Dünyaya geldiğinden, dünyada bulunduğundan, dünyadan gideceğinden hoşnut olan bir kimse görmedim. -Namık Kemal |
|
||||||||||
|
Beş Yıl Sonra Taksim meydanı, aynı gayeyle akın akın gelen insanları konuk ediyordu bugün. Üzerlerinde ve taşıdıkları flama ve afişlerde, suça konu olabilecek bir nesne ve içerik bulundurmayanlar, alana alınmaya hak kazanıyordu. Meydan, tencere ve kapakları ellerinde bulunduran kadınlı erkekli insanlarla doluşmuştu. Yoksul halk tarafından düzenlenen miting, ‘Açlık ve İşsizlik İşkencesini Protesto’ isim ve temalıydı. Mikrofonda söylenen şiirler, söylemler, sloganlar ile arada olan boşlukta, kasetten yükselen ezgiler hep ‘açlık’ temalıydı. Tencerelere vurulan kapakların çıkardığı metalik seslerde, "AÇ-IZ!" notalıydı. Bu seslerin ritmine uygun, fakat heceleme kuralına uyumsuz hep birlikte söylenen sözcükler de aynıydı; "AÇ-IM!" ‘AÇ-IZ!’ "AÇ-LAR!" Mikrofondaki gür ses, topluluğu heyecanlandırmaya, canlı tutmaya yönlen-diren bir ses rengine sahipti. "EY TOPLUM!... NASILSINIZ?..." Kapaklarıyla, tencerelerine vuran topluluk bireyleri yanıtlamakta gecikmiyordu. "AÇ-IZ!" ‘AÇ-IZ!’ "AÇ-IZ!" "DUYAMADIM!!!" "AÇ-IZ!" ‘AÇ-IZ!’ "AÇ-IZ!" "TENCERELERİNİZ NE DİYOR?!!!" Bu soru geldiğinde; sadece kapakları, ‘AÇ-IZ!’ ünlemini verecek notada iki kez tencerelerine vuruyorlardı. Topluluğun geneli kendi bağırlarından çıkan türkü formatındaki ezgilerden hoşlanmasına rağmen, metal tencerelerden çıkan birkaç hecelik metalik ezgiyle yanıt veriyorlardı. Bu onlar için çokta önemli değildi. ‘AÇ-IZ!’ kelimesinin yabancı ezgilerde karşılığı farklı olsa da, duygu ve düşünce anlamı hep aynıydı. Aynı üzücü imgeyi anımsatan kalıplardı. 'Türkiye Genel İşsizleri ve Asgari Ücretli İşçilerinin Gayrı Resmi Konfederasyonunun' düzenlediği bir mitingdi bu... Aç bırakılmalarına, aç kalmalarına... İstatistik Enstitüsünün belirttiği kişi başına düşen 3000 Amerikan doları yıllık gelirin çalışanların ellerine geçmedi-ğini, işsizlerin ise iş bulamadıklarını ifade etmeye yönelik bir mitingdi. Yetersiz olmasına rağmen yine de ellerine geçmeyen kişi başına düşen bu geliri; gelirlerine ekleyenleri, eklenmesine neden olanları, buna sessiz kalanları uyarmak... Sorumlu olanların kulaklarına, kulak tırmalayıcı mekanik, metalik seslerle mesaj verme ve merhamete getirme amaçlıydı... Tencerelerin birçoğu ucuz cinsinden alüminyumdu. Hafifti, taşınması kolaydı. Kapağıyla temasta çok ses çıkartıcıydı. Bu tencerelerin sahiplerinin birçoğunun evinde et yeme sorunu, çözülmeden aşılalı uzun bir süre olmuştu. Bulgur pilavı pişirebilip, pişirememe konusunun asıl gündemlerini işgal etmeleri ise azımsanmaya-cak bir süreye tekabül ediyordu. Topluluk; değişik dinlere, dillere, mezheplere, siyasi görüşlere, zevklere, ırklara sahip ufak grupları barındırıyordu. Her grup, ait olduğu yapının alt kısmını teşkil ediyordu. Açlık sorununu belirsiz bir süreye kadar yaşayacak alt kesimi... Kendi asli gruplarında belli bir kesimi, kişi ve kişilikleri yukarıya çıkarmada aracılık yapmış, merdiven olmuş, duygu ve düşünceleri, emekleri sömürülmüş insanlar... İhanete uğramış insanlar... Yükselttiklerinin, yüksekten baktığı süjeler olmuş insanlar... Yükselttikleri insanlar için önceden yırtılan gırtlaklar, ilk kez kendileri için yırtılıyordu... Bu kez bağırtılarının boşu boşuna olmadığının bilincindeydiler... Önderlik yoktu... Birileri için bağırmak yoktu... Birilerinin sıkıntılarını çözmek için değildi... Kendileri içindi bağırtıları... Kendilerine ihanet ederler miydi?... Sorun değildi. Kârı ve zararı kendilerine ait olacaktı... İçlerindeki öfkeyi ne kadar dışavurumlasalar o kadar rahatlayacak-lardı. Açlardı... Aşırı öfke yüklenimi, şişlik yapmıştı... Nefes almakta zorluk çekiyorlardı. Kusmaları gerekiyordu. Kusma ortamıydı bugün... Her taraf kusmuk kusmuk olmalıydı... Hatta mitingin ikinci adı, ‘Kusmuk Mitingi’ olmalıydı. Klasik tükürük tepkisi zamanaşımına uğrayalı yıllar olmuştu. 21. y.y.da tükürük yeterli değildi dinginlik için... Çevreciler, kusanlara ve kusmuklarına sinirlenirler miydi?... Bir çevreci mikrofondan verdiği sesle rahatlatmıştı az önce... "Toplumu ve çevreyi kirletenlere karşı kusmak, dezenfekte işlevi görür!" demişti. Yeni sloganlara gereksinim vardı. Gereksinim, icat ediciydi. Topluluk yeni sloganlar buluyordu. Mikrofondaki soruyordu. Ve yanıtını alıyordu. "Aç mısınız!?... Tok musunuz!?..." "Açlığa tokuz!... Tokluğa Açız!..." "Ulusa sesleneyim mi?!" "Hayıııırrr!..." "Neden?!" "Kulağımız tok!" "Ulustan sesleneyim mi?!" "Hayır!..." "Neden!?..." "Ulus biziz!" "O Halde... Ne bekliyorsunuz?... Seslenin!" Yine ağızlardan ve tencerelerden içeriği acı görkemli sesler yüksel-di... "AÇ-IZ!" ‘AÇ-IZ!’ "AÇ-IZ!" "DUYAMADIM!!!" "AÇ-IM!" ‘AÇ-IZ!’ "AÇ-LAR!" "Kim Aç?..." "Ben aç-ım!" "Kimler Aç?" "Bizler!" "Doymayanlar?..." "Onlar!" "TENCERELER NE DİYOR!!!" "AÇ-IM!" ‘AÇ-IZ!’ "AÇ-LAR!" "Ey halk!... Düete hazır mısın?..." Düet, aşık atışması biçimiyle gerçekleşecekti… "Hazırız!" "Dininiz?..." "Farklı!" "Irkınız?..." "Farklı!" "Mezhebiniz?!..." "Farklı!..." "Diliniz?" "Farklı!" "İdeolojiniz?..." "Farklı!" "Birleşik Noktanız Vaa mı?..." "Vaa dır!..." "Birbirinizden kız alıp vermeniz mi?..." "Değil!" "Ya!..." "Yandaşlarımızca sömürülmek!..." "Başka?..." "İhanete uğramak!..." "Başka?!..." "Açlık!..." "Aç bırakanlarla aynı gemide misiniz?..." "Eveeettt!!!..." "Gemi batarsa hepiniz boğulur musunuz?..." "Hayır!..." "Neden?..." "Onların başka gemileri de var!..." "Kusmaya hazır mısınız?" "Eveeettt!!!" "Başlayalım mı?..." "Eveeetttt!!!" "Biirr!!!... İki... Üç..." "Böööööggggg!!!!" Topluluktakiler kusar gibi hareketler ve sesler çıkarmıştı. Düet bir süre bu minvalde sürdü. Yorulan mikrofonbaşı ile topluluk dinlenmeyi hak etmişti. Yeniden kolonlardan müzik ezgileri yankılanmaya başladı. "Sesli-sessiz gemideyiz! Batıran onlar! Batan biz!..." ... "Birbirimizden kız almış, kız vermişiz!... Verdiğimiz kızlar, aldığımız kızlar; eşleriyle ve çocuklarıyla birlikte aç!" … "Al dikerim, giyemem, Bal yaparım, yiyemem, Al satarlar, bal satarlar, Emek para etmez alamam. Ustam ölse, ne fayda Mirasçısı olamam." ... "Renk ayrık, ses ayrık!... İhanete uğramak ile açlık ve işsizlik; vazgeçilmez ortaklık!..." … "Ulusa sesleniş!... Ulusa sesleniş!... Aç mideye, tok kulağa sesleniş… Ulustan sesleniş!... Ulustan sesleniş!... Tok mideye, mühürlenmiş kulağa sesleniş!.." … "Çalışan Biz Tüketen Onlar! Kullanılan biz, Kullanan onlar!... Onlar ‘Evlat!…’ Bizler ‘üvey evlat?..’" Daha birçok slogansal yeni ezgiler, topluluğu oluşturan bireylerin yüreklerine tercümanlık yapıyordu. Ezgilerde ki sözler ‘donuk sloganlar’ değildi. Estetik miydi?... Tartışılabilirdi. Bireylerin duygularına tercüman olma yönünden özet imgeler içermesi yönüyle estetikti... Hem alt toplumun ve bireyin estetik anlayışı, yukarıdakilerden farklıydı. Yukarıdakilerin ‘Küfür edecekseniz de, estetize ederek söyleyin, rahatsız olmasın kulaklarımız!’ kuralına uymama bilincini olanca haşmetiyle sürdürüyorlardı. Biliyorlardı ki; onların çıkardığı tüm kurallarda olduğu gibi, estetik kuralları da onların yararlarınaydı… Uymak zorunda değillerdi. Duygu ve düşüncelerini kabuklara büründürmeyeceklerdi. Varolan değerlerinde de böyle bir kural yoktu. Gerçek; çıplak olmalıydı… Gerçeklik, tüm çıplaklığıyla salına salına dolaşmalıydı, sokaklarda ve meydanlarda… Mitingi izlemeye ve kamuoyuna izletmeye gelen medya gruplarının muhabirleri, boş durmuyordu. Yanında beş yaşlarında bir kız çocuğu olan genç kadına, Körebe medyasının muhabiri Gazi, soru yöneltiyordu. Kamera ve mikrofon, içi su dolu plastik bir torbaya yapılan çuvaldız etkisi yaratmıştı genç kadında. İstese de zapt edemeyeceğini biliyordu, gözlerinden akan incecik yaşları... Silme ve sakınma gereği duymuyordu. Ağlamak ayıp değildi... Ayıpsa; bu ayıp öncelikle ağlatanlara aitti... Gazi'nin sorusu, mitingin anlamına uygundu. "Gerçekten aç mısınız?..." Bu soruyu başıyla onayladı. İkinci soru gelmişti. "Çalışsanız?..." "İşi kim kaybetmiş ki biz bulalım." "Kocanız da mı işsiz?..." "Bilgisayar teknikeri... İş bulduğunda çalışıyor..." Derinden gelen hıçkırıklarla konuşmasına devam edemedi. Kısa sürmüştü bu an... Konuşmasına devam etti… "Kocam çalışsa da çalışmasa da açız... Bir günlük ücreti, çocuğumun bir günlük gıdasını bile karşılayamıyor..." "Başbakanın, ‘Devlet hangi birinizi doyursun?... Her şeyi Devletten beklemek olmaz!...’ sözlerine ne diyorsunuz?..." Kadın, akmakta olan gözyaşlarını elinin tersiyle kuruladı. Hafif eğik belini doğrulttu. Göğüsleri ve başı dimdikti şimdi. Gözleri alabildiğince açıldı. Alnında sinirli kırışıklar oluştu. Burun delikleri, bedenine daha fazla oksijen almaya çalışan bir astımlının ki gibi genişledi. Soluyordu... Solumaları mikrofona olanca canlılığıyla yansıyordu. Gazi, kadının yanıtını soğukkanlı görünmeye azami gayret göstere-rek bekliyordu. Sabrının meyvesini almaya başlamıştı. "Biz dilenci değiliz... Bize ait olanı, bazı şirketlere, kişilere peşkeş çeken soygunculardan hakkımızı istiyoruz..." Bir kısım bireyler az bir boşluk bırakarak çevrelerinde daire oluşturmuş, muhabir ile kadının diyaloglarını izliyor ve dinliyorlardı. Onlardan da benzer sesler çıkmaya başlamıştı. "Hakkımızı istiyoruz!... Hakkımızı!..." Toplumdan yayılan kitlesel enerji, kendi enerjisiyle reaksiyona girmiş, öfkesini iyice açığa çıkarmıştı kadının. "Dev...i…n…" Gözü, elini sıkı sıkıya tuttuğu ve aynı sıkılıkta elini tutan kızına kaymıştı. Çocuğunun yanında söylenmemesi, hatta televizyondan bile çocukların duymaması gereken sözleri sarf etmemeliydi. ‘Çocuklar Duymasın’ dizisini anımsadı. Çocuklarının işitip işitmemesinin önemli olmadığı konularda dahi aşırı duyarlılık göstererek mutfağa geçen anne ve babayı... Örnek alırdı o anneyi... Dizide örnek aldığı kadının gerçek hayatta kocası dışında biriyle arasında geçen dedikoduları; onu seven dizi izleyicisi çocukların işitme duyularına ulaşmamış mıydı?... Çocuklar, medya kanalıyla bu haberleri duymamışlar mıydı?... Hayır!... Hayır!... Örnek almamalıydı onun dizideki halini ve gerçek hayattaki rolünü... Çocuklar yeni nesildi... Nasıl olsa duyurmadıkları birçok konuyu bir şekilde çevreden ve televizyondan duyuyorlardı. Kızı Cuan’da duymalıydı bazı gerçekleri... Şimdiye kadar sakladığı bazı gerçekleri... Yanıtsız bırakmıştı onu çoğu kez... Yanında kola hediyeli Mc Donald’s hamburgerinden alamayıp, onun yerine dört katı ucuz olan tavuk döneri neden almak zorunda kaldığını... Kola yerine, musluk suyunu tercih ettiğini… İki ayı aşkın zamandır tavuk döner dahi alamadığının nedenini onunda bilmeye hakkı vardı. Kötü örnek olmayacaktı yani... Konuşacaktı!… Çocuğu dahil herkes duymalıydı… Hatta, ‘Soyguncular Duymasın!’ dizisinde mi oynuyordu sanki?... Onlar da duymalıydı. Yüksek sesle söyledi; duyulmasını istediği sözleri… "Bedenimizi mi satalım?... Hayır satmayacağız!... Cebimizi soyanlara, giysilerimizi çıkarmayacağız... Onların cariyesi olmayacağız... Onların masa mezesi olmayacağız! Bizden çaldıklarından iade edecekleri ufak kırıntılar karşılığında, bedenimizi onlara peşkeş çekmeyeceğiz!... " Gazi, "Sakin olun!" diyerek yatıştırmaya çalıştı kadını... İyi biliyordu ki onun bazı kelimeleri ‘bip’lenecekti, editörlerce... Kadın, hızını alamamıştı. Öfke, gök kubbeye tavan yapmıştı!… "Pezevenkler, orospu yapamayacaklar bizi!!!…" Kadının ses tonu ve gözleri, okumuş biri olduğunu çağrıştırıyordu... Yayın için gerekli değildi ama merakını gidermek istedi. Mikrofonu kapatarak, "Ne mezunusunuz?..." diye sordu. Bu soru sakinleştirmişti kadını… "Basın-Yayın Fakültesi... Neden sordunuz?..." "Sadece merak ettim... Bizi kırmayıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ediyoruz." Mikrofonu açtı ve tekrar kameraya döndü Gazi... Edindiği etkiyi sesine de katarak sunuşta bulunuyordu; "Evet! Sayın seyirciler! Mitinge küçük kızıyla katılan bir yurttaşı dinlediniz... İnsanlar, iş istiyor!... İnsanlar aş istiyor!... Sağcısına, solcusuna, dinlisine, dinsizine, yezidisine, süryanisine, alevisine, sünnisine, lazına, çerkezine, kürdüne varıncaya kadar değişik renk ve seslere sahip insanların ekonomik anlamda alt kesimini teşkil eden bu büyük topluluk, öznel kimliklerini miting alanının dışında bırakarak, "Açlık ve işsizlik İşkencesi’ başlıklı ortak sorunlarını yöneticilere duyurmak ve kamuoyunu bu yönde etkilemek için düzenledikleri bağımsız ve bağlantısız öznel amaçlı miting hiçbir taşkınlığa meydan verilmeden devam ettirilmektedir... Bir dramı yaşıyoruz. Aç insanlar sokağa çıkmış geleneksel değerlerinden olan; ‘Aç olsan da açlığını söylemen ayıptır!’ değerini yok sayarak göğüslerini gere gere ‘Biz açız!’ gerçeğini ifade ediyorlar..." Konuşmasına ara verdiğinde, kameramana topluluğu çekmeye devam etmesini işaret etti. Çekilmedik hiçbir ayrıntı kalmamalıydı... Biliyordu; konuşmaların ve görüntülerin birçoğu kesilecekti. Eklenti yapılacaktı. Yer değiştirecekti. Önemli değildi. Üzerine düşeni yapıyordu. Medyanın en önemli ilkelerinden, ‘kamuoyunun sesi ve gözü olma, bilgilendirme’ görevini bir kez daha yerine getiriyordu… Topluluğun duygu ve düşüncelerini yansıtan bir konuşma yaparak en azından kendisini rahatlatmıştı… Biri seslendi kendisine: "Gazi!... N’aber oğlum?" diye. Bu Özdal’dı... "İyilik n’olucak. Ya senden?" "Her şey iyi gidiyor, şimdilik... Cebin niye kapalı?.. İmece bir türlü sana ulaşamamış... Bozuk çalıp duruyor." "İmece ne yapacakmış beni?" diye sordu, sinirli bir sesle Gazi. Özdal, dudağını yaladı. Zevkli anlarına özel bir davranışıydı. İmece nedeniyle, Gazi'yle üç ay süren kırgın günlerinin üzerinden yıllar geçmişti... İlk zamanlar, İmece’nin kendiyle varolan ilişkisini birdenbire sonlandırmasından kuşkulanmış, sürekli kendiyle birlikte çıkması ise kuşkusunu kesin kanıya dönüştürmüştü, Gazi'nin… Aşırı sıkıştırmasına en son dayanamamış gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştı… Hala bir yanıyla kırgın ve kızgın olduğunu hissettiren Gazi’yle bazı gelişmelerle aralarındaki buzlar çözülmüştü. Bunda İmece’nin Cesi’yle geliştirdiği yakınlıkla, kendiyle bir yıldır çıkmayı bırakmasının büyük payı olmuştu. Ortak paydaları vardı şimdi. ‘İhanete uğramak!...’ Ortak sorunlar, sahiplerini birbirine yakınlaştırıyor, aralarında varolan düşmanlıkları unutturuyordu... Buna rağmen, İmece’nin adının geçtiği her cümleye, Gazi’nin aşırı kızgınlığını gözlemlemek hoşuna gidiyordu. Gazi'nin ‘İmece ne yapacakmış beni?...’ sorusunu yanıtladı. "Sultanbeyli’de bir gösteri varmış... Senin oraya gitmeni emrediyor..." "Emir mi?... S….. Ya sen?..." "Benim çekime devam etmemi istedi." 'Lanet olsun!...' dedi içinden... Tatmin olmamıştı. Bu kez sesli söyledi: "Lanet olsun! Hep sen başımıza bela ettin bu kadını... Son günlerde iyice havalara girdi." Özdal, gülerek, "O işini iyi biliyor... Dedikodulara göre bugünlerde Cesi hanım ile aralarından su sızmıyormuş." "İlerde ikinci müdür olursa hiç şaşmam... Neyse ben gidiyorum... Hadi size kolay gelsin." "Sana da..." Gazi’nin ayrılmasıyla çekimlere, sunuşlara kaldığı yerden devam etti Özdal: "Ülkemizin toprağı ve suyu bol bir tarım ülkesi olduğunu, varolan nüfusun dört katını besleyebilecek kapasitede olduğunu anımsatarak, miting alanından yayınımıza devam ediyoruz..." Kucağında kedi bulunduran bir kadını çekmesi için, kameramanı uyardı. "Katılımcılar, mitingin havasını bozma, çevreye zarar verme, itiş kakış gibi taşkınlıklar yapmadan, belirli bir disiplin içinde hareket etmeye devam ediyorlar. Taleplerini, demokratik yolla sunmaktadırlar... Ekranda, kedisiyle birlikte açlığı protesto mitingine katılmış bir hanfendiyi izlemektesi-niz... Görüldüğü gibi, çok sevimli, bakımlı ve şişman olan bu kedi, çevreyi korku dolu gözlerle izlemektedir..." Mikrofonu kedili kadına uzattı. "Kediniz bayağı besili... Çokta sevimli... Masraflı bir kediye benziyor..." Yaşlı kadın, yan gözlerle Özdal’ı süzdü. "Oğlum!... Körebe Medyasından değil misin?... Başka ne beklenir ki sizden…" dedikten sonra kedinin karın tarafını iyice göstererek, "Biz ne yiyoruz ki o da yesin... Şişkinliği, hamileliğinden..." diye ekledi. Özdal, kadının sözlerine devam etmesini beklemeden, "Teşekkür ederim," diyerek yanından ayrıldı. Kameramana bu kez, çevreyi tarayarak çekmesini, işaret parmağıyla daire çizerek belirttikten sonra yorumunu sürdürdü. "Birçok katılımcı modası geçmiş alüminyum tencereler yerine kaliteli çelik tencereler getirmişler... Kapakların tencereyle temasından ortaya çıkan ortak ses, kalabalığın bağırtısına eşlik etmektedir. Bir miting alanından ziyade panayır havası sunan görüntüler, inanıyorum ki bizler kadar sizleri de etkilemiştir..." Az ileride ağzında sigara bulunan bir adamı gözüne kestirdi. Filtresi, dökülmek üzere bekleyen külün beyaz rengi, yabancı ve pahalı sigaralar-dan olduğunu kanıtlıyordu. Kameramana gerekli işareti verdi. Kameramana o adamı ve sigarasını iyice zumlayarak bir süre çekim yapmasını, kısık sesle belirtti. Bu kez yorum geçmedi. Bir eliyle yanındaki kadının eteğine yapışmış, diğer eliyle pastasını ağlayarak ve iştahla yiyen bir çocuğu yakın çekimde aldırırken, mikrofonu sımsıkı tutarak, yorum yapmaya başladı Özdal. "Tarih kitaplarından sanırım hatırlarsınız; İhtilal dönemi Fransa’sında aç olduklarını söyleyen halka ‘Ekmek bulamıyorsanız, pasta yiyin!" diyen Kraliçe Marie Antoinette’ nin sözünü... O dönem gerçekten ekmek bulamayanların pastayı hiç bulamayacakları düşünüldüğünde, çok komik gelen bu söz, ‘açız’ mitingine katılımcı bir kadının yanında bulunan çocuğun iştahla yediği pasta nedeniyle günümüzde söylenseydi pekte komik kaçmayacaktı... Görüntüdeki dört yaşlarındaki çocuk, alanda neden bulunduğunu, bulunanların neden bağırıp çağırdığını sanki algılamaya çalışıp, başarılı olamamanın verdiği hınçla bir taraftan pastasını yerken, diğer taraftan ağlamaktadır... Elini sımsıkı tutan kadın ise, kalabalığın coşkusuyla coşarak yanında ağlayan çocukla ilgilenmemektedir... Konu; açlık olunca bir başka yorumda daha bulunmak zorunluluğu duyuyorum. Açlık, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma, hatta bireyden bireye değişen bir özellik taşımaktadır. Pasta değil, ekmek bile bulamayan bir Afrika ülkesindeki insan ile ülkemizde diyen bir insanın açlığı farklıdır. Onlar gıdasızlıktan bir deri bir kemik kalmakta ve bazen ölmekteyken, ülkemizde pahalı gıdaların besin değerine eşdeğer gıdalar en azından edinilebilmektedir. Bir kilogram kuru fasulyenin, bir kilo ete eşdeğer besin değeri içerdiğini uzmanlarımız az mı söylediler... Bir örnek vermek gerekirse; bazı yurttaşların arada ıstakoz yiyememesi yönüyle açlığı söz konusu olabilir. Ama bu açlıklarını ucuz olan piliçle karşılayabilme olanakları mevcuttur... Evet! Sayın izleyiciler sizlerde takdir edersiniz ki; Devletin herkesin tenceresine yemek, her kişiye iş bulma yükümlülüğü yoktur. Devlet, insanlara taslarındaki boş tabağı doldurmaları için ortam hazırlamakta, çalışma, iş bulma, işyeri açma özgürlüğü sunmakta, önlerindeki engelleri kaldırmaktadır. Çalışkan bir hamalın ülkemizde holding kuracak kadar yükseldiğini bilmeyenimiz var mı?... Devlet onun yükselmesini engelledi mi?... Hayır!... Affınıza sığınarak, İnsanlarımızın iş bulma ve çalışma konusunda biraz tembel olduklarını düşündüğümü belirtmeden geçemeyeceğim... Şu anda miting alanında bulunan bazı işçilerin, işini gücünü bırakarak ülke ekonomisine ne kadar zarar verdiğini, bunun zararını yine halkımızın çekeceğini söylemek zor olmasa gerek..." Özdal, konuşmaya doymuyordu. Bir süre daha devam etti. Cep telefonundan gelen uyarı ile konuşmasını noktaladı. Telefonda İmece’nin sesi vardı. Haber müdürlüğü, mitingle ilgili kasetin bir an önce merkezlerine yetiştirilmesini istiyordu. Özdal, saatine göz ucuyla baktı. Saat akşamın beşine geliyordu. Kameramana, 'başka bir yerde işi olduğunu söyleyerek, derhal Körebe Medyası ana binasına hareket etmesini' söyledikten sonra, cep telefonunda bekleyen İmece’ye geri döndü. "Yavrum! Arkadaşı gönderdim. Merak etme!" dedi. İmece’nin çığlık düzeyindeki bağırtısı duyuldu. "Benimle resmi olmanı kaç kez söyledim sana!..." "Tamam yavrum!... Tamam yavrum..." "...............!!!" İmece’nin bol küfürlü söylemi bittiğinde, onu daha çok kızdıracak bir söz söyledi. "Bol şampuanlı günlerimizin anısına sana ‘yavrum’ deme hakkını buluyorum." "O günleri bir daha ağzına almayacaksın... Ciddiyim... Aksi halde..." "Eeee!!! Aksi halde..." "Cesi hanıma söylerim..." "Bol şampuanlı alemlerimizi mi?" "Neyse uzatma... Bir daha laubali olursan benle... İnan ki işten bile attırırım..." Tehdit ciddiydi, etkilemişti Özdal’ı... "Peki!... Peki!.." diyerek, olumsuza giden diyalogu sonlandırdı. Rövanşı kazanan İmece’nin sesi duyulmaz olmuştu cep telefonundan. Özdal’da kapadı. Alandan dışarı çıkmak için kalabalığı yararak ilerlerken, Gazi’ye hak veremeden edemedi. İmece’yi başlarına bela etmişti. Keşke Körebe medyası dışında bir iş bulmuş olsaydı ona... Rica minnetle Körebe Medyası Merkez Binasına zemin katı çaycısı olarak aldırmışken, kendi çabasıyla bir masa işi kapmış, Cesi hanımı da etkileyerek Haber Müdürlüğünde özel sekreter olmuştu... Son terfisinde Hukuk Fakültesini dışarıdan bitirmiş olmasının payını inkar etmek olmazdı… Bırak mihnet duymayı, Gazi ile kendine karşı aşırı sert davranışlarda bile bulunuyordu… Bir yıl öncesine kadar seyrekte olsa cinsel birliktelikler yaşamışlardı. İmece'nin, Körebe Medyasının Genel Müdürü Cesi’yle sevici bir ilişki geliştirmiş olmasından sonra, her ikisi de birbiriyle özel anlamda görüşmeme yönünde gizli bir sözleşme imzalamış gibiydiler... Onu, cinsel gereksinimi için sürekli elinin altında bulundurmak için şantaj yapabileceği yatak sahnelerini içeren CD’yi dahi kullanmamıştı. Gerekte görmemişti. Ondan aldığı kadarını almıştı. Yataktaki her türlü seks oyunlarını ezberlemişti... Her birliktelik, öncekilerinin tekrarı olmaya başlamıştı. Alışkanlık, zevk vermemeye başlamıştı. Tüm bunlara rağmen bazen onu özlüyordu. Ondan daha güzel fiziğe sahip olan bayanlarla olan birlikteliğinde bile onun eksikliğini hissediyor-du... Artık, o kabul etse de eski ilişkilerini yenilemek istemiyordu. Yerin kulağı, çevrenin gözleri vardı. Körebe medyasında bu tür ilişkiler her nasılsa hissedilir ve çabuk yayılırdı. Cesi ile sorun da yaşayabilirdi. En önemlisi, bir yıla yakın zamandır işe başlayan Fatma ile derinden gelişen arkadaşlığına gölge düşebilirdi... Birkaç kez hafiften yeltendiği, fakat sonuçsuz kalmış yaklaşımlarına, bir gün olumlu yanıt alacağı hülyasıyla seyrekte olsa birlikte yemek yediği, muhabbet ettiği, sinemaya gittiği 'Fatma'yı kaybetmek istemiyordu. İlk kez zorlu birine rastlamıştı... Aslında ilk kez değildi. Zorlu biriyle en çok iki hafta uğraşırdı. Sonuç alamadığında ise vazgeçerdi. Ömür kısaydı. Zamanını boşa harcayacak ve yoracak kadınlardan yüz çevirme gibi bir prensibi oluşmuştu. Ya Fatma?... Fatma farklıydı... Onda hala tespit edemediği, kavrayamadığı bir cazibe vardı. Adlandıramıyordu... Aşık mıydı?... Şüpheliydi... O her aklına geldiğinde, ‘Ne zaman yatağa atmayı başarabileceğini?’ düşünürdü. Yatakta karşılıklı mesai yaparken düşlerdi... Banyoda, 'saçlarını topuz yapmış, sırtı kendisine dönük, başı hafif sağa çevrik, şampuanlı suyla sırtını ovmaktayken, ona yaklaştığını ve dokunduğunu' hayalinde sürekli canlandırmaktan gına gelmişti... Her gün bu hayalinin, bu fantezisinin gerçekleşeceği inancıyla tek başına kaldığı evinden çıkar, lakin hep eli boş dönerdi... ‘İnanmak, başarmaktır!’ düşüncesiyle iyice koşullandığı bir günün akşamı, yine eli boş dönmüştü evine. Oluşan gerilim ve karşılanmamış arzularının boşalımı için tanıdığı kadınlardan birini çağırmıştı mekanına… Saatlerce sevişmişti... Üç kez boşalmıştı... Cinsel doyum sonrası, hala onu; Fatma’yı arzulamasını anlayamamıştı... Cinsellikse, şampuanlı duş fantezisi dahil gerçekleştirilmişti... Bu aşk mıydı?... Aşk mıydı bu?... Değilse, neydi?... Hayır!... Hayır!... Aşık olduğu kanısında değildi... Aşk hanesinde cinsel arzuların büyük bir yeri olsa da, hatırı sayılır başka duygular da içerdiğini de biliyordu. Güzelliği vardı... Uzun siyah saçları, kömür karası gözleri, uzun kirpikleri, ince beli, ne şişman ne de zayıf uzun boylu bir fiziği vardı... Sesi; duygu yüklü ve dokunaklı temadaydı... Mimikleri doğaldı, iç gıdıklayıcıydı... Fiziksel özellikleri dışında, kendisini çeken başka ne vardı?... Düşünceleri mi?... Genel duyguları mı?... Hayata bakışı mı?... Yorumları mı?... Aksine, onla uzlaşamadığı önemli noktalardı bunlar. Hatta itici öğelerdi... Yine de katlanıyordu bu yönlerine. Fiziksel cazibesi bu eksilerini örtüyordu. Yine de ona haksızlık etmemeliydi… Anlayışla karşılamalıydı... Olumsuzluklarla dolu bir geçmişi vardı. Fatma, geçmişinin izlerini silebilecek kadar güçlü çıkamamıştı... Zor yıllar geçirmişti... Unutması için zaman gerekiyordu… 1980 öncesinde lise öğrencisi ağabeyinin faili meçhul bir cinayete kurban gitmesi... Öldüren el yokmuşçasına bulunamayan fail(ler)… Daha henüz beş yaşındayken, öğretmen babasının, siyasi düşüncesinden ve bu düşüncesine uygun yasal uğraşlarından dolayı, 1980 askeri darbesi sonrası tutuklanarak kapatıldığı cezaevinde yapılan işkencelere dayanamayarak ölmesi... Ölüm raporuna, ‘kalp krizinden öldü’ kaydı düşülse de, normal bir vatandaşın çıplak gözleriyle görebileceği işkence izlerini, annesi tarafından dayısına gösterilmesi esnasında tanık olması… Beş yaşından beri unutamaması… Acı, birkaçıyla kalmıyordu... Katmerleşmesi için daha fazla acı gerekiyordu... Ağabeyinin katli, babasının işkence yapılarak öldürülmesi… Babasının daha fazla konuşması, hiç olmazsa düzenledikleri ifade tutanaklarına imza atması için; hakkında hiçbir suçlama yokken, babasının gözleri önünde ve tüm ağlamalarına, yalvarmalarına rağmen zorla soyularak; cinsel tacizde bulunulan ve bu nedenle psikolojik travma geçiren ablası… Tüm bunlara yüreği dayanmayan annesinin hastalanması… Hasta annesinin, parasızlık nedeniyle sağlık yardımı alamaması ve yetersiz beslenmesi sonucu ölümünü ise, dokuz yaşındayken karşılamıştı Fatma… Kendinden on yaş büyük ablasıyla birlikte, emekli maaşıyla zar zor geçinen halalarının yanına sığınmak zorunda kalmışlardı. Acı; doymak bilmiyordu. Üçüyle-dördüyle tatmin olmamıştı. Orgazm oluncaya kadar devam edecekti… Öldürmelere-ölümlere, uğradığı taciz işkencesine, sefalete, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe ve içinde var edilen kin ve nefrete pes eden ablası; evde kimsenin olmadığı bir zamanda uyku ilacı alıp, şofbeni açıp intihar etmişti… Halasının vefatı; lise bitimine ve Basın-Yayın Fakültesini kazanmasına denk düşmüştü. Gündüzleri okuyarak, geceleri bir barda garson olarak çalışarak kazandığı fakülteyi bitirebilmişti... Üç yıl, lisansına uygun iş bulamadığından bardaki garsonluk işine devam etmişti. Körebe Medyasının haber editörlüğü bölümünün sekreter ihtiyacını karşılamak için açılan mülakatlı sınavda; fakülteyi birincilikle bitirmiş olması, görüntüsü, konuşması ve yorumları nedeniyle alınan üç kişiden biri olmuştu. Fatma’dan ayrıntılarıyla birçok kez dinlemişti tüm bunları… İlk gördüğünde dikkatini ve iştahını çekmişti Özdal’ın... Çalıştığı bölüme gide gele oluşan samimiyet sonrası, ‘salt akşam yemeği olacak!’ kaydıyla teklifini kabul eden Fatma’yla, seyrekte olsa, bazı akşamlar birlikte yemeğe çıkmaya başlamışlardı. Onunda bakış ve davranışları sıcak duygular taşıdığını hissettirse de hala istediği yakınlaşmanın çok uzağındaydı... Bu yönüyle soğuktu… Cesi bile onunla yakınlaşmak için çok çaba göstermiş, sonuç alamayınca uğraşı bırakmış, tekrar İmece’de yoğunlaşmıştı. Gazi’de, Cesi gibi boşa kürek çektiğini anlayınca vazgeçmişti. Bugün sabahtan randevulaşmışlardı onunla... Eklembacaklılardan’s Istakoz Lokantasında, akşamın altısında buluşacaklardı. 'Neden bu lokanta?...' diye sormuştu ilk zamanlar... Mesleğe ilk adımını bu lokantada attığını, bazı kısımları atlayarak açıklamtı. Ayrıca ıstakoz yemeyi çok sevdiğini; haşlanırken onlardan çıkan acı çığlıklara bayıldığını eklemeden belirtmişti. Fatma, yanlarında canlı canlı ıstakoz haşlanmasından hoşnut olmadığını söylediğinden bu yana, ancak onsuz gittiğinde bu zevki tadabiliyordu... Patrokoz’la üzerine çektikleri kokain ise zevk dalgalarını tavana vurduruyordu. Fatma; servisi pahalı olan ıstakozdan 'bir ayda beş-altı kez nasıl yiyebildiğine' dair ekonomik alanlı bir soru yöneltmişti... Doyurucu bir yanıt vermemişti ona. Doğru yanıt hoşuna gitmeyecekti... Kendisi hakkında olumsuz düşünebilirdi... "Üzümünü ye!... Bağını sorma," atasözünü dillendirerek konuyu kapamıştı. Medyadaki görevinden dolayı tanıştığı ve arasının çok iyi olduğu zengin insanlardan bazılarını, Istakoz lokantasına müşteri olarak kazandırdığını, birçok kez ilan yerine haber olarak buraları fotoğraflayıp övdüğünü, birkaç köşe yazarına burayla ilgili köşe yazısı yazdırmada etkili olduğunu, bu katkılarını Patrokoz’un karşılıksız bırakmadığını söylememişti. Miting alanından gelen, "Aç-ım!... Aç-ım!..." bağırtıları uzaklaştıkça şiddetini azaltıyordu. İstiklal caddesine ulaşmıştı. İyi bir haber yapmanın sevimli yorgunluğunu taşıyordu... Genel Müdür Cesi ile Haber Müdürü Hayret tarafından da beğenileceğine adı gibi emindi. Onların duygu ve düşüncelerini özümsemişti... Onların istediği biçimde nasıl haber yapması gerektiğini bilecek kadar meslekte deneyim kazanmıştı. Onların kendisinden hoşnut kalması; yükselmesi ve cebinin daha fazla ısıtılmasıyla, eş anlamlıydı... Boş vermeliydi bunları şimdi… Bugünkü mesaiyi de yüzünün akıyla bitirmişti… Az sonra Eklembacaklılardan's Istakoz lokantasına varacak... Istakozu; yanında ahtapot salata ve bir şişe beyaz şarapla; gözleri Fatma’nın gözleriyle sevişirken, halledecekti... *** Devamı: 8.sayfada
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |