Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Kokainin etkisi ve içtiği iki biradan ilk kez bu kadar sarhoşluk... Mide bulantısı... Kafa ağrısı... Çelişkili düşüncelerinin birbiriyle yakın teması... Düşünsel çiftleşmeler... Çiftleşme sonucu yeni doğumlar... Doğmuş düşüncelerin ani gelişimi... Gelişmişlerin birbiriyle ensest ilişkileri... Arada bu birleşmelerden doğan piç düşünceler... Yani; nesebi gayrı sahih çocuklar.... Beyin doğumhane... Tüp bebek... Çok bebek... Yetimhaneler... Kimsesiz düşünceler... Ayrık düşünceler... Yani; İSTİSNALAR… Gelen garsonun "Bir bira daha içer misiniz?" seslenmesinin, çalar saat işlevi görmesi... Bu salaş meyhaneyi terk etme zamanı gelmişti. 111.Sınıf Emniyet Müdürüyle, randevusuna kırk dakika kaldığını saati söylüyordu. Saati; şimdiye kadar hiç yalan söylememişti. Pahalı cinsindendi. Bu akşam için dürüstlüğünü niye bozsundu ki?... Hesabı ödedi... Hafif sendelik hareketlerle -reklamı olmasın diye markası yazılmayan- yüksek değerdeki otomobiline bindi... Ana caddeleri değil, ara sokakları tercih edecekti. Ana caddelerin trafiği boğucu olurdu. Trafik polisine yakalanma riski de vardı. Tenha olurdu arka sokaklar... Zamanı vardı... Yavaş yavaş ilerlerdi... Hem düşüncelerini toparlardı... 111.Sınıf Emniyet Müdürüyle konuşacaklarını son kez kafasında toparlayacaktı... Bir sokağı daha bitirmişti. Sıkıştırıp duran arkasındaki araca, iyice sağa yanaşarak yol verdi... İçi kinle doluydu... Öfkeyle... Başka şekilde halledilebilirdi. Kendisine söylenmiş olsaydı; kimsenin zarar görmemesini sağlaya-rak Fatma’yı ikna edebilirdi. Sonu ölümle bitecek tartışmaya ne gerek vardı?... Ah! Fatma!... Toyluğunun cezasını çekmişti... Kendisine de çektiriyordu. Profesyonelliğin gerçek anlamının ‘parayı verenin isteğine göre hareket etmek’ olduğunu anlayamadan gitmişti... Gerçi onunla bu tanımda da uzlaşamamışlardı bir türlü... Basın-Yayın Fakültesi mezunu olmak yetmiyordu. Teorik eğitimin bir de uygulaması vardı. Bir daha... Bir daha... Bir daha ders görmesi gereken Hayat Fakültesinden iyi bir not alamadan toprakla kucaklaşmıştı. Bir sokağın dört yol ağzında, kırmızı yanan sinyalizasyon işaretini görünce durdu. Taşıt yoktu… Görünürdeki birkaç yayanın karşıdan karşıya geçmesini bekledi. Onlar geçtiğinde yeşili beklemeyecekti. Pelerinli, başı kapüşonlu bir bayanın, kendisine bakarak el işareti yaptığını gördü. Takip etmesini istiyordu. Önemli bir işi olmasaydı, bu fiziği düzgün kadına olumlu yanıt vermek için bir saniye dahi beklemeyecek, otomobile davet edecekti. Kadın, soldaki sokağın kaldırımına çıkarken, sağdaki sokağa sapmıştı Özdal. On-on beş metre ilerlemişti ki, aynı kıyafette bir kadın daha gördü. On metre ileride ‘dur’ işareti yapıyordu. Otuz kilometreden yüksek bir hızda seyrediyor olsaydı, fren pedalına basmak para etmeyecek, belki de kadına çarpacaktı. Ağzını açıp rast gele küfürler savuracaktı ki; kadın bulunduğu tarafa yanaşarak, "Beni takip et!..." diye seslendi. "Kimsin?... Neden takip edeyim?..." "Sus konusma!.." dedi. "Gercegi ögrenmek istiyorsan, güzel otomobilinden in ve beni takip et!..." Pelerinli kadının yüzünü seçememişti. Tatlı bir sesi vardı. Türkçeyi, bir İngiliz gibi konuşuyordu. Belki de bazı harfleri telaffuz etmede mazereti vardı. Ne olursa olsun, ses ve üslubu iç gıdıklayıcı ve güven vericiydi... Saatine baktı. Randevusuna yirmi beş dakikadan fazla zaman vardı. "Uzun sürecek mi?" diye sormasına fırsat kalmamıştı. Kadın, kaldırımda yürümeye başlamıştı bile. İşveren sokak kadınlarına benzemiyordu. Kendisine 'gel!’ demişti. Adıyla hitap etmişti. Önemli bir sırrı kendisiyle paylaşmak isteyen bir üslup kullanmıştı. Özdal, mesleği icabı iyi koku alırdı... Önemli bir olayın çözümü kadında saklı olabilirdi.... Arabayı sağda bulunan bir apartmanın açıkta olan otoparkına park etti. Kilitledi... Kadın az ileride, sokak lambası direğinin altında bekliyordu. Hızlı adımlarla yaklaştı. Ona ulaşmasına üç adım kalmıştı. "Beni takip et!" dedi kadın, yeniden... Özdal’dan cevap beklemeden yürümeye başladı. Sanki, zıplaya zıplaya yürüyordu. Ayaklarının yerle teması görünür görünmez arasındaydı. Kısa uzunlukta ki sokağın bitimi, yeni bir sokağın başlangıcı olmuştu. Aradaki yedi adımlık ara boşluğu sürekli koruyarak ilerliyordu. Kadın, yan yana yürümesini istememişti. "Takip et!" demişti. Takip ettiğini çevrenin öğrenmesini istemediğini anlamak için gazeteci olmak gerekmiyordu. Geçtikleri sokak, üçüncü sokaktı. Karıştırmaya başlamıştı sokakları. Dördüncü sokakta olabilirdi. Sonraki her sokak, bir öncekinin benzeriydi. Cep telefonu çaldı. Çağrı müziği, sokakta yankılanıyordu. Okeyledi. 111.sınıf Emniyet Müdürüydü. Bir saat gecikeceğini söylüyordu. Özdal’ın canına minnetti. Sevincini bastırarak, "Sorun değil!" dedi. Aniden gelen bir düşünce içine endişe doldurdu. Bunu niye ilk anda düşünememişti. Kızdı kendisine... Takipten vazgeçmeliydi. Kadın, tekin olmayabilirdi. Otomobilin önünden soldaki sokağa sapan kadın, nasıl olmuştu da dönüş aldığı sağ sokağın on-on beş metre ötesinde bulunabilmişti?... Kadın, aynı kadın mıydı?... Aynı kıyafetten giyinen iki kadın olabilir miydi?... Şimdiye kadar televizyonlarda bile izlemediği bir kıyafetten giyinen iki kadın... İkisi de kendisiyle ilgilenmiş, el işaretiyle ‘gel’ demişti. Fiziksel benzerlikleri de vardı. "Zınk!" diye durdu. Endişe yerini korkuya bırakmıştı. Hiç tanımadığı bir kadının sürekli güneye doğru, sokak sokak dolaştırmasının sonunu göremiyordu. Arabasını park ettiği yerden de çok uzaklaşmıştı. Otomobilini bulmakta zorluk çekebilirdi. Sokaklar çok ıssızdı. Ayak sesleri ve direklerdeki ampullerden çıkan cızırtılar dışında sessizlik hakimdi… Özdal’ın durmasıyla, "Tak! Tak! Tak!" diye ses çıkaran ayakkabıları da susmuştu. Öndeki kadının "Tık! Tık! Tık!..." notalı ayak sesleri ise bir süre devam etti. "Tık! Tııııkkk!... Tı..." seslerinden sonra kesildi. Kadında durmuştu. Kulaklarının çok hassas olması gerekmiyordu; Özdal’ın ayak seslerinin sustuğunu anlayabilmesi için... Geriye döndü. "Ozdal bey! Az kalmisti!" Seslendirme, korkularını azaltmıştı. Böyle güzel bir sese sahip olan bir kadından zarar gelmezdi. Sezgilerine güvenirdi. Şimdiye kadar sezgilerinin sesine kulak vermekle, hiç zarar etmemiş, bilakis geçmiş ömür defterinde, sürekli edindiği olumlu sonuçlar kayıtlıydı... Yeniden, "Tak! tak! Tak!" sesleri, "Tık! Tık! Tık!" seslerini takip etmeye başlamıştı. Beyoğlu’nun arka sokaklarında sürmekte olan takip esnasında ,ayakkabılardan çıkan, "Tak! Tak! tak! Tık! Tık! Tık! Tık! " sesleri ‘pelerinli bir kadını’ takip ettiği geçmişine; o geceye götürmüştü... O anları o geceyi yeniden yaşıyor gibiydi… Aç ve susuz, yorgun argın, işsiz güçsüz, parasız dolaştığı o gün ve o geceyi... Beyoğlu’nda dolaşırken, "Gel!" diyen kadını takibini... Dokunacağı anda kaybedişini... İki tinerciyle olan boğuşmasını... Ustakoz’un kurtarmasını... Patrokoz’la, ve onun kanalıyla; Körebe Medyası Genel Müdürü Cesi ile tanıştırılmasını… Yanlış anımsıyor olamazdı... Aynı bedendi.. Aynı kapüşonlu pelerin… Sokaklarda aynıydı... Seneler önce takip ettiği kadın, bu olabilir miydi?... O kadını kaçırmıştı elinden... Ama takibin yararı olmuştu. O kadını takip etmeseydi mesleki ve ekonomik yönden güçlü olduğu bu günlere gelebilir miydi?... O esrarlı kadın, hala aklının bir köşesinde duruyordu... Bu kez, bu kadını kaçırmamalıydı. Mutlaka görüşmeliydi. Yıllar önce takip ettiği kadının bu olup olmadığının yanıtını da almalıydı. Aşırı merak duygusu içini kaplamıştı… Takibi sürdürmeliydi. Az sonra yorgunluktan aksayan bacaklarının ritim bozukluğu, ayak seslerinin bozumunu da getirecekti. "Taakk!... Taakkk!... TakTak Taaak!..." Rasgele düşünceler beyninde dönmeye başlamıştı yeniden... İstem dışı, daldan dala atlayan düşünceler... Rüyalara inanmazdı... Rüyası doğru çıkmıştı... "Tak-Takı-Takıtak!!!... Jaktak JısTaka cak Caka Jak" Takip ettiği kadının ayak sesleriyle, kendi ayakkabılarından çıkan sesler; anlaşılır hecelemeli sözcüklere dönüşüyordu. "Tak! Tak! Tajı!... Cası!!!... Jes!... Se!... Se!!!... Jessi... Ca!... Ca!... Jes-si-Ca!!!!... Ku!... Ku!!!... rrrrRat-mak!... Jes-Si-Ka-Yı!.... Kurt-Ar-Mak!... JeS-SİK-KAY!!!... KAY!!! KAY!!! .... ıııııIIIII ! YI!... KUR- TTT – AR!... ARRRRRR!!!... MC!... MAC!... Errrrr!!!... Errrr!... Eeeeee!!!... Eeeerrr!!!... JesSika’yı Kurt-ar-mak!!!... Ce-Sik-ka!... CesSikKayı!!!... Ce-S...İyi Kur-tar-tmak!!!.. Ce si yi kur tar mak!!!... Er Jessica yı Kurtarmak!... Er Cesi-yi Kurtarmak!!!... Sı-cak sa-vaş eeeeerrri Jes-si-ca’yı Kur-tar-mak!... Psi-ko-lo-jik Sa-vaş er-i Ce-si-yi Kur-tar-mak!..." Sokak, irkilmişti... Kadının ve Özdal'ın ayakkabılarından çıkan sesleri, yankılatmadı. Üzerinde yürüyen iki insanın, ayakkabılarından çıkan sesleri beğenmemişti. Hoşuna gitmemişti… Sokak, artık sessizliğini bozması gerektiğine karar vermişti. Aksi halde, ‘sokak ne düşünüyor?’ diyerek güya kendine soru yönlendirmiş gibi gösterilecek ve yanlış tercüme edilecekti düşünceleri… Sokak; "Sokakta Sokak, öznel sesini verdi… Öznel sesine yankı da veriyordu. "Jes-si-ca’ları kurrrr-tar—mak?... Ya Fa-tı-ma’la-rı Kur-tar-mak! makmak!... mak!!!" Kadının ayakkabıları, "Güzel yüzlü, güzel gözlü, Güneyli 19 yaşındaki gencecik kız!..." diye ses verdi. Sokak karşıladı. "Lejyonerlik!!!... Yani; Kiralık katillik!!!... Yani; Beş yaşındaki Fatıma’nın yaşlı gözlerinden gözlenen çirkinlik!!! Lik!!!... LİK!!!" Kadının ayakkabıları inatçı yinelemelerdeydi. "Er Jessica’yı Kurtarmak!!!" Sokak, yankıyı farklı verdi. Dönüşüme uğrattı. "Er Jessica kurtarıldı... Fatıma’yı kim kurtaracak!... Er Jes(s)icaların, Cesilerin elinden sivil Fat(ı)maları kim kurtaracak...." Kadının ayak sesleri konu atladı. "Son elli yıl... Derin müttefik ilişkiler... Dumura uğramamalı!... Gel Tezkere!... " Sokak, ses verdi. "50 adet Istakoz halkasından oluşma zincir... Dışsal destekli, içsel sömürü... Fat(ı)maların dramı... Geçmişin yeni versiyonu!..." "Demokrasi, insan hakları... Demokrasi ihracı, terörizmle savaş!..." Bu sözler, kadının ayak seslerinden gelmişti.. Sokak gürledi.. Gökyüzünde; uzaklarda şimşek çaktı... "Terörizmin öğretmeni... Öğrencilerini demokratik yolla seçecek!..." Kadının ayak sesleriyle, Özdal’ın ayak sesleri düet sunuyordu... "Ilımlaşma... Normalleşme... Modernleşme... Küreselleş-me... Tek ulus... Tek devlet... Tek ekonomi... " Sokak ses verdi. "Ilımlaşma, Normalleşme, Modernleşme, Küreselleşme; hoşgörü... Demokrasi... İnsan hakları... Değişik renk ve seslerin birlikteliği... Güzellemeler... Güzel şeyler... Amerikancası; amerikan boyundurluğu... Küresel diktatörlük yolu... Tek merkezden çoklu sömürü... Fatma’ların... Fatıma’ların ağlatılması... Cesilerin, Jessicaların ağlatması... Silikleşme... Donma... Emir kulu olma... ‘Bir yanağına vurana diğer yanağını çevir’ düsturlu Hıristiyanlaştırma...Tecavüze uğrama... Halklarda, ABD destekli iktidarlara olan patlamaya hazır tepkinin önlenmesi... Uydu iktidarları demokrasiyle makyajlama, kendisine zarar vermeyecek kadar ve gerektiğinde kesintiye uğratabileceği kadar ,demokrasi sunma... Amerikanca demokrasi eşittir: demoklesin kılıcı…" Bu sözler, pandoranın kutusunun açılmasına yetmişti. Kutunun içinden; ‘Amerikanca Demokrasi Uygulamalı Ders Öğretisi Paket Programı’ çıkmıştı. ABD’nin uygulamalı demokrasi dersleri başlamıştı... ABD, ülkesi dışındaki demokrasi anlayışını gerçek yüzüyle, uygulamalı öğretilerdeydi... Hava sahasından çıkan sesler Amerikan uçaklarının Irak’a bomba atma amaçlı uçtuğunun habercileriydi. Çiçek atmaya değil... Bomba atmaya... Hava sahasından gelen haberler, bilinçli bilinçsiz yalan olmazdı. Gökyüzü yalan söylemeyi hiç mi hiç sevmezdi. Bir kısım medya değildi... Yıllar önce emperyalizme karşı yöre halkının gösterdiği direniş nedeniyle adı 'Urfa' iken, geçte olsa 'Şanlıurfa' olarak ismi değiştirilen kentin üzerinden Amerikan uçakları geçerken, her nasılsa kıçları gevşiyordu. Bilinçli bir gevşemeydi. Gevşeyen kıçlarından, Şanlıurfa coğrafyasının kırsal bir bölgesine, büyük bir sesle ve yarık açarak, tehdit kokulu osurukta bırakarak düşen füzeler, özelde küçük çocukların korkulu rüyası olmaya başlamıştı... Bir kara taşıtında bulunan birinin –beş yaşındaki bir çocukta olsa- çikolata ambalajını dışarıya atımını dahi suç olarak niteleyen, en azından taşıt sürücüsünü cezalandıran Hukuk; duymaz, konuşmaz, görmez mi olmuştu?... Konu Hukuk alanıydı... Ehli hukukçulardı... Ama birkaçı dışında suskun kalmışlardı. Geneli; soruları yanıtsız bırakmışlardı... Soruları kim soruyordu şimdi... Kim diyordu bunları?... Soruları, kimseler üstlenmedi. Varsa yanıtlayan, o da duyulmuyordu. Sokak, tahammül edemedi… Düşüncelerini kamuoyuna sessizce açtı. Konuşmuyordu. İsteyen düşüncelerini okuyabiliyordu. En yumuşak deyişle, bilinçli veya bilinçsiz taksir suçu vardı. Her suç soruşturulmaya mahkumdu ülkede... Ön soruşturmaya, suçun işlendiği yerin Cumhuriyet Başsavcılığı yetkiliydi. Savcılık nezaretinde, gerekiyorsa hazırun uzmanlarla kırsal veya kentsel yöreye göre değişen Jandarma ya da Polis kolluk gücünden yardım alınarak gerçekleşen ön soruşturma kuralının; bu kez istisnası olacaktı... İSTİSNALARI çok severdi ülkemiz... İstisnalar, genelde özel kurallar da gizlenirdi. 'Özel yasa böyle kardeşim!' denirdi. Özel kural, genel kuraldan öncelikliydi. Sokak, bilmiyor muydu?... Belki de bilmezlikten geliyordu. Sokak, art niyetli olabilirdi... Art niyetli de olsa düşünceleri okunmaya değerdi... Hele Büyük Amerika söz konusu olduğunda 'istisnalar' daha bir önem kazanıyordu... Peki soruşturma, inceleme hiç mi yapılmayacaktı?... Kıçını tutamayan Amerikan uçaklarından düşen füzelerin cesetleri, Şanlıurfa topraklarında mı kalacaktı?... Çorbayla, bulgur pilavıyla, kuru fasulye ve benzeri hububat, bakliyatla beslenen kırsal kesimin çocukları tarafından üzerlerine, ‘Büyük Abdest’, ‘Küçük Abdest’; modern deyimle, tuvalet gereksinimlerini gidermeyeceklerini ve hatta su olmadığı takdirde yerden aldıkları taşla yaptıkları avret temizliğini bu kez, füzeden kopmuş veya koparacakları ufak parçacıklarla yerine getirmeyeceklerini, kim garantileyebilirdi... Hadi, hamburgerden ve koladan kaynaklı dışkılar olsa bir nebze... Kuru fasulye... Bulgur pilavı... Mercimek çorbası... Hele tarhana çorbası... 'Cık!... Cık!... Cık!' Bir hurdacının, metal aksamı alarak, satıp, para kazanıp, ailesine ve yapılacak alışverişlerle ülke ekonomisine katkıda bulunmayacağını kim garantileyebilirdi?... Bir aklı evvelin aklına gelip, Hukuku konuşturup, ‘Eylem suçtur! Suç konusu mallar devlet tarafından müsadere edilir!’ ilkesini yorumlayarak, ya Türkiye Devleti'ne geçmesini sağlarsa?... Amerikanın derin politik ilkelerine aykırı olmaz mıydı?... Bir ülkenin ekonomisine ufak bir yardımda bulunmak için karşılığını almak veya almayı garantilemek; ‘değiştirilemez, kaldırılamaz, kaldırılması ve değiştiril-mesi teklif dahi edilemez’ amerikanca ilkelerdendi... İlkelere uygun hareket edilmekte gecikilmedi. Adana’nın, ABD İncirlik üssünde bulunan Amerikan askerleri olay mahalline ulaşmıştı. Kadın askerlerden birinin ağzında sakız vardı. Sokak, ‘yanlış anımsıyor olabilirim,’ dedi alt sesle... O askerin her sakız çiğnemesi, Jandarma kordonu ardında bulunan köylülerce; beyinlerinin, ciğerlerinin, kalplerinin, onurlarının kısaca; tüm varlıklarının çiğnenmesi gibi gelmişti... Onlar uzmandı. Uzmanlık görevini tek başlarına yerine getiriyorlardı... ABD askerleri, heyecanlanmayan, donuk yüze ve bakışlara sahip, başları ve göğüsleri dik Rambolu-Mambolu filmlerde boy gösteren başrol oyuncuları gibi hareket edip, ciplerine bindiler. ABD Askeri uzmanları, ‘No problem!’ diye sevinirlerken, bir televizyon izleyicisi gibi hareket eden yöre insanları, donmuşluktan kurtulmuştu her nasılsa. Büyü bozulmuştu… İzleyici olarak kalmak istememişlerdi. ‘Var problem!’ demeye başladılar. Cipleri taşladılar... Sloganlar attılar... Savcılık bu kez soruşturmaya hazırdı. Sanık sandalyesine, tabiiyeti ABD olanlar (hele füze bırakan uçakların pilotları) değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Şanlıurfa köylüleri oturtturulacaktı… Köylülerin bu eylemleri hakkında yorum yapmak, sokağında cesaret sınırını aşıyordu... Oto sansür uyguladı.... Ülkeye; Avrupa Birliğine girme endeksli demokrasi kokulu yasalar yeni yeni ithal edilmeye başlanmışsa da ileride bunların atılmayacağını kim garantileyebilirdi?... Ülkede varolan değişik dil ve lehçelerle yayın yapma patentli ithal etkiye karşı kısa süreli, sabahın ayazında, herkes uykudayken televizyonda yayınlamak gibi bir tepki gösteren demokrasi anlayışı, pek güven vermiyordu kendine... Hele!... Hele bir söylem azıcık ucundan Amerika’ya dokunuyorsa... Düşünce ve düşünceye ifade özgürlüğü gibi demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, ne kadar geçer akçe olurdu, Amerikan merkezli küreselleşen dünyada... Amerikanca Küreselleşme; fiziksel ve beyinsel anlamda kendi aleyhine çalışan ve çevreyi etkileyebilecek kapasitede olanları yakın tehlike olarak vasıflandırıp, terörist damgası vurup, o kişi ya da kişiliklerin kendi ülkesine veya küresel cezaevlerinden birine gönderilmesini isteyebilecek kadar yetkili ve donanımlıydı. Ya sokağı da misafir etmek isterse?... Sokak güldü… 'Ondan büyük Allah var!' dedi. Hem Amerikanca Küreselleşme Merkezinin yorulmasına gerek yoktu. Müttefiklik ve stratejik ortaklık ne güne duruyordu. Şimdiye kadar onlar aleyhine yapılan hangi işlem, eylem, düşünce cezasız kalmıştı ki?... 'Yok! Yok!... Darbeye de gerek kalmadan bu sorunları çözebilecek kadar demokratikleşmiştik!...' Özel yasalarımız vardı. Ya özel yasa yoksa?... Çıkarılırdı… 'Yeni çıkan ceza yasasının geçmişteki eylemlere ve eylemcilere aleyhlerineyse uygulanmayacağı' ilkesi?…' Tamam! Tamam!... Hiçbir uygun yasa bulunamazsa, en azından genellik içeren, ‘Yasanın suç saydığı bir eylemi övmek suçtur’ hükmüne girdirilebilirdi... Hele vaki eylemlerinden dolayı köylüler bile soruşturmaya tabi tutulmuşken ve yargılanırken oto sansüre devam etmeliydi... Yoksa, ‘Yasanın suç saydığı bir eylemi övmek suçu’ başı üzerinde demoklesin kılıcı gibi dolaşmaya başlardı… Bu konuyu kapamalıydı... Devamı: 14.sayfada
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |