyen yapısında incelemeye çalışıyorsunuz yaşamı. Fakat yaşam hiç de laboratuar ortamına benzemiyor. Orada önceden kontrol ve tahmin edemeyeceğimiz birçok etmence etkilenen, dönüşen ve dönüştürülen bir olgu ve durumlar bütünlüğünce çevrili bir şekildeki etkiye maruz kalıyor. Yani yaşam sürekli öğreticidir. Cıvıl cıvıldır. Somurtkan, statik, statükocu ve dahası donuk değildir ve dahası var dostlarım. Olguları daha anlamlı kavramak, duruma daha değişik boyutlardan bakmak gerekiyor ki, bu bile tam anlamıyla olguyu kavramamızı engelleyebiliyor. Bunu ırmağın akışı ve bu ırmağa ikinci bir defa girmeye benzetiyoruz. Tecrübe edebilirsiniz, iki defa aynı ırmağa girilemez, çünkü hem ırmak hem de kişi ve cisim olarak biz değişmişizdir. Sürekli değişim diye de özetleyebileceğimiz bu olgu her şeyin akıcı, değişim içinde olduğunu anlatır. Hülasa, biz diyoruz ki sürekli akan bu yaşamı anlamaya kalkışmak anlamsız bir uğraşıdır. Lokman üstat gibi ölümsüzlüğü boşuna aramayın, doğum ölüm, ölüm doğum. Şimdilik verdiğimiz ad olarak "kader" hiçte tanrısal ya da kelimenin en dar anlamıyla yabancı bir olgu değil, kendimizin tam anlamıyla bilincine vararak kendimizi ifade ettiğimiz, eylemde (toplumsala varan ve öznel olarak bireysellikle sınırlı) bulunduğumuz kısacası kendimizden olan şeylerin bütünüdür. İnsanın insana ezgisi bu yabancılaşmadan kurtulmakla mümkündür. Yabancı olan, kendine ve eylemine dolayısıyla insanlık toplamına yabancı olan yaşamı kavrayamayacak. O toplamı dönüştüremeyecektir. O ölçüde de dünyanın ve doğal olarak kendisinin sınırlarını aşamayarak yok olacaktır. Yani kısaca özetlenen bir deyimle "benden sonra tufan" diyen insan; bir nesne, bir hiç konumuna düşecektir. Hayır. Benden önce var olan ve benden sonrada var olmaya devam edecek olan şu insanlık toplamına iman ederim ki; Ben yaşadım, yabancı olarak değil. Varlığımın ve eylemimin, bilincine vakıf olarak yaşadım diyebilmek için. Eyleme davet, bilgiye davet, özgürlük-ölümsüzlüğe davettir bizimkisi. Eyleme, bilgiye ve özgürlük-ölümsüzlüğe dair…




Metin-7

Çok Hoş ve Tatlı Bir Şeydir (*)

Tüm kutsal metinler insanı okumak ile yükümlü kılıyor. Kelimenin ilk elden düşündürdüğünden maada bir anlamı var olmalı. Bu metinde bir bakıma bunu yapmayı deneyeceğim. Bu yükümlülük; Dünyayı, yaşamı, yaşamımızı, varoluş nedenimizi sorgulamamıza dair bir emir ya da bir diğer nitelemeyle yorumlamaya/eylemeye yönelmek anlamı taşıyor diyebilirim. Bu tanımlama ışığında iddia etmekten kendimi imtina etmeyeceğim bir gerçeklik var ise o da şudur; Bir insanı bir başka insanın gözüyle okumak kendi açımdan oldukça zor bir eylem olmaktadır. Ama ne var ki insanın zorlukların alevden çemberinin içinden tıpkı bir sirk aslanının geçtiği gibi geçmesi ve bu eyleminden dolayı hayretlerle karışık bir hayranlıkla karışık alkışlarla ödüllendirilmesi de gerekli değil midir? Ki bunu kim istemez. Neden mi? Çünkü... Çünküsü şu ki... Ama ben bunu açıklamaktan müsaadenizle şimdilik kendimi imtina etmek istiyorum. Dolayısıyla bu okuma eyleminin bir diğer zor ama asil olan yanı kendi konumum itibariyle bu kendisini okumaya çalıştığım kişi dolayımı ile o kişinin cinsel olarak karşı cinsi temsil etmesidir. Karşı cinsten bir kişinin okunmasının kendi açımdan zorluğu içinde bulunduğum ve karşı cins olarak adlandırdığım kişiye karşı olan diğer bir karşıt cins olarak “öteki” olmaktan kaynaklanan bir diğer olarak yabancı bir bakış ve yaklaşım dolayımı ile bakışta ve yaklaşımdaki zorluktan kaynaklanmaktadır. Ben de doğal olarak okumaya çalıştığım kişi için “öteki” olarak kalmanın zorluğunu yaşayacağım. Bu zorluğu düşünsel ve fiziki olarak bu kişiyle paylaşacağım. Bu paradoks bile olsa. Sanırım tam da burada siz okuyucuya “öteki” beriki” kavramlarına biçtiğim payeyi birazcık açımlamam gerekeceği tepkisini, hissini duyuyorum. Sizi fazlaca merak etmekten kurtarayım ve bu kavramlara verdiğim önemi açımlayacağım. Sıkı durun. Brecht tiyatrosunda (epik tiyatroda denilmektedir), yarattığı “Y-efekti”nden yararlandım. Buradaki büyük harfle “Y” Yabancılaşmanın “Y”sidir. Yabancılaşma kavramı Karl Mark’ın özellikle öne çıkarttığı ve kapitalizmin işleyiş mantığına ilişkin ve içkin bir somutluktur diyebilirim. Marksizm’den etkilenen ve yaralana bir kişi olarak tıpkı benim gibi Brecht’de bu Marksizm içinde içkin olan kapitalizme ilişkin olan temel belirlemeyi; Tiyatro gibi bire bir izleyici ile temas kurma ve onu oyunun içine çekip oyunun bir öznesi olma konumuna sokarak, tiyatroyla öğrenme ve tiyatro ile öğretme gibi kendi içinde spesifik ama teorinin geneline bakıldığında temel yapı taşı işlevi gören ve bu spesifik tartışmanın basit bir aktörü olma konumundan insanı çıkartarak, insanı bilfiil aktör konumuna, yerindeyse insanı teorinin griliğinden çıkartarak pratiğin yeşilliğine sokmakta ve orada sınamaktadır. Tıpkı Eosoup’un aktardığı gibi. İşte Deve İşte Hendek. Naçizane olarak bakışım ve çıkışım noktası olarak bu “Y-efekti”ni bu metne taşımaya çalıştım değerli okuyucu. Sırf bu metne özgü bir durum değil. Örneğin “Mümkündür/Mümkün değildir” metnini ele alırsak, bu metnin alıcısı olan kişiler bu metinde kendilerini bulduklarını hayretle itiraf etmektedirler. İşte bu metinde de bu zor görevle karşı karşıya olmanın tüm zor, sancılı ama bir o derecede de tatlı bir uğraşıya daha doğrusu çabaya giriştim. Ama siz hala şu soruyu sormakta haklı olmalısınız. Kardeşim zorun ne? Evet, zorum nedir? Doğrusu bunu öğrenmek için vakit ayırıp tüm metni “bir zahmet” okumanız gerekecek. Ama yine de şunu belirtmek isterim. Uzun süredir usumda ve dilimde olduğunca bir tümceyle tüm süreci tanımlayabilirim. “Çok hoş ve tatlı bir şeydir” Evet çok hoş ve tatlı bir şeydir tümcesinden yola çıkan bir perspektif ana ekseni oluşturmaktadır. Acaba bu benim için nedir? Bu cümleyi ikili bir anlamda evirebilirim. İlki çok hoş ve tatlı bir şey başlı başına yaşamın kendisi olabilir. Ama yaşam başlı başına sırf kendisi olarak ele alınırsa yani tüm canlı bağıntılarından kopartılırsa oldukça soyut kalır. Dolayısıyla tüm soyutlamalar gibi soğuk kalır. Genel kanının aksine ben kişisel olarak bu ıssızlıktan ve soğukluktan hoşlanmam. Normal olan her birey de hoşlanmamalıdır. O halde bir ikinci anlamla taçlandırmak gereklidir. Doğrusu da bu olmalı. Çok hoş ve tatlı olan şey “o” kişi olmalıdır. Yukarıdaki tanımlama ile “öteki” olan. Ama sırf “öteki” yi temsil eden “o” kişi de yaşamdan ayrıksı olarak var olduğu sürece bir karşıt eğilim olarak oldukça somut ve adeta çıplak olarak kalacaktır. Ben bunu da etik olarak görmemeliydim. O halde bir bütünleşme gerekli. Ben bütünlük için bir önerme olarak şunu ortaya atma cüretinde bulunacağım. Yaşamla “öteki"”olan “o” kişiyi ve “o” kişinin karşısında bir başka “öteki” olan kendimi sürece dâhil etmek ve dolayısıyla tüm süreci yeniden tanımlamak ve yeniden üretmekten geçiyordu. Bu bir önceki önermelerden temelde önemli bir aşkınlık ifade eder. Ama aynı zamanda insanla insan ve insanla doğa arasındaki somutta yaşanan yabancılaşmanın da ortadan kaldırılmasında önemli bir adım olmaktadır. Bu tüm insanlık tarihinin bir esriklik olarak var olageldiği sürece de müdahaledir. Özetle yaşamı kendimize göre “öteki olan “o” kişi ile çok hoş ve tatlı bir şey haline getirebilirdim. Getirmeliyim de. Yoksa kişisel tarihimizin kesiştiği bu momentte başka türlüsü tufan olurdu. Özetin özeti bu metinle yapmaya çalıştığım naçiz girişimimin pratik sonucu bu olmalı, buna hizmet etmeli. Doğal olarak metnin başlığı bu düşünsel pratikten çıkıyor. Geçerken şunları da aktarmakta fayda var. Bu süreci izlerken yani bu metne konu olan “o” kişiyi yani bana göre “öteki” yi yani “o”nu ve dolayısıyla “öteki”ne yani “o”ya göre bir başka “öteki” olan “sen” yani “ben”i. Yahu buda nereden çıktı dedirtecek bir alt metinde şu biçimde yazılabilirdi:(*)
Metne konu olayları, sevinçleri, hüzünleri, dertleri ve en önemlisi bir kişinin manifestosunu izlerken çok önemli bir materyalden yararlanma fırsatım oldu. Bir günce Bu günce dil olarak yalın olmasına karşın, anlatım tarzı olarak gizli bir iç dili olan ve bu dolayımla da kapalı bir metinler, nesirler dizgesiydi. Çoğunluğu konu kişinin duygu yüklü şiirlerinden oluşan bu çalışma ara sıra yazılmış yine duygu ve yüklem dolu metinlerden oluşuyordu. Ve keza sevdiği şairlerden oluşturulmuş dizeler, sevilen veya o anda bulunulan mekânda canlı ya da kaset ve CD’den dinlenilen şarkı/türkülerden sözler, o an için ve kim bilir belki de ebediyete kadar kendisini etkileyecek ve yön, perspektif çizecek, çizdirecek özlü sözler ve önemli anlara düşülmüş tarihli notlardan oluşmuştu. Benim için şimdilik “öteki” olan bu kişi kendisine mahlas izim olarak “serseri şair” nitelemesini layık görmekteydi. Bu bile başlı başına bir ilgi konusu olamaya layık değil mi? Asıl okuma yapılan yerin dışında defterde ilgili kişinin yapmış olduğu ya da yapmayı tasarladığı bir okuma listesi göze çarpmaktaydı. Bu okumalara konu öykü ve romanlar yerli ve yabancı tandanstaydı. Ve Rus, Fransız, Kuzey Amerikan, İngiliz, Türk, yazınında “Sol”a açık bir okuma çalışmasını, çabasını göstermekteydi. Ancak bu okumalarla karşılaştırıldığında bu okumaların tandansına taban tabana zıt bir liste gözüme takıldı. Bu bir şarkı/şarkıcılar listesiydi. Bu şarkı ve şarkıcılar listesinde önceki okuma listesine referansla oldukça absürd bir yön vardı. Her şeye rağmen bir arka plan yaratmada bana faydalı oldu. Ancak bu şarkı ve şarkıcılar ile ilgili alınan notun ilgi kişiye bire bir atfedilmesi doğru olmasa gerek. Çünkü bu alınan not haydi haydi bir dostuna ait olabilir. Bunu ilgi kişiye sormak gerekmez miydi diye bir soru yöneltebilirsiniz ve bu noktada da halkısınız. Ama ben bunu sormayacağım. Bu güncenin son sayfasında notla bölümü yer almaktaydı. Burada okumaya konu ilgi kişinin kendince önemli gördüğü tarihler ile karşılarında tek satırlık açıklamalar düşülmüştü. Bunlar aynı zamanda hem sevinç hem de hüzün tarihlerini gösteren notlardı. Okurken ne yalan söyleyeyim hüzünlendim. Her hüznün sonu gibi itiraf etmeliyim ki bir iki damla gözyaşı da döktüm. İşte bir genç kızın umutları, hayalleri, düş kırıklıkları, yaşama sımsıkı sarılmak istemekte gösterdiği insansal çaba. Keşke çok daha önce tanışabilseydim, karşılaşabilseydim. Seni ne kadar çok üzmüşler. Dostum “serseri şair”. Bu somut doküman dışında metne konu kişi ile yapılan özel sohbetler, gidilen mekânlar, yapılan etkinlikler, alınan armağanlar da bu okumada etkili oldu. Hatta bu okumada yardımcı olan güncenin okunması esnasında bazı bazı konu ilgi kişinin geçmişte yaşadığı an ve anlara ait olan ve geçmişi bugün yeniden üretecek bir takım etkinliklerden de faydalanmaya çalıştım. Örneğin sevilen bir yemek, kırılan bir bardağın bir benzerini almak, saçma da olsa yapmaktan hoşlanılan herhangi bir faaliyet gibi. İçinde kaldığını hissettiği bir takım “uhde”ler. Bu son deyim ilgi kişinin kendisine aittir. Dolayısıyla doğal olan bir şey var ki bunu da aktarmaktan geçmek kendimce bir zaaf olurdu. Bu çabada, anlama anlatma çabasında bu okumayı ve bunu kaleme alınması çabasını yapan bir kişi olarak benim ruh halim, heyecan, sevinç ve hüzünlerim. Kendi içinde bulunduğum toplumsal formasyonum da etkili olmak zorundaydı. Sıkılıkla ilgili kişiyle ve çevresiyle tartışılacak, tanışılacak, nüanslara ve ayrıntılara dikkatli bir bilim insanı gibi eğilinmeye çalışılacaktı. Ne diyelim bu süreçte sanılanın aksine yolum hep açık oldu. Şimdi “Serseri Şair”in şiirlerini okumaya geçebiliriz.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Aslolan Nedir?


muhammet demir kimdir?

Lermantof'un deyimiyle "Ben birgün yaşadım, birgünlük ömrüm olmasaydı, ömrüm ömrü bitmiş ihtiyarlarınkinden beter olurdu" tümcesini kendime ilke edinmiş bir kişi olduğumu söyleyebilirim.

Etkilendiği Yazarlar:
Stefan Zweig,"Satranç", Terry Eagelton, "Azizler ve Âlimler"


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © muhammet demir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.