İstanbul'un Kırık Kalbi: Selim İleri'nin Hafıza Kazısı
Bazı yazarlar vardır ki bir şehirle öylesine özdeşleşirler, sanki o şehrin sokakları onların damarlarında akar. Selim İleri de, edebiyatımızın bu en vefalı "hafıza arkeoloğu", neredeyse tüm külliyatını adadığı İstanbul'un hem en tutkulu aşığı hem de en kalbi kırık vakanüvisidir. Everest Yayınları'ndan çıkan Yaşadığım İstanbul, İleri'nin bu yarım asırlık gönül borcunun son halkalarından biri; bir şehre yazılmış hüzünlü, zarif ve öfkeli bir aşk mektubu.
Kitap, İleri'nin İstanbul'u bir coğrafya veya bir metropol olarak değil, yitip giden bir medeniyetin son karakolu olarak gördüğünü en başından hissettiriyor. Bu bir gezi rehberi değil, kişisel bir anılar atlası; yazarın kendi hayatının duraklarını, şehrin kaybolmuş dokusuyla iç içe geçirdiği bir anı-deneme toplamı. Dört ana bölüme ayrılan kitap, okuru "İstanbul'u Yaşamak" ile yazarın Kadıköy'de başlayan kişisel macerasına davet ediyor, ardından "Sanatın Yordamıyla" edebiyatçıların ve ressamların gözünden bir İstanbul portresi çiziyor. "Sahne ve Perde Yıldızları" ile eski tiyatro ve sinema dünyasının kayıp ışıltısını bugüne taşırken, "Oburcuk Yine Mutfakta" ile şehrin unutulmuş lezzetlerinin izini sürüyor.
İleri'nin tezi güçlü ve savunulabilir: Bugün yaşadığımız şehir, onun tanıdığı ve sevdiği İstanbul değil; anıların, inceliklerin ve birikimin yerini hoyrat bir unutkanlığın aldığı, ruhunu kaybetmiş bir gölgedir. Yazar, bu tezi didaktik bir dille savunmak yerine, melankolik bir üslupla, anıların içinden konuşarak yapıyor. Onun İstanbul'u, Abdülhak Şinasi'den Sait Faik'e, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan gençliğinde okuduğu "piyasa romancılarına" kadar geniş bir edebi referanslar ağıyla örülüdür. İleri için şehir ve edebiyat, birbirinden ayrılamaz bir bütündür; bir sokağı anlatırken bir romandan, bir semti hatırlarken bir şairden dem vurur. Bu yaklaşım, kitabı salt bir nostalji metni olmaktan çıkarıp, bir kültürün kendi belleğiyle nasıl hesaplaştığına dair derin bir sorgulamaya dönüştürüyor.
İleri'nin üslubu, onun en büyük gücü. Aceleci değil, sindire sindire yazıyor. Bir cümlenin içinde hüzün, ince bir alay ve derin bir sevgi bir arada barınabiliyor. Örneğin, şehrin sürekli değişen ve yozlaşan çehresine yönelik eleştirilerinde sesi polemikçi ve kavgacı bir tona bürünse de, bu öfkenin temelinde yatanın kırılmış bir aşığın sitemi olduğunu hissediyorsunuz. Kitabın en dokunaklı anları, yazarın kendi geçmişiyle yüzleştiği anlar. Çocukluğunun geçtiği apartmanlar, ilk gençliğinin yazarları, artık var olmayan sinemalar ve pastaneler, onun kaleminde birer "kayıp zaman" anıtına dönüşüyor.
Elbette, İleri'nin anlattığı İstanbul'un, belirli bir zümrenin, okuryazar bir çevrenin İstanbul'u olduğu söylenebilir. Bu bir eksiklik değil, aksine kitabın gücünü oluşturan bir odaklanmadır. Çünkü İleri, bir şehrin ruhunun, o şehri anlatan, hayal eden ve yaşayan sanatçılarının eserlerinde ve hayatlarında saklı olduğuna inanır. Yaşadığım İstanbul, bu ruhu kurtarma, en azından kaydını tutma çabasıdır.
Kitabın sonunda aklınızda kalan, Napolyon'un o meşhur "Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu" sözünden çok, İleri'nin kendi fısıltısı oluyor: "Neyse ki, 'kendini koruyan' İstanbul var. İstanbul maceramda ona sığınmak iç açıcı." Bu kitap, sadece İstanbul'u sevenler için değil, bir yerin hafızasının nasıl silindiğine tanıklık eden herkes için yazılmış. Selim İleri, bu eseriyle o "kendini koruyan İstanbul"un surlarına bir taş daha ekliyor ve okura şunu hatırlatıyor: Bir şehir, onu hatırlayanlar var oldukça yaşar.