..E-posta: Þifre:
ÝzEdebiyat'a Üye Ol
Sýkça Sorulanlar
Þifrenizi mi unuttunuz?..
Bana arkadaþýný söyle, sana kim olduðunu söyleyeyim. -Cervantes
þiir
öykü
roman
deneme
eleþtiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katýlýmý
Yazar Kütüphaneleri



Þu Anda Ne Yazýyorsunuz?
Ýnternet ve Yazarlýk
Yazarlýk Kaynaklarý
Yazma Süreci
Ýlk Roman
Kitap Yayýnlatmak
Yeni Bir Dünya Düþlemek
Niçin Yazýyorum?
Yazarlar Hakkýnda Her Þey
Ben Bir Yazarým!
Þu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm baþlýklar  


 


 

 




Arama Motoru

ÝzEdebiyat > Öykü > Aný > seyfullah ÇALIÞKAN




28 Eylül 2007
Çaki, Çakmak, Býcak, Tarak  
Uzun Öykü

seyfullah ÇALIÞKAN


Meriçli kalabalýða döndü. “Yahu bu gâvur, Makedonca bile bilmiyor.”dedi. Kalabalýk birden gülmeye baþladý. Sonra “Ben insanlýðýmý yaptým. Adým Hýdýr, elimden gelen budur.”deyip kendisi de gülmeye baþladý. Bu lafýn üzerine kalabalýk makaralarý iyice koyuverdi. Toplananlar aradýklarý eðlenceyi bulmuþlardý. Etrafýndaki kalabalýðýn güldüðünü gören yabancý adam da gülmeye baþladý. Ama o elbette kalabalýðýn aksine neye güldüðünü bile bilmiyordu.


:DFID:

Bazý kiþilerin yaþam öyküleri gerçeðin ötesine kadar uzanýr. Ýnanasýnýz gelmez. Dinlerken “Hadi caným sende, beni saf gördü herhalde… Bu kadar da olmaz, bal gibi de sallýyor iþte besbelli…” deyiverirsiniz. Zaten dinledikleriniz de akýl alacak gibi deðildir. Bir adama bakarsýnýz, bir de anlattýklarýna… “ Yok, yok atýyor.” diye düþünürsünüz. Ýþin tuhaf yaný öyküler birbiri içinde eriyip ilerlemektedir. Ne zaman, nerede biteceðini hiçbir zaman tahmin edemezsiniz. Ama asýl hayal kýrýklýðýný onlarýn hepsinin gerçek olduðunu öðrendiðinizde yaþarsýnýz. O güne kadar mýzrak çuvala girmez diyenler sizi kandýrmýþtýr. Karþýnýzda çuvallar dolusu mýzrak vardýr. Böylesi yaþamlarý kelimelerle anlatmak, anlamlarý cümlelerin akýntýsýna koyvermek meramýnýzýn çoðunun havaya uçup gitmesine neden olacaktýr. Ustaca kurulmuþ cümleler ve özenli seçilmiþ kelimeler ilk defa hiçbir iþe yaramayacaktýr. Çok zeki veya yaratýcý olmak bile iþinizi kolaylaþtýrmayacak, sizi çaresizliðin bataklýðýndan söküp alamayacaktýr.
Bin dokuz yüz yetmiþ dört yazýnda Manisa’nýn Hacýrahmanlý Kasabasýnda her þey kendi bildik halinde akýp gitmektedir. Hatta Aðustosun ilk Cuma günü insanýn ensesinde boza piþiren güneþ bile çok alýþýldýk bir þeydir. Sadece yaþlýlar çok bunalýyordur. Sýcaklarla baþ edemedikleri için bunu pek hayra da yormuyorlardý. Kendi aralarýnda “Ben böyle bunaltýcý hava görmedim. Görürsünüz bak, yakýnda mutlaka zelzele olur. Taþ taþ üstünde kalmaz. Eee olacak tabii, dünyanýn çivisi çýktý.” diye konuþurlar. Dünyanýn çivisinin çýkmasýna neden olan ahlaksýz, namussuz insanlarýn yaþamdan örnekleri üzerinde saatlerce söyleþirlerdi.
Pazaryeri insaný canýndan bezdiren sýcaða raðmen cývýl cývýl insan kaynýyordu. Çünkü bu kasabanýn yaþamýnda her hafta Cuma günü kurulan pazardan baþka hiçbir sosyal etkinlik yoktu. O yüzden pazar kurulduðunda kasabalýlar tarlaya, baða, bahçeye bile gitmiyorlar, o günü kendilerine ayýrýyorlardý. Bence o yýllarda kasaba pazarýnýn en renkli kiþileri destan satýcýlarýydý. Boyunlarýna birer teyp asarlar, kollarýnýn altýnda gazete tomarý gibi destanlarla gezerlerdi. Destanlar genellikle mavi ve siyah renkli mürekkeple basýlýr, üzerindeki fotoðraflarda ne olduðu pek anlaþýlmazdý. Teypten son ses acýklý bir öykü, basit bir ezgiyle sokaða, kalabalýða akardý. Ýnsanlar yirmi beþ kuruþ verip gazete gibi o acýklý öyküleri alýr, kahvelerin saçak altlarýndaki gölgelerde çay eþliðinde okurlardý.
O Cuma günü pazaryerindeki teybin hoparlöründen Topal Osman’ýn destaný satýlýyordu. Öykü her zamanki gibi göz yaþýný sel gibi akýtacak türdendi. Zaten acýklý olmayan öykülerden destan da olmazdý ya… Teypten yükselen naðmeler önce Topal Osman’ýn yaþýný, kaþýný, gözünü, boyunu, posunu, evini ve geçimini anlatan cümlelerle baþlýyordu. Sonra da faciayý ele alýp ince ince iþliyordu. “Topal Osman Zekiye’yi kesmiþ. Þaka götürür gibi deðil, karýsýný kesmiþ adam, hem de baltayla. Karýsý kan gölü içinde bahçede yatarken o da eþinin baþýnda aðlýyormuþ. Komþularý görmüþler. Allah Allah demiþler. Ýnsan hem karýsýna kýyar hem de baþýnda aðlar mý? Aðlýyormuþ iþte… O güne kadar kimse onlarýn kavgasýný bile duymamýþ oysa. Birbirlerine kötü söz bile söylemezlermiþ. Sadece çocuklarý olmuyormuþ. Aman olmazsa olmasýn ne çýkar? Bilinen tek dertleri de zaten buymuþ. Neden karýsýný kestiðini kimse anlayamamýþ. Osman’ýn karýsýný çok sevdiðini herkes bilirmiþ. Jandarmalar alýp karakola götürmüþler. Elleri kelepçeyle giderken bile hala Zekiye için aðlýyormuþ. Onu neden öldürdüðünü kimseye söylememiþ. O kadar sorgu, sual, mahkeme, zabýt hiçbir iþe yaramamýþ. Piþman mýsýn diye sormuþlar. Hâkim kalemini kýrýp idam cezasý kesmiþ. Gýk bile dememiþ,
Bu destanlar gerçek mi uydurma mý bilmiyorum. Bildiðim tek þey insanlarý aðlatmak için yazýldýklarý. Neden insanlar Gediz Ovasýnýn ortasýndaki bir küçük kasabada aðlamaya bu kadar müptela, neden bu acýklý hikâyelere bu kadar düþkündüler. Bunu da hiçbir zaman anlayamadým.
Pazaryerinin belki de destancýlardan daha renkli kiþileri sadece bir kez gelip baðýra çaðýra ývýr zývýr satan iþportacýlardý. Onlar pire ilacýný bile bir mucize gibi satmayý, alýcýlara sunmayý iyi bilirlerdi. Her zaman tezgâhlarýnýn baþýna insanlarý toplamaya yarayacak ilginç bir yöntem bulurlardý. Ýlgisini çektikleri insan sayýsý arttýkça iyice yüzsüzleþirler, tam bir þaklabana dönüþüverirlerdi. Kýrýlmaz cam bardaklar, leke çýkarýcýlar, cam, teneke yapýþtýrýcýlarý, el feneri, bir kaçý bir araya getirilmiþ tükenmez kalem, tarak, çaký, çakmak gibi ürünler satarlardý. Her zaman tezgâha koyduklarý ürünleri etraflarýna topladýklarý kalabalýða batan geminin mallarý ve bedava diye yuttururlardý. Genelde sihirli ürünler alýcýnýn elinde týlsýmýný yitirir, hünerini gösteremezdi. Sonradan sadece kocaman bir kazýklandým duygusu oluþurdu. Birkaç güne kalmaz unutulup giderdi. Bu adamlar cin gibiydi. Allem eder kalem eder haftaya yeni bir ürün alýp yeniden pazara gelirlerdi. Yýllar sonra onlarý kentlerin kalabalýk sokaklarýnda gördüm. Yine tezgâhlarýnýn baþý insanlarla dolup taþýyordu. Çünkü hemen hemen hepsi çok baþarýlý bir sokak oyuncusuydu.
O gün öðle üzeri Gençlik Kulübünün önünde, iþportacý tezgâhý etrafýna toplanmýþ insan çemberine benzer bir kalabalýk oluþmuþtu. Kalabalýðýn ortasýnda her zaman görmeye alýþýk olduðumuz uyanýk satýcý yerine bir yabancý duruyordu. Uzun saçlarý, tiþörtü, sandaletleri ve kot pantolonuyla bir hippiye benziyordu. Adam kan ter içinde kývranarak bir þeyler söylüyordu. “Liebet Yaþar Ýbrahimof heir? Wer erkennen Yaþar Ýbrahimof?” sözlerini durmadan tekrarlýyordu. Etrafýný saran kabalalýk bu acayip yabancýya ilgiyle bakýyordu. Birisi “Bu adam gâvur yahu.”dedi. “Bu adam gâvur, deli deðil…” Cavit Efe kalabalýða baðýrdý. “Biraz açýlýn beee, Adam zaten bunalmýþ. Ayý mý oynuyor, ayýp.” Kalabalýk çemberi biraz geniþletti.
Gözlüklü Ahmet, “Gâvur demeyin yahu, ayýp. Bu adam Alaman.”dedi. Cavit Efe gözlerini kalabalýðýn içinde umutsuzca gezdirerek herkese duyurmak ister bir ses tonuyla “ Ýyi de bizim kasabada Almanca bilen mi var sanki. Yahu, ne diyor acaba bu adam?”dedi. Etrafýndaki kalabalýktan ve çaresizlikten iyice bunalmýþ yabancý adam “yaa” dedi, “ben alman.” Bu iþin yaa ile yuu ile halledilecek gibi olmadýðý besbelliydi. Kalabalýðýn içinden Meriçli Rüstem çemberi yararak yabancýya yaklaþtý. Makedonca ve Sýrpça karýþýmý bir dille Alman gence bir þeyler söyledi. Herkes onun Almanca bildiðini sanýp birden umutlandý. Alman gençte ona bir þeyler söyledi. Kalabalýk pür dikkat onlarý izliyordu. Gerçekler hiçbir zaman göründüðü kadar basit deðildi. Çünkü onlar sadece kendi bildikleri dilden konuþuyorlardý. Anlaþamýyorlardý.
Meriçli kalabalýða döndü. “Yahu bu gâvur, Makedonca bile bilmiyor.”dedi. Kalabalýk birden gülmeye baþladý. Sonra “Ben insanlýðýmý yaptým. Adým Hýdýr, elimden gelen budur.”deyip kendisi de gülmeye baþladý. Bu lafýn üzerine kalabalýk makaralarý iyice koyuverdi. Toplananlar aradýklarý eðlenceyi bulmuþlardý. Etrafýndaki kalabalýðýn güldüðünü gören yabancý adam da gülmeye baþladý. Ama o elbette kalabalýðýn aksine neye güldüðünü bile bilmiyordu.
Meriçli Rüstem kasabamýzýn en palavracý ve þakacý adamýydý. Yalanlarýnýn kimseye pek zararý dokunmaz, onun þakalarýný, sohbetini herkes severdi. Yanlýca adamcaðýzý adabýyla, erkânýyla dinlemezler, araya bir laf sokup Meriçliyi kýzdýrmaya bayýlýrlardý. Meriçli baþkalarýndan duyduklarýný, radyodan dinlediklerini, gazetelerden okuduklarýný çoðu kez kendi baþýndan geçmiþ gibi anlatmayý severdi. Onun en ünlü hikâyesi ise atýn içine saklanarak ölümden kurtuluþunu anlatan palavradan macerasýydý. Bu þakacý, gülmeyi, güldürmeyi çok seven amcamýz ikinci dünya savaþý sýrasýnda Yugoslavya’da Alman bozgunu olduðunda askermiþ. Ordu Almanlara teslim olduðunda bir karakolda görevliymiþ. Esir olarak ele geçmeden önce kaçýp köyüne geri gelmiþ. Onu önce ailesine kayýp olarak bildirmiþler. Sonra ihbar edenler yüzünden hayatta olduðunu öðrenen jandarmalar peþine düþüp onu yeniden askere almak istemiþler.
Ailesi Rüstem’i uzun zaman ahýrda, samanlýkta, köyün deðirmeninde gizlemeyi baþarmýþ. Kimi zaman da onu köyün dýþýndaki aðýllara göndermiþler. Herkes seferber olup onu hem saklamýþ, hem de gözleri gibi bakmýþ. Bir akþam gün batýmýna yakýn jandarmalar gelip köyü basýnca, her yeri didik didik arayýnca pabucun pahallý olduðunu görüp onu uzaktan bir akrabasýnýn yanýna baþka bir köye göndermeye karar vermiþler. Hikâyenin tam burasýnda söze girip “Madem herkes cepheye gidiyordu sende gitseydin, Sen erkek deðimlisin be yahu?” derseniz kafasýnýn tasý atar, küfrü basardý. Bunu iyi bildiðimiz için mutlaka lafa karýþýr, küfrü de yerdik. Küfrün ardýndan “Âbe çocuklar, ne zorum varda elin gâvuru için cepheye gideyim. Varsýn kýrsýn be yav Alaman Sýrbý. Bubamýn oðlu deðil ya.”derdi.
Olacak ya, bizimki uzak akrabasýnýn doðru yola çýkýnca olanlar da olmuþ. O kadar dere kenarlarýndan, orman kuytularýndan gizlenerek gitmeye çabalasa da kendini belanýn içinde buluvermiþ. Birden tüfekler patlamaya. Kurþunlar havada výzýldamaya baþlamýþ. Þans bu ya bizimki ormanýn ortasýnda çatýþan Sýrp çeteleri ile Alman askerlerinin tam ortasýna düþmesin mi? Ne yapsýn? Önce etrafý kolaçan etmiþ. Kendine sýðýnacak bir oyuk, gözlerden uzak bir yer aramýþ. Ama nafile… Atmýþ kendini bir hendeðe. Yatmýþ, öyle, kýpýrtýsýzca… Silah sesleri kesilince bir bakmýþ Almanlar geliyor. Etrafýný kolaçan etmiþ amma kaçacak yer yok. Hendekten çýkar çýkmaz Almanlarýn eline düþecek. Ne yapsam ne etsem diye düþünürken bakmýþ az ilerde bir beygir ölüsü. Yarmýþ karnýný býçaðýyla, girmiþ içine saklanmýþ, Almanlarda geçip gitmiþler. Orada birisi olduðunu zaten kýrk yýl düþünseler akýl edemezlermiþ. “Ýyi de Meriçli Dayý nasýl girdin sen beygirin karnýna be yav? O hayvancaðýzýn yok muydu midesi, baðýrsaðý? Boþ muydu yani karný?” diye sormadan da durulur mu? Kesin sorardýk… Her anlattýðýnda. “O kadarýna aklým almaz benim gari be kýzanlarým. Girdim iþte can havliyle. Ben biliyom mu sanki nasýl girdiðimi? Gülüþme, tepiþme kýyamet...
Cavit Efe kalabalýðýn içinden ayrýlýp Kopuk Ýsmail’in kahvesine doðru gitti. Kasabamýzdaki bu yabancýnýn derdini anlamaya yemin etmiþ gibiydi. Biraz sonra geri döndüðünde yanýnda Sayýt Dayý vardý. Kalabalýk Sayýt Dayýya yol açtý. Alman gencin yanýna yaklaþtý. Herkesin meraklý bakýþlarý altýnda ikisi Almanca konuþmaya baþladýlar.
Sayýt Dayý,
-Sohn wer bist du?Was willst du?
(Oðlum sen kimsin. Ne istiyorsun?)
-Mein name ist Smith.Ých komme aus Deutschland.
(Benim adim Shmith. (Þimit) Almaya’dan geldim.)
-Warum bist du gekommen? Warum ist die Menschen menge um dich versammelt.
(Niye geldin? Bu kalabalik neden senin etrafina toplandi?)
- Warum sie versammelt sind das weis ich nicht.Ých habe ihnen nur gesagt,dass
ich Yaþar Ýbrahimof suche.Aber sie verstehen mich nicht.
(Neden toplandýklarýný bilmiyorum. Onlara sadece Yaþar Ibrahimof'u arýyorum
dedim. Ama beni anlamýyorlar.)
-Warum suchst du Yaþar Ýbrahimof ?
(Yaþsar Ýbrahimof'u niye arýyorsun?)
-Er ist mein vater.
(Benim babam o.)
Sayit Dayi alman gence cevap vermeden düþündü. Ne diyeceðini bilemedi.
-In diser Landschaft gibt es kein Yaþar Ýbrahimof .
(Bu kasabada Yaþar Ýbrahimof diye biri yok.)
-Gut, kennst du ihn ?
(Peki sen onu tanýyor musun?)
-Der name kommt mir nicht unbekannt. Aber ich kann mich nicht an ihn
erinnern.
(Adý pek yabancý gelmiyor. Ama kim olduðunu hatýrlamakta zorluk çekiyorum.)
-Man hat gesagt,dass er aus Maze'donien kommt und hier wohnt.Aus Ýþtip…
(Mekodonyadan gelip buraya yerleþmiþ dediler. Ýþtip’ten…)
-Wer hat es dir gesagt ?
(Bunu sana kim söyledi?)
-Ich habe es von der Yugoslavischen Bootschaft gelernt.
(Yugoslavya büyük elçiliðinden öðrendim)
-Ich bin auch aus Ýstip.Aber indieser Landschaft wohnt keiner, der Yaþar
Ýbrahimof heisst.
(Bende Ýþtip’ten geldim. Ama Yaþar Ýbrahimof adýnda biri bu kasabada yok.)
-Gut,wo soll ich ihn den suchen?Wem soll ich fragen?
(Peki, onu nerde aramalýyým? Kime sormalýyým?)
-Ýn Akhisar sind viele aus Ýstip.Es ist möglich das ihn jemand dort
kennt.Nach meiner meinung solltest du mit der Eisenbahn nach Akhisar
fahren.
(Akhisar’da çok Ýþtip'li var. Belki orada tanýyan birileri çýkar. Bence trene binip Akhisar'a gitmelisin?)
Biz ne konuþtuklarýný anlamýyorduk ama onlarýn aðzýnýn içine bakmaya da devam ediyorduk. Sayýt Dayý ve alman genç birbirlerin çok iyi anlýyorlardý. Konuþma bitince birbirlerine sarýlýp vedalaþtýlar. Alman genç çok üzgün görünüyordu. Kalabalýk, Sayýt Dayý’ya ne konuþtuklarýný sorup duruyordu. Sayýt Dayý, “Yok bir þey, Manisaya gitçekmiþ. Arabalar nerden kalkýyor diye sordu. Bakýn iþinize gücünüze.” deyip kalabalýðýn içinden ayrýldý. Bütün kasabalýnýn Koca Kahve diye bildiði Kopuðun Kahvesine geri döndü. Kalabalýk hevesini alamamýþ, merak duygusundan kurtulamamýþtý. Alman genç Ýstanbul asfaltýna çýkan þoseye doðru yürüdü gitti.
Yaþar Ýbrahimof on yedi yaþýndayken evlenmiþti. Kimse ona evlenmek isteyip istemediðini bile sormamýþtý. Yaþý küçük olmasýna raðmen zaman zaman elbette evlenmeyi de düþünmüþtü. Çünkü akranlarý içinde on beþinde dünya evine girmiþ olanlar vardý. Onun köyünde bütün evlilikler davullu, zurnalý, telli, duvaklý olmazdý. Bu sadece hallice olanlarýn, zenginlerin geleneðiydi. Yaþar’ýn evlendirildiðinden, büyüklerin gidip komþu köyden Zarife’yi kendisine istediklerinden haberi bile olmamýþtý. Gelini alýp eve getirdiklerinde Kocakýran yamaçlarýnda keçileri otlatýyordu. Komþusunun oðlu Murtaza gelip ona müjdeyi vermiþti. “Sana gelin getirdiler, bu akþam evleneceksin.” demiþti.
Akþam abisi keçilerin baþýnda kalmýþ onu köye göndermiþti. Evin önünde kadýnlardan küçük bir kalabalýkla karþýlaþmýþtý. Köyün imamý Çolak Yaþar akraba büyüklerinden oluþan birkaç erkekle keçilerin tuz taþlarýndan birinin üzerine oturmuþ sohbet ediyordu. Köylü kadýnlar gelini görmeye gelmiþlerdi. Kadýnlarýn bazýlarý evden çýkarken yenileri geliyordu. Evde tatlý bir telaþ vardý. Babasý kocaman bir koç kesmiþ, etin bir kýsmý hala bahçedeki aðacýn dalýnda asýlý duruyordu. Karanlýk çökerken yað kandillerinin ýþýðýnda gelen konuklarla birlikte çorba, kavurma ve baklavadan oluþan bir yemek verildi. Ýmam, Yaþar’la Zarife’nin nikâhýnýn kýyýldýktan sonra evdekiler hep birlikte yatsý namazýný kýlýp düðün evini terk ettiler. Geleneklerin usulünce Yaþar’ý komþularýnýn oðlu olan Recep gerdek odasýna soktuðunda onlarda evlendirilmiþ oldu. Zarifey’i o gece zifaf odasýnda yað kandilinin aydýnlattýðý alaca karanlýkta ilk kez gördü. Büyüklerinin isteði doðrultusunda onu kendine eþ kabul etti. Onun köyünde sevdiði kýzý kaçýranlarýn dýþýnda hiç kimse evlenmeden önce eþini bir kez olsun göremezdi. Bir yýl niþanlý kalanlar içinde bile evlenmeden önce niþanlsýný görebilenler bir elip parmaklarýndan daha fazla deðildi. Komþu köylerde daha çok kýþ aylarýnda yapýlan yapýlan düðünlere gidenler, tanýdýklarýn yardýmý ile bu ayrýcalýðý zar zor elde edebilirdi. “Ben kýzý görmek, boyuna bosuna bakmak, tanýmak isterim.” demek geleneklere göre büyük edepsizlikti. Söylenemezdi…
Yaþar zaman içinde Zarife’ye , Zarife’de Yaþar’a alýþtý. Birbirlerini aðýz tadýyla idare etmeye, çalýþtýlar. Askere giderken arkasýnda eþini ve iki tane akça pakça topaç gibi oðlan çocuðunu býraktý. Her þey iyi de askerlik demir bir leblebi gibiydi. Giysiler güzeldi, postallar, yemekler de ama konuþmalardan hiçbir þey anlamýyordu. Çünkü Yaþar askere gidinceye kadar bir kez bile köyden dýþarý çýkmamýþtý. Köye gelen yabancýlarla da genellikle büyükler görüþüp konuþurdu. Yaþar Sýrpça bir yana tek kelime Makedonca bile bilmiyordu. Elbette askerler içinde kendisi yüksek köylerden Türkler de vardý. Ama onlarýn da Yaþar’dan pek farklarý yoktu. Atýn saðrýsýndaki sinekler gibi oradan oraya koþturup duruyorlardý. Ýlk birkaç ay çok sýkýntý çekti. Okumasý yazmasý olmadýðý için eve mektup da yazamýyordu. Yaþar hiç okula gitmemiþti. Zaten köyde gidilebilecek bir okul da yoktu. Kasabadakine de genelde Türk çocuklarý gâvur olur diye göndermezlerdi. Yaþar, askerde hem Makedonca, hem Sýrpça hem de okuma yazma öðreniyordu. Öðrenmekle kalmýyor öteki arkadaþlarýnýn da öðrenmelerine bile yardýmcý oluyordu.
Askerlikteki dördüncü ayýn sonunda evine ilk mektubunu gönderdi. Mektup gelince evdekiler de þaþýrýp kaldý. Hatta önce bu zarfýn devlet tarafýndan gönderildiðini ve oðullarýnýn baþýna kötü bir þey gelmiþ olabileceðini düþünüp üzüldüler. Yaþarý’ýn onlara mektup yazabileceðini akýllarýnýn ucundan bile geçirmediler. Köyde kapý kapý dolaþýlýp mektubu okutacak birini aradýlar. Köyde hükümetten gelen kâðýtlarý okuyabilecek üç beþ kiþiden fazlasý da yoktu. Onlarýn da hepsi Yaþar gibi okuma yazmayý askerlikte öðrenmiþti. En sonunda muhtar dertlerine çare oldu. Zarfýn üzerine bakýp “Askerdeki oðlunuzdan mektup gelmiþ.”dedi. Zarfý yýrtýp okumaya baþladý. Mektupta bütün köylüye, akrabalara, büyüklere selam ediyordu. Rahatýnýn ve saðlýðýnýn iyi olduðunu anlatýyordu. Zarife’ye ve çocuklarýna tek bir cümle bile yazmamýþtý. Çünkü mektupta kendi karýsýný ve çocuklarýný merak ettiðini yazmasý hoþ karþýlanmaz, saygýsýzlýk olarak algýlanabilirdi. Elbette Yaþar yazdýðý mektubun yanýtýný hiç bir zaman alamadý.
Yaþar askere alýnmadan çok önce Avrupa’da savaþ baþlamýþtý. Almanlar Avusturya’yý ve Polonya’yý Ýþgal etmiþ, çoktan kuzeye Finlandiya üzerine yürümüþtü. Henüz Yugoslavya da kimse savaþtan söz etmiyor, askerler olan biteni korkulu gözlerle izliyorlardý. Kentlerde yaþayan olun bitenden haberdar insanlarýn da çoðu savaþýn kendilerini ilgilendirmediðini, Almanlarla ile aralarýnda bir sorun olmadýðýný düþünüyordu. Yaþar askerde birinci yýlýný doldururken 1941 yýlýnda Alman ordusu Yugoslavya’nýn bir kýsmýný göz açýp kapayýncaya kadar iþgal ediverdi. Kimse ne olup bittiðini bile anlamaya vakit bulamadý. Neredeyse çatýþma bile olmamýþ, ülke kolayca Alman boyunduruðu altýna girivermiþti.
Almanlar Yugoslavya’yý iþgal ettiðinde Yaþar Üsküp’ten Zagreb’e geleli üç ay olmuþtu. Önce askerler arasýnda büyük bir kargaþa ve korku yaþandý. Bir kýsmý birliklerinden firar edip kaçtýlar. Kýtalarýn çoðu ise silahlarýna el konularak Almanlar tarafýndan teslim alýndý. Alman komutanlarýn gözetiminde bir ay boyunca kendi kýþlalarýnda tutuldular. Belirsizlik ve korku her gün yeni bir haberin doðmasýna neden oluyordu. Hatta Almanlarýn bütün esir askerleri kurþuna dizeceðinden bile söz ediliyordu. Neyse ki kimseyi kurþuna dizmediler. Sadece kaçanlar yakanýnca hapse atýlýyor veya kurþuna diziliyordu. Bir ayýn sonunda Zagreb’teki kýþlada askerler milliyetlerine ve yaþadýklarý bölgelere göre küçük gruplara ayrýlýp baþka yerlere gönderilmeye baþlandý. Türkler, Bosnalý ve Kosovalý Müslümanlarýn bir kýsmýnýn Bulgaristan’a, bir kýsmýnýn ise Almanya’ya gönderileceði söylentileri aðýzdan aðza dolaþýyordu.
Yaþar Ýbrahimof, kýþla Almanlara teslim edildiðinden beri uyku uyuyamýyordu. Belirsizlik ve her gün yenisi üretilen korkunç söylentiler sadece onun deðil herkesin dengesini bozuyordu. Söylentilerin bir yararý bile olmuþtu. Esir askerlerin arasýnda akýl almaz bir yakýnlaþma ve kardeþlik oluþmuþtu. Her geçen gün kendilerine daðýtýlan ekmek ve tahýl lapasýna benzer karavana hem azalýyor hem kötüleþiyordu. Karavana kötüleþtikçe ateþli hastalýklar ve ishal artmaya baþlamýþtý. Baþlarýna gelmedik bir þey deðildi ama artýk herkes iyice bite kesmiþti. Açlýk bazen yakýn arkadaþlarý bile birbirine düþürüyor, diþe diþ, göze göz kavgalar patlak veriyordu. Üstelik kavga edenler ayrý bir binaya hapsediliyor, onlara herkesten daha az yiyecek veriliyordu. Yine de kavgalarýn önüne geçilemiyordu.
Þehre gelen trenler sabaha kadar duman dumana demir raylarý inletiyor, hiç uyumayan çelik devler durmadan dinlenmeden diþlerini gýcýrdatýyordu. Yaþar Ýbrahimof trenlerden korkmaya baþlamýþtý. Trenlerin karanlýðý ok gibi delen düdükleri onu yataðýnda zýplatýyordu. Tren düdüklerine gündüzleri bile dayanamýyordu. Çoðunlukla kulaklarýný parmaklarý ile týkayýp binalarýn kuytularýna saklanýyordu. Çünkü herkes trenlerin insanlarý bir yerlere taþýdýðýný ve bir daha hiç kimsenin onlardan haber alamadýðýný biliyordu.
Esir askerler arasýnda “Sen olsan bu kadar esiri boþu boþuna besler misin? Öldürürsün olup biter. Herkes önce kendi askerinin ve insanýnýn karnýný doyurur.” cümleleriyle baþlayan sohbetler saatlerce sürerdi. Bütün sohbetler umutsuz, ýþýksýz, dipsiz kuyular gibi kapkara bir yere varýrdý. Ýnsanlar korkardý ama korkularýný da gizlemeye de özen gösterirdi. Hatta birkaç asker belki de bu sohbetlerin etkisiyle intihar bile etmiþti. Ölümlerin ardýndan her gün konuþulan “Halimiz ne olacak?” muhabbetleri býçak gibi kesiliverdi. Ortalýða iyimser bir hava yayýlmaya çalýþýldý. Savaþýn fazla uzun sürmeyeceði, biraz daha dayanabilirlerse önümüzdeki bahar herkesin evine döneceði konuþulmaya baþlandý. Ama bu da uzun sürmedi. Çünkü herkes umut dolu konuþmalar için geleceði dair küçücük bir ýþýk görmek istiyordu. Oysa yaþam her gün daha da zorlaþýyordu. Bir hafta bile sürmeden bütün hevesler söndü, umutlar soluklaþýverdi.
Bir sabah daha herkes uykudayken büyük bir patýrtý kopuverdi. Esir askerler tartaklanarak, sürüklenerek yataklarýndan kaldýrýlýp koðuþlarýn arasýndaki büyük meydana çabucak toplanýverdi. Yerler karla kaplýydý ve herkes soðuktan olduðu kadar korkudan titriyordu. Alman komutanlar sürekli baðýrýyordu. Çevirmenlikle görevli askerler emirleri Sýrpça tekrar edip esir askerlere ikinci bir komutan gibi baðýrýyorlardý. Sonra bütün esirler sýraya sokuldu. Kimsenin koðuþlarýndan bir þey almasýna bile izin verilmedi.
Esirler Alman askerlerinin gözetiminde kýþlalarýndan çýkarýldýlar. Sokaklardan insanlarýn þaþkýn bakýþlarý arasýnda geçip istasyona götürüldüler. Bölük bölük ayrýlarak týka basa trenlere bindirildiler. Kimsenin aðzýný býçak açmýyordu. Ýnsanlarýn gözleri kocaman kocaman açýlmýþ, korkuyla birbirlerine bakýyorlardý. Konuþmaya bile cesaret edemiyorlardý. Kapýlar kapanmadan önce bir esirin sesi duyuldu. “Buraya kadarmýþ arkadaþlar. Tanrý yardýmcýnýz olsun.” Bu cümleler esir dolu vagonda yankýlandýðýnda son umutlarda uçup gidivermiþti. Herkes o anda ayný þeyi düþünüyordu. Tamam, yakýnda öleceðiz…
Kapýlar kapandý ve tren bilinmeyen bir yöne doðru hareket etti. Týka basa vagonlarýn havasýz ortamýnda bir gün bir gece yol aldýlar. Geceyi ve gündüzü sadece vagonlarýn tahta aralýklarýndan sýzan aydýnlýktan anlayabiliyorlardý. Yolculuk boyunca kimse tuvalete gidemedi, Kuru ekmeði boþ verin, kimseye bir yudum su bile verilmedi. Öðle üzeri yine karlarla kaplý bir istasyonda indirildiler. Trenden inenleri kendi içinde boyuna, posuna, gücüne, kuvvetine göre gruplara ayýrdýlar. Bir kýsmý yeniden vagonlara bindirilip götürülürken, yarýsýna yakýný o istasyonda bekletildiler.
Yaþar Ýbrahimof, istasyonda bekletilenlerin içinde býrakýldý. Akþama doðru bir manga Alman Askeri onlarý alýp iki saatlik bir yürüyüþün ardýndan kasabanýn dýþýnda, etrafý tel örgülerle kuþatýlmýþ barakalarýn önüne getirdi. Orada kendilerinden önce getirilmiþ baþka esirler de vardý. Korku ve soðuktan tir titreyen esirleri onarlý, yirmiþerli gruplara ayýrýp barakalara yerleþtirdiler. Dýþarýda kar olmasýna raðmen barakalarda battaniye bile yoktu. Ýçerdeki kocaman döküm sobalarýn hiç biri yanmýyordu. Ýnsanlar kendi nefesleriyle ýsýnmaya çalýþýyorlardý. En azýndan kapalý bir yerde olduklarýndan ve barakalarýn arasýnda bulunan çeþmelerden kana kana su içebildikleri için kendilerini þanslý sayýyorlardý. Trendeki esir askerlerin üzerindeki korku yavaþ yavaþ daðýlýyordu.
Onlarý öldürmeyeceklerdi, bunu hissedebiliyorlardý. Þimdi herkes “Öldürmeyeceklerse bizi ne yapacaklar? Neden buraya getirdiler?” sorusunun yanýtýný diðer esirlerin yüzlerinde, bakýþlarýnda arýyordu. Konuþmalar daha çok bundan sonrasýný ne olacak üzerine tahmin ve yorumlardan oluþuyordu. Kampa getirilen bütün esirler açtýlar. Tam iki gündür bir þey yememiþlerdi. Ama neredeyse trendeki korku onlara açlýklarýný bile unutturmuþtu. Barakanýn tabanýna serilmiþ samanlarýn üzerinde koyunlar gibi birbirlerine sokularak derin bir uykuya daldýlar. Korku herkesin psikolojisini bozmuþtu. Yaþar Ýbrahimof gecenin bir yarýsýnda uyandýðýnda üst üste yatan esirlerin neredeyse hepsinin uykusunda baðýra çaðýra konuþtuklarýný gördü. “Tanrým,”dedi, Herkes kafayý mý mý oynattý yoksa?”
Alman askerleri gün ýþýrken barakalarýn tahta duvarlarýna vurarak esirlerin hepsini uyandýrýp bahçeye dizdiler. Sonra birer birer saydýlar. Þimdi onlara çevirmenlik yapan askerler de yoktu. Esirlerin çoðu verilen emirlerin ne anlama geldiðini anlayamýyordu. Anlaþýlmayan ve yerine getirilmeyen emirlerin yanýtý genellikle esirlerin omzuna veya karnýna inen tüfek dipçikleri oluyordu. Bazen yerde yataný kaldýrmak isteyen öteki askerler de ayný þekilde cezalandýrýlýyordu. Trene bindirildikleri günden beri ilk defa o sabah esirlere sabah kahvaltýsý için ikiþer tane haþlanmýþ patates ve biraz da kara ekmek verildi. Sonra sýraya sokulup kamptan dýþarý çýkarýldýlar. Akþama kadar üzerinden demir yolu geçen bir köprünün inþaatýnda çalýþtýrýldýlar. Esir askerler çok yorulmalarýna raðmen aylarca kapalý tutulduklarý kýþladan çýkarýldýklarý için anlaþýlmaz bir mutluluk duydular. Ýyimserlikleri arttý. Eðer çalýþýrlarsa, bir iþe yararlarsa onlarý kimse öldürmezdi. Tek bir sorun vardý. Hava çok soðuktu. Her geçen gün açlýktan daha da cýlýzlaþan bedenleri soðuða eskisi kadar karþý koyamýyordu. Ayrýca aç insanlarý ayaz acýmasýzca diþliyor, çok üþüyorlardý.
Yaþar Ýbrahimof, o esir grubuyla altý ay birlikte kaldý. Yarýsý çelik yarýsý beton , kocaman bir demiryolu köprüsünde çalýþtý. Genellikle sabah ve akþam tahýl lapasý, çavdar ekmeði, haþlanmýþ lahana veriyorlardý. Yemeklerin içinde yað ve et bulmak imkânsýzdý. Her geçen gün iyice zayýflýyorlar, bazýlarý hastalanýyordu. Yaz gelince belki yiyecek bollaþýr diye umut ediyorlardý. Ama açlýk o hep ayný bildik açlýk olarak kaldý. Esirler zamanla bulduklarý her þeyi yemek, otlarýn içinden, hatta aðaç kabuklarýndan bile yenilebilecek olanlarý seçmek konusunda çok fazla uzmanlaþtýlar. Bazen köprü inþaatý yerine baþka iþlerde çalýþmaya da götürüldükleri oluyordu. Örneðin kasaba istasyonunda yükleme, boþaltma, çiftliklerde tarla iþlerinde çalýþtýrýlýyorlardý. Çiftliklere özellikle hasat için götürüldüklerinde ne bulurlarsa yiyorlardý. Ceplerine buðday, arpa, mýsýr taneleri dolduruyorlar, patates çalýyorlar, meyveleri baðýrsaklarý bozuluncaya kadar týka basa yiyorlardý. Eðer yakalanýrlarsa bunu cezasýný da dayak yiyerek ödüyorlardý. Çitliklerde esirlerin durumuna acýyan insanlar arasýnda onlara gizlice yiyecek verenlerde oluyordu. O zaman kendilerine ikram edilenleri çiðnemeye bile vakit bulamadan, çabucak, askerlere göstermeden mideye indiriveriyorlardý.
Buraya getirildikten on ay sonra Yaþar Ýbrahimof ve bir grup Müslüman esir yeniden istasyona götürülüp trenlere bindirildiler. Ama artýk öldürülmekten korkmuyorlardý. Hatta belki savaþ bitmiþtir, býrakýverirler düþüncesiyle seviniyorlardý. Ama vagondan indirildiklerinde savaþýn bitmediði, onlarý çalýþtýrmak için baþka bir yere naklettiklerini anlamalarý uzun sürmedi. Yýllar sonra getirildikleri yerin Hildesheim Ovasý’nda bir kasaba olduðunu öðreneceklerdi. Ýstasyon yakýnýnda bulunan bir karakola götürülerek orada üç gün tutuldular. Her zaman olduðu gibi yine çok az yiyecek veriliyordu. Açtýlar ve beklemekten iyice sýkýlmýþlardý. Üç günün sonunda bir sabah Yaþar Ýbrahimof, birkaç arkadaþý ile birlikte ötekilerden ayrýlarak bir at arabasýna bindirildiler. Yarým gün süren bir yolculuktan sonra uçsuz bucaksýz ovanýn ortasýna kurulmuþ kocaman bir çiftliðe götürüldüler. Artýk onlarýn baþýnda nöbet tutan askerler yoktu. Onlarý Thomas adýnda bir adama teslim etmiþlerdi.
Yaþar Ýbrahimof ve arkadaþlarý önce çiftlikte ahýrlarýn üstündeki samanlýk gibi bir yere yerleþtirildiler. Onlara sadece "Kaçmaya çalýþan ölür. Ayaðýnýzý denk alýn." manasýna gelecek bir þeyler söylediler. Elbette söylenenlerin çoðunu anlamadýlar. Thomas'ýn yüz ifadesinden durumun böyle bir þey olduðu sonucunu çýkardýlar. Ovanýn ortasýnda onlarca binadan oluþan bu çiftlikte savaþ esiri olan dört kiþi dýþýnda onlarca insan çalýþýyordu.
Çitliðin sahibi kocaman kuleleri olan þatoya benzer eski bir bina da yaþýyordu. Sadece sabahleyin erkenden uyanýp evin balkonundan avluya bakýyordu. Thomas, her gün avluda toplanan iþçilere yapacaklarý iþleri paylaþtýrýyor, sonra da gidip çiftliðin sahibiyle bir asker gibi esas duruþta konuþuyordu. Onun baþka talimatlarý emirleri alýyor ve çalýþanlarýn görevlerinde bazý deðiþiklikler yapýyordu. Yaþar Ýbrahimof ile arkadaþlarýnýn esirlik günleri çiftliðe gelince birden sona eriverdi. Onlara da çiftlikte öteki iþçilerle birlikte yemek veriliyor ve daha iyi yataklarda yatýrýlýyorlardý. Haftada bir kez sýcak suyla banyo bile yapabiliyorlardý. Hatta üstündekilerin çok yýprandýðýný görünce onlara yeni giysiler bile verildi. Ayrýca çiftlikte yaþayanlar her konuda birbirlerine yardýmcý olmaya özen gösteriyorlardý. Ellerindekini çekinmeden onlarla þeylerini paylaþýyorlardý. Yaþar Ýbrahimof ve arkadaþlarýný onlardan ayýran en büyük engel sadece Almanca bilmemeleriydi. Geldiklerinden bir ay sonra savaþ esiri olduklarýný bile unuttular.
Çitlikte kadýn ve erkekler için ayrý ayrý düzenlenmiþ yatakhaneler vardý. Ýþçiler için ayrýlmýþ su tulumbasý ve tuvaletler bahçedeydi. Sabahleyin gün ýþýrken kalkýlýyor ve kahvaltý ediliyordu. Mutfakta görevli kadýnlar iþçilerden daha erken kalkarak hazýrlýyordu. Sabah kahvaltýsýnda genellikle ekmek ve reçel gibi þeyler veriliyordu. Onca açlýktan sonra bu kahvaltý bile kendi baþýna bir ziyafet sayýlýrdý. Kahvaltý sonrasý çiftlik çalýþanlarý esirlerle birlikte avluya çýkýyorlardý. Dört esir dýþýnda çiftlikte çalýþanlara her ay iþlerinin önemine göre belli bir para veriliyordu. Thomas kendisini bekleyen iþçilerin yanýna gidiyor o gün yapýlmasý gerekli iþleri onlara paylaþtýrýyordu. Örneðin sabah inekler saðýlacak, öðleden sonra da tarlaya gidip ötekilerle patates toplayacaksýnýz gibi… Ýþçiler sýk sýk ücretlerden yakýnýyordu ama esirlerin hiçbir þeyden þikâyetleri yoktu. Onlar sadece akýllarýna düþtükçe çiftlikten alýnýp baþka bir yere götürülmekten korkuyorlardý. Savaþýn bitmediðini herkes biliyordu. Korkularýndan dolayý çiftlik sahibine ve kâhyaya sürekli yaranmaya çalýþýyorlar, verilen her iþi canla baþla yapýyorlardý. Kendi iþleri bittiðinde hemen baþkalarýna yardýma gidiyorlardý. Belki de bu yüzden herkes onlara iyi davranýyor ve yakýnlýk gösteriyordu. Ýbrahimof, ayrýca diðer çalýþanlardan daha becerikli olduðu için de seviliyordu. Atý arabaya koþmayý, çift sürmeyi, hayvan saðmayý, pulluk ve basit tarým aletlerini onarmayý çok iyi bildiði için çitliðin kâhyasý Thomas iþleri çalýþanlara paylaþtýrýrken Ýbrahimof’u kolluyor, ovaya göndermiyor, daha çok çiftlik içindeki nispeten kolay iþleri veriyordu.
Günler, haftalar aylar yel gibi gelip geçti. Kýþ gelip kapýya dayandý. Tarla, çift, çubuk iþleri bitti. Ovayý kardan bir örtü kapladý. Ahýrlarýn temizlenmesi, hayvanlarýn beslenmesi, ineklerin saðýlmasý ve peynir üretilmesi dýþýnda fazla bir iþ kalmadý. Ýbrahimof üç gündür bir at arabasýnýn tekerleklerini onarmaya çalýþýyordu. Ýþin doðrusu araba tamirinden de marangozluktan pek anlamýyordu. Deneme yanýlama yoluyla bu iþin üstesinden gelmek ve kendini oyalamak istiyordu. Çünkü aylak kaldýðý zaman düþüncelerine acýmasýz akbabalar üþüþüyor ve beynini didikliyordu. Köyünü, evini ve ailesini düþünmekten iyice yorulmuþtu.
Kýþ bütün ovaya, daðlara, ormanlara hükmederken Ýbrahimof’a bir haller oldu. Ýyice kendi içine çekildi. Yemeden içmeden kesildi. Belki de bu yüzden biraz ateþlenip yataklara düþtü. Neyse ki hastalýðý basit bir soðuk algýnlýydý. Ýyileþti ama caný hala yataktan çýkmak, eskiden olduðu gibi karlý bahçede yürümek bile istemiyordu. Hastayken ona çiftliðin mutfaðýnda çalýþan Monika gelip baktý. Ýçine ekmek doðranmýþ, sýcak süt ve çorba getirdi. Alnýna sirkeli suda ýslatýlmýþ bezler koydu. Monika’nýn Ýbrahimof’a karþý gösterdiði ilgi iyileþtikten sonra da sürmeye devam etti. Yemek daðýtýrken sürekli Ýbrahimof’u kolluyor, yemeðin en güzel kýsmýný seçerek onun tabaðýna dolduruyordu.
Monika oldukça alýmlý bir kýzdý. Yüzündeki çiller ona ayrý bir güzellik katýyordu. Sarý saçlarý ve mavi gözleriyle erkeklerin aklýný kolayca baþýndan alabilecek biriydi. Çiftlikte onun gibi birçok genç kýz vardý. Bütün genç ve saðlýklý erkekler askere alýndýðý için maalesef ortalýkta bu kýzlarla ilgilenecek erkek yoktu.
Ýbrahimof, kýþýn insaný kapalý mekânlara hapsettiði kasým ayýnýn sonlarýnda Monika’nýn kendisiyle aþýrý derecede ilgilenmesinin mutfak görevlerinden biri olmadýðý fark etti. Almancayla baþý belada olduðu için yarým yamalak cümlelerle kýzýn ilgisine teþekkür ediyor, halini hatýrýný sormaya çalýþýyordu. Ýbrahimof ne zaman aðzýný açýp bir þeyler söylemeye kalksa kýz gülmekten kendinden geçiyordu. O da kýza bakýp kedini koyuveriyordu. Onlar konuþamýyor sadece kahkahalarla gülüyorlardý. Sonra duruluyorlardý ve yine her þey günlük akýþýnda sürüp gidiyordu. Belki de bu gülüþmelerin en güzel yaný çiftlikte kimsenin onlarýn ne yaptýklarýna aldýrmamasýydý.
Ýbrahimof, askere alýndýðý günden beri ilk kez erkek olarak bir kadýný arzuladýðýný, bir kadýnýn kendisini beðendiði hissediyordu. Bu onu ayný zamanda büyük bir suçluluk duygusu içine de itiyordu. Çünkü o evliydi ve memleketinde karýsý ve iki çocuðu onun dönmesini bekliyordu. Gerçekten eþi onu bekliyor muydu? Esir olarak Almanya’ya götürüldüðünü ve yaþadýðýný biliyor muydu? Belki öldüðünü sanýp çoktan baþka birisiyle evlenmiþti.
Her geçen gün eþinin onun beklediði düþüncesini kendi içinde azaltmaya çalýþtý. Çünkü mavi gözlü ve yüzü çillerle bezeli o kýza doðru akmaktan kendini alamýyordu. Birkaç hafta sonra Monika, Ýbrahimof’un kendisine yakýn olmasýný saðlayacak bir þeyler ayarladý. Thomas iþ daðýtýmýný yaparken Monika ve onu sürekli birlikte çalýþabilecekleri iþlere veriyordu. Her gün birlikte inek saðmaya, ahýr temizlemeye ve hayvanlarý yemlemeye gidiyorlardý. Ýbrahimof onunla ayný iþlere gitmekten hoþlandýðý halde Monika’dan çekiniyor ve mesafeli kalmaya özen gösteriyordu. Kýþ koyulaþtýkça onlar birbirlerine yakýnlaþtýlar. En sonunda Monika ilk adýmý Ýbrahimof’un atmasýný beklemekten yoruldu. Bu çekingen adamý elinden tutup ahýrýn en uzak köþesine götürdü. Sonra samanlýða, ertesi gün peynirlerin dinlendirildiði odaya ve diðer gözlerden uzak yerlere…
Bahara doðru artýk herkes onlara evliymiþler gibi davranmaya baþladý. Fakat çiftlikte evli çiftlerin birlikte kalabileceði odalar yoktu. Karanlýk çökünce erkekler kendi yatakhanesine, kadýnlar da kendi yatakhanelerinde kalýyordu. Bu yüzden iliþkileri gözlerden uzak kuytularda sürüp gidiyordu. Sonra hiç beklenmedik þeyler oluverdi. Kadýn öðürmeye ve sürekli kusmaya baþladý. Monika’nýn caný çilek çektiðinde daha Nisan bile gelmemiþti. Henüz çilek için çok erkendi. Çilekten sonra Monika armut ve üzüme de aþ erdi. Çiftlikteki iþçiler için bu durum pek sürpriz sayýlmazdý. Hatta bunu sevinçle karþýladýlar. Çiftliðin taþ duvarlarýnda yýllardýr bebek çýðlýklarý yankýlanmamýþtý. Sadece iki Boþnak ve bir Arnavut esir Monika’nýn hamile olmasýna öfkelendiler. Ýbrahimof’un Hýristiyan bir kadýnla iliþkisini kendilerine ve ülkelerine ihanetmiþ gibi algýlýyorlardý.
Bahar ve yaz Ýbrahimof ve Monika için masal gibi akýp geçti. Onlarýn gülücüklerle ve öpücüklerle süslü yazlarý savaþýn iyice azgýnlaþtýðý bir yýl oldu. Ovanýn üzerinden uçup giden uçak sayýsý her gün artýyordu. Bazý günler yüzlercesini bir arada bile görmeye baþladýlar. Çiftliðin ve ovanýn üzerinden iyice alçalarak geçenlerden çok korkuyorlardý. Bomba atabileceði korkusuyla herkes saklanmaya çalýþýyordu. Neyse ki þimdiye kadar bir aksilik yaþanmamýþtý. Kasaba defalarca bombalanmýþtý. Her þeye raðmen onlar savaþýn çok uzaðýndaymýþ gibi yaþýyorlardý. Elbette zaman zaman çiftliðe savaþ haberleri de geliyordu. Radyolarda, Almanlarýn bütün Rusya’yý ele geçirdiðinden, bütün komünistler teslim olduðundan söz ediliyordu. Çiftlikteki iþçiler karýncalar gibi çalýþýyorlar ve yetiþtirilen bütün ürünleri at arabalarý ile kasabaya taþýyorlardý. Çitlik sahibinin keyfi yerindeydi.
Kasým baþýnda karlar baþlayýp, dize kadar çýktýðýnda Monika kendisi gibi sapsarý bir oðlan çocuðu dünyaya getirdi. Adýný da Stefan koydu. Dünyaya gelen üçüncü oðlu Ýbrahimof’u bir duygu karmaþasýnýn içine itti. Stefan için sevinirken Makedonya’da kalan iki oðlu için kötü bir þey yaptýðý hissini yaþýyordu. Sevinci eksik, yarým ve kýrýk döküktü. Ama þimdi savaþ zamanýydý ve o bir esirdi.
Yazýn baþýnda Thomas bir düzenleme yaparak Ýbrahimof ile Monika’ya mutfaðýn hemen bitiþiðinde bir oda verdi. Bütün kadýnlar daha önce kiler olarak kullanýlan odayý temizlemeye, badanasýný yapmaya ve birkaç parça eþya ile donatmaya yardým ettiler. Çünkü Stefan kadýnlar yatakhanesinde bütün gece aðlayarak herkesin huzurunu kaçýrýyordu. Çiftliktekiler savaþtan habersiz yoðun bir yaz talaþý içindeydiler. Fakat kendilerine göre savaþýn gidiþatýný da anlamaya çalýþýyorlardý. Harman makinesini çeken traktöre artýk yakýt bulunamýyordu. Ovanýn üzerinden uçup giden uçak sayýsý da her geçen gün artýyordu. Artýk radyolarda söylenen zafer haberleri kimseye pek inandýrýcý da gelmiyordu. Çünkü ovayý býçak gibi kesip geçen ýrmaðýn üzerindeki köprü son bir ay içinde iki kez bombalanmýþ ve yeniden onarýlmýþtý.
Son aylarda çiftliðin sahibi olan yaþlý karý koca neredeyse hiç kasabaya gitmiyor, evlerinden dýþarý adýmlarýný bile atmýyorlardý. Kimse bir þey söylemese bile iþin içinde bir terslik vardý. Bu rahatlýkla seziliyordu. O günlerde çiftliðe ansýzýn askerler çýkýp gelmiþti. Her yeri aramýþlar, herkesi avluya toplayýp adlarýný listeye yazmýþlardý. Soranlara Thomas “Askere alýnacak gençler olup olmadýðýný bakmaya gelmiþler.”diye yanýt vermiþti.
Zaman su gibi akýp geçerken Ýbrahimof ve çiftlikte çalýþan diðer esir arkadaþlarý Almanca konuþmayý her geçen gün biraz daha ilerletiyorlardý. Bazen dilleri dönmediði için telaffuz eksikleri olsa bile kendilerine söyleneni genellikle doðru olarak anlayabiliyorlardý. Kendi aralarýnda Almanca, Makedonca ve Sýrpça karýþýmý bir dille þakalar bile yapabiliyorlardý. Bu çiftlikte çalýþanlar arasýnda uyumu iyice geliþtirmiþ ve onlarý birbirlerine yaklaþtýrmýþtý. Kocaman bir aile gibi olmuþlardý. Fakat öteki esirlerle Ýbrahimof arasýndaki soðukluk her geçen gün artýyordu. Onun Manika ile birlikte yaþamasýný döneklik gibi algýlamakta çok ýsrarlý görünüyorlardý. Bu durum Ýbrahimof’u çiftlikte çalýþan Alman iþçilerle yaklaþtýrýrken, kendi arkadaþlarýndan uzaklaþtýrýyordu. Mecbur kalmadýðý zamanlarda esir askerlerle ayný iþlerde çalýþmaktan uzak durmaya özen gösteriyordu. Ýbrahimof esir olduðu ve bu çitlikte çalýþtýrýlmasýný haksýzlýk olarak görmüyordu. Çünkü burada çalýþan Almanlardan hiçbir farký yoktu. Onlar para karþýlýðýnda kendisi ile ayný iþleri yapýyorlardý. Ama kazandýklarý para neredeyse hiçbir iþe yaramýyordu. Sadece saklayabilir ve sürekli biriktirebilirlerdi. Kasabada bütün dükkânlar bomboþ, lokantalar ve meyhaneler kapalýydý.
Önce sonbahar geldi, ardýndan yine acýmasýz bir kýþ… Çok açlýk var diyorlardý. Ýnsanlar bir parça ekmek için yakýnda birbirlerini öldürecekmiþ. Kasabada hýrsýzlýk iyice artmýþ. Çiftlikte yaþayanlarýn bir eli yaðda öteki balda deðildi ama aç da kalmýyorlardý. Hatta bazen etli yemekler ve tatlýlar bile yiyebiliyorlardý. Ýþçilere et verilmesi için özel olarak hayvan kesilmiyordu. Genellikle hastalanan veya yaralanan hayvanlar onlarýn kazanýna giriyordu. Olsun varsýn diyorlardý, buna da þükür… Stefan büyüyordu, alt çenesinde iki diþi çýkmýþtý. Uçlarý iðne gibi sivri diþleriyle ne bulursa çiðnemeye çalýþýyordu. Yaramaz, emerken annesinin memesini bile kanatmýþtý. Üstelik artýk eskisi kadar çok aðlamýyordu. Yakýnda yürümeye de baþlardý. Monika, Ýbrahimof ve Stefan için yaþam kendi halinde akýp gidiyordu.
Kýþ sona erip çitlikte hareketli günler baþlayýnca Monika’nýn ikinci kez hamile olduðu anlaþýldý. Mayýs ayýnda kusmaya, yediði her þeyi çýkarýp hastalanmaya baþladý. Bu durum önceki hamileliðine hiç benzemiyordu. Çoðunlukla çalýþamýyor, tarlaya bahçeye gidemiyor, zamanýnýn çoðunu yatarak geçiriyordu. Ahýrlarýn, hayvanlarýn, sütün ve peynirin kokusuna kesinlikle dayanamýyordu. Diðer çalýþanlar Monika’nýn yatmasýna içerliyor, her fýrsatta onun bu çiftlikðe doðurmak için deðil çalýþmak için geldiðini Thomas’ýn duyacaðý þekilde dillendiriyorlardý. Özellikle iþçilerin bir araya geldiði akþam yemeklerinde sözle sataþanlar ve iðneleyici laflar söyleyenler oluyordu. Ýbrahimof esir olduðu için kimseye bir þey diyemiyor, öfkeleniyor ve söylenenlerin altýnda eziliyordu. Neyse ki bu durum bir ayýn sonunda kendiliðinden düzeldi.
Aðustos ayý ortalarýnda ovadan askeri birlikler geçmeye baþladý. Tanklar bazý tarlalardaki ürünleri yerle bir ettiler. Askerler içinde yaralýlar, hastalar, üstü baþý periþan durumda olanlar çoðunluktaydý. Ekmek, su bile istemediler. Aceleci ve telaþlý, kaçar gibi geçip gittiler. Onlarýn geçiþinden sonra uçaklar da sustular. Ova derin bir sessizliðe büründü. Eylül ayýnýn baþýnda savaþýn yakýnda biteceði söylentileri yayýlýyordu. Çok geçmeden söylentiler gerçek çýktý. Almanya Amerika ve Rusya’ya teslim oldu. Ýbrahimof ile birlikte çiftlikte çalýþan esir askerler bu habere çok sevindiler. Ama o sevinemedi. Ýþin içinde Monika ve Stefan vardý. Esir askerler bu haberin duyulmasýndan sonra hemen kasabaya gidip karakola baþvurdular. Savaþ esiri olduklarýný ve buraya Yugoslavya’dan getirildiklerini beyan ettiler. Karakoldaki askerler onlara çitliðe geri dönmelerini, yakýnda memleketlerine gönderilmeleri için gerekli düzenlemelerin yapýlacaðýný söylediler.
Monika bir akþam Ýbrahimof’a bundan sonra ne yapacaðýný, nasýl yaþayacaðýný ve geleceðe iliþkin olarak neler düþündüðünü sordu. Ondan Almanya’da kalmasýný istedi. Burada birlikte yeni bir yaþam kurmayý düþlediðini söyledi. Ýbrahimof da ona zaten dönmeyi düþünmediðini, onunla mutlu olduðu yanýtýný verdi. Sonra her ikisi de kendini düþlerden örülü bir geleceðin içine salýverdi. Konuþtular, sular seller gibi durmadan konuþtular. Uykuya dalmak için gözlerini kapattýklarýnda sabah olmuþtu.
Ýbrahimof, Monika’ya verdiði sözden ötürü her geçen gün artan bir piþmanlýk ve kýzgýnlýk duymaya baþladý. Bunun üstesinden gelemiyordu. Her boþlukta, kendini köyünü, eþini, çocuklarýný, anne ve babasýný düþünürken buluyordu. En azýndan bir kez olsun gidip, onlarý görmek istiyordu. Peki, giderse geri dönebilir miydi? Eðer hayattaysalar onlara “Ben Almanya’ya geri döneceðim .”diyebilir miydi? Monika’dan ve oðlundan vazgeçmek istemiyordu. Çünkü Monika yaþamýnýn en çaresiz zamanlarýnda ona uzanan sýcacýk bir el olmuþtu. Kimse kolay kolay böyle bir þey yapmaz, bu kadar cömertçe baþkasýna kucak açamazdý. Ona çok þey borçlu olduðunu hissediyordu.
Özellikle geceleri baþýný yastýðý koyduðunda Ýbrahimof’un içindeki merak ve belirsizlik duygusu tamamen onu ele geçiriyor ve aklýný Makedonya’daki karýsý, evi ve çocuklarý teslim alýyordu. Sabaha kadar yataðýn içinde dönüp duruyor, uyuyamýyordu. Onun huzursuzluðunu sezen Monika “Artýk savaþ bitti. Burada kalmak zorunda deðiliz. Baþka bir yere gidelim. Çalýþýp yeniden bir yaþam kurabiliriz.” diyordu. Ýbrahimof’un asýl sorunu bu çitliðe esir olarak getirilmiþ olmak deðildi. O savaþ zamaný kendisini açlýktan ve soðuktan kurtaran bu çitliði hep sevmiþti. Üstelik kendisini çiftlikte hiçbir zaman esir gibi de hissetmemiþti. Burada yaþamaya ve çalýþmaya ömrünün sonuna kadar devam edebilirdi. Asýl sorun kalmak veya gitmek deðil, Makedonya’ya dönüp dönmemekti. Diðer üç Müslüman esir haftalar önce çiftlikten ayrýlýp gitmiþlerdi. Elbette dönmek, Monika’yý býrakýp gitmek düþüncesi tamamen çöpsüz üzüm deðildi. Belki de onu kendi memleketinde kötü sürprizler bekliyordu. Bu ihtimal Ýbrahimof’u iyice korkutuyor ve kararsýzlýðýný daha da derinleþtiriyordu.
O sonbahar çiftlikte çalýþan iþçilerin büyük bir bölümü ayrýlýp kendi köylerine gittiler. Savaþ sýrasýnda yolculuk etmek, bir yerden bir yere gitmek neredeyse imkânsýzdý. Gidenlerin hepsi bir hafta on gün içinde geri döneceklerini söylediler. Yarýsýndan fazlasý çitliðe bir daha geri dönmediler. Geri dönenler ise bütün köylerin ve kasabalarýn yerle bir edildiðini, demiryollarýnýn ve köprülerin yýkýldýðýný anlattýlar. Almanya’nýn bütün kentlerini, kasabalarýný açlýk ve salgýn hastalýklar sarmýþ. En çok da küçük çocuklar ve yaþlýlar ölüyormuþ. Ýbrahimof duyduklarýna inanmakta güçlük çekiyordu Durum bu kadar kötüyse neden bu çiftliktekilerin hiçbir þeyden haberi bile yoktu? Üstelik burada her zaman bol yiyecek vardý. Duyduklarý yüzünden bazen bu çiftlikte bütün dünyadan ve insanlara özgü acýlardan uzakta, gizli bir ülkede yaþadýklarýný hissediyordu.
Kýþ ortasýna doðru birkaç asker yeniden çiftliðe gelip Ýbrahimof’a ülkesine dönmesi için gerekli iþlemlerin tamamlandýðýný bildirdiler. Üç ay içinde dönmezse bütün haklarýný yitireceðini, bir daha kendisiyle ilgili iþlemlerle uðraþmayacaklarýný söyleyip gittiler. Ýbrahimof’a bir belge imzalattýlar ve çiftlikten ayrýldýlar. Elinde kalan bu son üç ay Ýbrahimof’un dönme konusundaki kararsýzlýðýný binlerce küçük parçaya ayýrdý. En azýndan bir kez gidip onlarý göreyim. Sonra dönerim düþüncesi aklýný tamamen ele geçirdi. Her taraf kar altýndaydý. Kendi kendine mart ayý baþýnda yola çýkmayý kurgulamaya baþladý. Dönmek düþüncesini Monika’ya söyleyemezdi. Mecburen karar verdiðinde habersizce bir trene binip yola çýkacaktý. Monika’yý ve çocuklarý da yanýna alýp götürebilse, hiç kimseden vazgeçmek zorunda olmasa ne güzel olacaktý. Götüremezdi ki, anlatamazdý ki, onu kimse anlayamazdý… Oradakilere ne söyleyecekti? Eðer eþi hala bekliyorsa onun yüzüne nasýl bakacaktý? Her þey deðiþmiþ, karýsý yeniden evlenmiþ bile olsa “Bize gâvur kýzýndan gelin olmaz.” diyeceklerdi.
Ýbrahimof, elbette Makedonya’daki kayýtlara kayýp olarak geçtiðini, annesinin onun için günlerce gözyaþý döktüðünü bilmiyordu. Savaþ zamanlarýnda binlerce insan kaybolurdu. Ölenler için genelde “Kahramanca bilmem nerede savaþtý ve filanca þehitlikte huzur içinde yatýyor.”denirdi. Ama kayýplar için en son þurada görüldü, burada savaþtý öyküleri uydurulmazdý. Ýbrahimof’un annesi devletten gelen kaðýtta yazan “Oðlunuz savaþ sýrasýnda kayboldu cümlesinden” bir þey anlamadý. Kocaman, dað gibi bir oðlan nasýl kaybolurdu? Bozuk, para, boncuk veya iðneden söz eder gibi birisi için kayboldu denilebilir miydi? Öldüyse en azýndan mezarýný görsün, bilsin, baþýnda dua okusun istiyordu. Kuþ olup uçmamýþtý ya.
Mart baþýnda Ýbrahimof kasabaya gitmek için Monika’dan biraz para aldý. Ama pazara gitmedi. Zaten eskisi gibi pazar da kurulmuyordu. Savaþtan sonra para neredeyse hükmünü yitirmiþ, sadece bazý gýda maddeleri satýn almak için kullanýlabiliyordu. Ýbrahimof çarþýya hiç uðramadan direk karakola gitti. Oradaki görevliye Makedonya’ya dönmek istediðini söyledi. Çekmeceleri açýp, dosyalarý karýþtýrdýktan sonra ona ait kâðýtlara baktýlar. Ýsterse bu gece kasabadan geçecek olan trene binmesini saðlayacaklarýný söylediler. Kendisine verilen kâðýtlarý cebine koyup oradan çýktý. Üzerindeki para ile biraz taze inek peyniri ve birkaç somun ekmek aldý. Peynir deðil ama ekmek karaborsaydý. Çünkü her yerde ekmek karneye baðlanmýþtý. Binlerce endiþe, kaygý ve korku yüreðini ezerken akþamýn ilerleyen saatlerinde istasyona duman, buhar savurarak giren trene bindi.
Ýbrahimof’un yolculuðu üç gece dört günde sona erdi. Yolculuk boyunca insanlar zaman zaman trenden inip uzak mesafeleri sýrtýnda yükleriyle yürüdüler. Tren güzergâhýndaki bütün kasabalarýn, þehirlerin köylerin ve yol üzerindeki köprülerin çoðu yerle bir edilmiþti. Þehirlerde molozlarý kaldýrmak için savaþtan arta kalan çoðu yorgun ve yaþlý insanlardan oluþan kocaman bir kalabalýk karýncalar gibi çalýþýyordu. Ýbrahimof dört günlük yolculuktan sonra Ýþtip’e vardýðý gece yarýsý yýkýlmýþ bir binanýn içine sýðýndý. Geceyi tahta bir kanepenin üzerinde geçirdi. O gece sabaha kadar rüyalara tutsak olarak kan ter içinde onlarca kez uyandý, döndü, yeniden uyudu, oturdu, tütün içti ve sabahý zor etti. Hava aydýnlanýnca çýkýp kasabayý dolaþtý. Yýkýlmýþ binalar arasýnda yürüdü. Onlarca kez eþeðiyle pazara geldiði, sokaklarýnda gezdiði bu kasabayý tanýyamadý. Köyüne gitmeden önce bir þeyler satýn alabilmeyi istiyordu. Kasabada sadece birkaç açýk fýrýn vardý. Onlar da ekmeði parayla deðil karneyle daðýtýyorlardý. Zaten dükkânlar açýk olsa bile üzerindeki Alman paralarýyla bir þeyler alabilmesi neredeyse mucize gibi bir þeydi. Mecburen torbasýndaki ekmekten biraz koparýp yiyerek köyünün yoluna düþtü. Normal bir yürümeyle köy bu kasabaya altý saatlik mesafedeydi.
Öðleden sonra Ýbrahimof köyüne ulaþtýðýmda her þeyin yerli yerinde olduðunu görünce büyük bir þaþkýnlýk yaþadý. Sanki savaþ bu köye de uðramayý unutmuþ gibi görünüyordu. Köye inen bayýrýn aþaðýlarýna yaklaþtýðýnda sürüsünü otlatan on üç on dört yaþlarýnda býyýklarý yeni terlemeye baþlamýþ bir delikanlýyla karþýlaþtý. Ona kim olduðunu sordu. Delikanlý Þakir’in oðluymuþ. Çocuðun yüzünü dikkatlice incelemesine raðmen kimlerden olduðunu ve babasýný çýkarmadý. Kendi evinin kapýsýnda üç tane kocaman çoban köpeði onu karþýladý. Havlayarak ona doðru koþtular. Ýbrahimof hiç kýmýldamadan evden birilerinin çýkýp köpekleri çaðýrmasýný bekledi. Köpeklerin aralýksýz havlamalarýna evden Zarife çýktý. Bahçe çitinin önündeki adama hiç bakmadý. Sadece köpekleri avluya alýp kapýyý kapattý. Ýbrahimof tek bir adým bile atmadan ýsrarla olduðu yerde durmaya devam etti. Heyecandan dizleri titriyor, yüzü seðiriyor ve kalbi uçsuz bucaksýz çayýrda süzülen genç bir tay gibi koþuyordu. Zarife ilk kez bahçe çitinin önünde duran adama baktý. Onu tanýdý, yerinden fýrlayýp koþmaya baþladý. Ayaðý bir þeye takýlýp yere yuvarlandý. Yerinden kalkmadan eve doðru dönüp baðýrdý. “Anne Ýbrahim döndü. Baba Ýbrahim döndü…”
Kapý önünde eþine sarýldý. Öylece kalakaldý. Sanki sonsuza kadar kollarý kilitlenmiþ, hiç çözülmeyecek gibiydi. Annesi ve babasý gelinlerinin çýðlýklarýný duymadý. Birlikte içeri girdiler. Annesi oðlunu görünce bir çýðlýk atýp ona sarýldý. Kollarý oðlunun boynuna ulaþamadan bayýlarak yere yýðýldý. Zarife kaynanasýnýn yüzüne su vurdu. Onu uykusundan uyandýrmak ister gibi bir taraftan da “Anne, anne” diye sesleniyordu. Baba gözleri yaþlarla dolu olarak ayaða kalkýp oðluna sarýldý. “ Döneceðini biliyordum oðlum.”dedi. “Yüzlerce defa rüyalarýma girdin. Sað salim evine döneceðini biliyordum. Umudumu hiç kaybetmedim.”dedi.
Ýbrahimof’un eve döndüðünü birkaç saat geçmeden komþu köylerde yaþayanlar bile duydu. Evleri aniden büyük bir kalabalýðýn akýnýna uðradý. Herkes Ýbrahimof’un baþýna neler geldiðini merak ediyordu. Ýbrahimof yaþadýklarýný birkaç cümle ile binlerce kez özetlemekten periþan oldu. Elbette hiç kimseye Monika’yý ve sarý kafalý iki oðlunu anlatmadý. Ýlk saatlerde onlarý gizlediði için kendini yalancý ve suçlu gibi hissetti. Her geçen dakika içinde bulunduðu bu yeni duruma alýþmaya baþladý. O akþam babasý Ýbrahimof’un dönmesi þerefine irice bir koç kurban etti. Evde orta halli bir ziyafet verildi. Camlara sabahýn ilk ýþýklarý düþünceye kadar konuþtular. Beþ yýlýn acýsýný çýkarmaya, konuþarak yýllardýr içlerinde biriken özlemi yok etmeye çalýþtýlar.
Köye savaþ top mermisi yaðmuru, bomba çukurlarý, hava bombardýmaný olarak gelmemiþti ama köydeki birçok gencin yaþamýný ömrünün baharýnda ellerinden çekip almaktan da geri kalmamýþtý. Askerler gelip köylerdeki bütün hayvanlarý, ambarlardaki bütün yiyecekleri alýp götürmüþlerdi. Özellikle gizlemeye çalýþanlarý ile ölümle cezalandýrmýþlardý. Köyde büyük bir kýtlýk, açlýk ve hastalýk yaratmýþlardý. Yugoslavya Almanlar tarafýndan iþgal edildikten sonra Ülkeye Bulgar askerleri polis olarak görevlendirilmiþler. Onlar da askerlik çaðýna yakýn bütün gençleri askere almýþ ve deðiþik cephelere sürmüþler. Askere alýnmaktan kurtulanlarý da partizanlar götürüp kendi saflarýna katmýþlar. Gençlerin bir kýsmý sað salim savaþýn sonunun görmeyi baþarmýþ ama daha çoðu götürüldükleri cephelerde kendilerinin bile olmayan bir savaþta ölüp gitmiþlerdi. Köy taþ gibi yerinde duruyor ama genç bir kuþaðýn neredeyse tamamýna yakýný yok edilmiþti. Partizanlar Savaþtan sonra köyde yeni bir yönetim seçmiþ, ama yaþam hala eskisi gibi sürüp gidiyordu. Çünkü bu köyde yaþayanlarýn tamamý neredeyse birbirine akrabaydý. Aralarýnda siyasi bir ayrýlýktan söz etmek mümkün deðildi.
Ýbrahimof yavaþ yavaþ yeni yaþamýna alýþmaya baþladý. Yine eskiden olduðu gibi sürünün baþýnda daðlara gidiyor, ekin biçiyor, tarlada, bahçede çalýþýyordu. Monika ve Almanya’yý düþünmekten elinden geldiði kadar kaçmaya çalýþýyordu. Her geçen gün Almanya’ya geri dönme isteði azalýyordu. Zarife’den olan iki oðlu savaþ yýllarýnda epey büyüyüp serpilmiþti. Büyük oðlu Hüseyin’in neredeyse okul çaðý gelmiþ de geçiyordu. Onlarýn köyünde okul yoktu. Fakat Kutsa’da kimsenin buna aldýrdýðý da yoktu. Okuyup ta viçitel ya da çinornik (Öðretmen ya da memur) olacak deðillerdi ya… Her geçen gün Ýbrahimof yýllardýr ayrý kaldýðý köyü ile yakýnlaþýyor, kendini Almanya’dan daha çok buraya ait hissediyordu. Bu aðaçlar, dere, deðirmen, komþularý, sevdikleri, sevmedikleri, tarla sýnýrý nedeniyle kavgalý olduklarý Murtaza bile gözüne þirin geliyordu. Besbelli ki Monika iki oðluyla bir baþýna orada kalacak ve yeni bir hayata baþlayacaktý.
Eve döndükten iki yýl sonra Zarife tatlý bir kýz dünyaya getirdi. Adýný Zühre koydular. Haftalar aylarý, aylar mevsimleri, mevsimler yýllarý kovalayýp gitti. Ellili yýllarýn ortasýnda Ýbrahimof önce babasýný kaybetti. Kocaçuko Deresine koyunlarý suya indirmiþ ve oracýkta düþüp ölmüþtü. Babasýnýn ölümünden yedi sene sonra da annesini topraða verdi. Kadýncaðýz kocasýnýn yokluðuna alýþamamýþ, onun ölümünden sonra bir türlü hayata baðlanamamýþ, ince bir dal gibi kuruyup gitmiþti. Sonra da yataklara düþmüþ, altý ay çektikten sonra hayata gözlerini yummuþtu. Bin dokuz yüz altmýþ senesi ortalarýnda her þeyin tadý yavaþ yavaþ kaçmaya baþlamýþtý. Köylüler birer ikiþer Türkiye’ye gidiyorlardý. Her geçen sene evler teker teker boþalýyor, köy gittikçe artan bir sessizliðe gömülüyordu.
     Ýbrahimof köylülerinin evini, ocaðýný býrakýp Türkiye’ye gitmesine çok içerliyordu. Yýllarca Almanya’da kaldýktan sonra köyünü terk edip baþka bir ülkeye gitmek istemiyordu. Hem de her memleketin düzenin baþka olduðunu çok iyi biliyordu. Yeniden baþlamak, geçim saðlamak ve çocuklarýný büyültmek konusunda kaygýlanýyordu. Türkiye’ye gidenlerin yakýnlarýna yazdýklarý mektuplarda her þey güllük gülistanlýk gibi anlatýlýyordu. Ekmek bol, su bol, topraklar verimli, iþ ve para ganiydi. En sonunda aðabeyi de Türkiye’ye gitmeye karar verdiðini söyleyince dünya baþýna yýkýlýverdi. Hem kýrgýn, hem de abisi tarafýndan terk edildiði, istenmediði hissiyle “Ben gitmeyeceðim. Köyümde kalacaðým.”demiþti. Aðabeyi yaz baþýnda çoluk çocuðunu alýp kasabadan trene binince dünya üzerinde yapayalnýz kaldýðýný hissetmiþti. Ne gidecek yeri, ne de eþinden ve çocuklarýndan baþka kimsesi vardý.
Köye döndükten sonra kederinden boðulacak gibi oldu. Günlerce evin içinde bir aþaðý bir yukarý dolanýp durdu. Evinde onlarýn seslerini, nefeslerini, izlerini aramaya baþladý. Onlardan kalan ne varsa hepsini topladý. Eski ayakkabýlarý, yýrtýk giysileri, kýrýk saplý tavayý, bakýr hamam tasýný ve aklýnýza gelmeyecek daha onlarca iþe yaramaz pýlý pýrtýyý… Topladýklarýný güzelce bir sandýðýn en altýna yerleþtirdi. On yýl içinde bu insanlara ve bu köye ne olmuþtu? Birkaç yýl önce misafir yatýracak yer bulunmazken þimdi onlarca boþ ev vardý. Tarlalar ekilmiyor, her yeri çalýlar kaplýyor, su pýnarlarý birer birer kuruyordu. Þimdi kimsenin ekip biçmediði bu tarlalarýn sýnýrlarýnda komþular ve ayný köylüler bir karýþ toprak için kanlý býçaklý olmuþlar, yýllarca küs kalmýþlardý. Koyunlara tuz verecek yer bulunmazken þimdi her taraf birden otlak oluvermiþti. Eski deðirmende sýra bekledikleri zamanlarý düþündü. Deðirmenci bile bundan üç yýl önce Türkiye’ye gitmiþti. Köyde kalanlar artýk gidip zahirelerini kendileri öðütüyordu.
Çok deðil iki sene sonra, 1967 senesinin baharýnda Ýbrahimof’da köyde kimse kalmadýðý için çaresizlik içinde Türkiye’ye gitmeye karar verdi. Nisan ayýna kadar bütün iþlemleri tamamlayýp yola çýktý. Burada kalsa öldüðünde mezarýnýn baþýnda dua edecek imam bile bulunmayacaktý. Yola çýkmadan önce Poçuvallý Köyü’nden Rafet’e koyunlarýný sattý. Tabancasýný üç paraya bir baþkasýna verdi. Eþyalarýnýn bir kýsmýný köyde kalan birkaç aileye daðýttý. Yanýna çocuklarýný, eþini alýp iki yorgan, bir yatak, birkaç kap kacak ve bir çuval dolusu giysi topladý. Hepsini eþeðine yükledi. Küçük kýzýný da eþyalarýn üzerine bindirdi. Gün öðleye kavuþurken geride kalanlarla helalleþip kasabanýn yolunu tuttular. Aðlamaktan gözyaþý tükenmiþ, kan oturmuþ gözlerle son kez bayýrdan aþaðý bacasý tüten son birkaç eve baktýlar. Her taþý, her aðacý ayrý sevip okþadýlar. Her adýmda köyünün derelerine, bulutlarýna, güneþine övgüler düzerek yürüdüler. Altý saatte varýlan kasaba yolunu ne zaman bitirdiklerini bile anlamadýlar. Yüklerini istasyona indirip eþeði de kýrk dinara bir gavura sattýlar.
1967 senesinin Nisan’ýnda aðabeyinin daha önce yerleþtiði Manisa’nýn Hacýrahmanlý kasabasýna geldiler. Bu kasabada hiç yabancýlýk çekmediler. Çünkü köylerinden göç edenlerin büyük bir kýsmý gelip buraya yerleþmiþti. Orada komþu olanlar burada yine komþu, orada düþman olanlar burada dost olmuþlardý. Ýbrahimof beþ kiþilik ailesiyle önceleri kardeþinin kiralýk evine sýðýndý. Üç, dört ay kadar bir arada kaldýlar. Burasý Ýþtip’in Kuçiça köyüne benzemiyordu. Orada kardeþler bir evde yaþayabiliyor ama burada ev üstünde ev olmuyordu. Misafirliði biraz daha uzatsalar herkesin tadýnýn kaçacaðý iyiden iyiye renk vermeye baþlamýþtý. Çocuklar ve eltiler sýk sýk birbirlerine giriyorlardý. Aylýk kirasý otuz lira olan bir kerpiç ev kiralayýp oraya taþýndýlar.
Hacýrahmanlý da iki tür insan yaþýyordu. Göçmenler ve yerliler. Yerliler genelde toprak sahibi, göçmenler ise ameleydi. Yerlilerin büyük bir kýsmý doksan üç harbinde Balkanlardan gelip yerleþenlerdi. Ýçlerinde iki elin parmaklarýný geçmeyecek sayýda da Yörük aile vardý. Birçok yerde olduðu gibi elbette birbirlerinden kýz almýyorlar ve ayrý kahvelerde oturuyorlardý. Tarla sahibi olan herkese arazisinin kaç evlek bile olduðuna bakmadan bey deniliyordu. Burada çalýþmak isteyene her mevsim iþ vardý. Amelelik edenlerin yanýnda hicarla tutulan arazilerde tütüncülük yapan birçok aile de vardý. Bu kasabada sadece çobanlýk ve koyun sürüleri yoktu. Çünkü her yer tarlaydý ve hayvan otlatmak için bir karýþ bile boþ yer kalmýyordu. Ayrýca tepsi gibi ovanýn bütün tarlalarý, baðlarý bahçeleri sulanýyordu. Bu daha önce daðlý göçmenlerin hiç görmedikleri bir þeydi.
Ýlk günlerde iklim deðiþikliði ve Gediz Ovasý’nýn kavurucu sýcaklarý baþta küçük çocuklar olmak üzeri hepsini hasta etti. Ateþler içinde, terden sýrýlsýklam yatýp bol bol kustular. Günlerce durmadan helâya taþýndýlar. Sonra yavaþ yavaþ iyileþtiler. Ýbrahimof, Zarife ve iki oðlu her gün pamuða, üzüme, kavuna, karpuza, zeytine ameleliðe gidip çalýþmaya baþladýlar. Zühre henüz amelelik için çok küçüktü. Sonbahar geldiðinde, ova bembeyaz bir pamuk denizine döndüðünde o okula baþladý. Burasý Yugoslavya deðildi. Zamaný geldiðinde bütün çocuklar okula yazdýrýlýyordu. Çünkü kanun böyleydi. Onlarýn da kanunlara karþý boynu kýldan inceydi. Neyse ki oðlanlarý yaþlarý büyük olduðu için býrakmýþlardý. Günde beþer lira yevmiyeden geri kalmalarý hiç iyi olmazdý.
Bir gün Zühre için Ýbrahimof’u okula çaðýrdýlar. Korkudan dili damaðý kurudu. Elleri, ayaklarý birbirine dolaþtý. Okul demek hükümet kapýsý demekti. Acaba çocuk bir yaramazlýk mý yapmýþtý? Ýstemeye istemeye okulun yolunu tuttu. Okul bahçesi düðün yeri gibi kalabalýktý. Onlarý görünce biraz rahatladý. O hayatýnda hiç okula gitmemiþti. Zühreyi de okula götürüp kendi yazdýrmamýþtý. Görevli öðretmen eve gelmiþti. Okula vardýðýnda bahçede çok sayýda öðrenci velisinin beklediðini gördü. Rahatladý… Herkesi buraya kötü bir þey için toplamýþ olamazlar diye düþündü. Sonra onlarý büyük bir salona aldýlar. Önce müdür, sonra öðretmenler konuþtu. Çok güzel þeyler söylediler. Ama dinlediklerinin içinde güzel olmayan þeylerde vardý. Çocuklarýnýz daha iyi beslenmeli, süt içmeli, et yemeli diyorlardý. Sanki var da çocuklarýndan mý esirgiyorlardý? Bir de okula daha temiz gelmeliymiþler. Bu konuda öðretmenlere hak veriyordu. Eve gidince bunu Zarife’ye söyleyecekti. Okuldan çaðýrýldýðý için boþuna endiþelenmiþti. Öðretmeni Zühre için “ Çok konuþuyor, hiç susmuyor ama ben ondan memnunum. Hem dili, hem de eli çalýþýyor. Ben bu kýzdan umutluyum. Okuma yazmayý sýnýfýndaki arkadaþlarýnýn hepsinden önce öðrendi.” demiþti. Öðretmenin sözleri Ýbrahimof’u çok sevindirmiþti. Okuldan çýkýp evine giderken içi umut doldu. Böyle devam ederse, ceketimi satýp bu kýzý okuturum diye kendi kendine söyleniyordu.
Yaþar Ýbrahimof Hacýrahmanlý Kasabasýna yerleþtikten sonra Yeþildað soyadýný aldý. Resmi kayýtlarda adý Yaþar Yeþildað oldu ve herkes onu bu isimle tanýmaya baþladý. Hatta çocuklar ikinci isimlerinin Ýbrahimof olduðunu hiçbir zaman öðrenemediler. Zühre sýnýflarýný birer birer pekiyi ile geçerken Yaþar Yeþildað önce büyük oðlunu, iki yýl sonra da küçük oðlunu askere gönderdi. Küçüðü Çemiþgezek Jandarma Karakolunda vatani görevindeyken babasýnýn söylediði Zühre’nin kaleme aldýðý mektuptan abisinin evlendiði haberini aldý. Mektupta yazýlanlar onu hiç þaþýrtmadý. Kasabada hem abisinin hem de kendisinin konuþtuðu kýz vardý. Abisi muradýna erdiðine göre sýra þimdi kendisine gelmiþti. Ama Zühre söz konusu olduðunda durum deðiþirdi. Hem kardeþinin bacaklarýný kýrar, hem de ona asýlan oðlanýn aðzýný burnunu daðýtýrdý. O ne de olsa ailenin namusuydu…
Bin dokuz yüz yetmiþ dört yazýna gelindiðinde Yaþar Yeþildað iki oðlunu evermiþ, büyük oðlundan torun sahibi bile olmuþtu. Zühre hala öðrenciydi. Sýnýflarýný birer birer hiç teklemeden geçmiþ, her senenin sonunda karnesi ile birlikte iftihar belgelerini de babasýna getirmiþti. Zühre o yaz ortaokulu bitirip öðretmen okulu sýnavlarýna bile girmiþti. Yatýlý okulu kazanýrsa çok iyi olacaktý. Çünkü onu Manisa’ya Lise’ye gönderip okutmak ailenin altýndan kalkamayacaðý bir yüktü. Hep birlikte sýnav sonuçlarýný merakla bekliyorlardý.
Ýbrahim Yeþildað, o kavurucu Aðustos ayýnýn ilk Cumasýnda pazara sabahleyin sýcak bastýrmadan gidip evin ihtiyaçlarýný almýþtý. Öðleyin Cuma namazý için çarþýya yeniden çýkacaktý. Vakit geçirmek için bahçedeki tulumbanýn kaçan suyunu çýkarmýþ, patlýcan, domates ve biberleri sulamýþtý. Tulumba çekmekten kollarý iyice yorulunca hayatta oturup biraz dinlenmiþ, evin en serin odasýna çekilip hatta biraz kestirmiþti. Bu sabah pazara gittiðinden beri aklýnda sürekli olarak “çaký, çakmak, býçak, tarak” diye baðýran satýcýnýn sözleri dönüp duruyordu. Belki de onlarca kez kendisi de “çaký, çakmak, býçak, tarak” diye mýrýldanmýþtý. Satýcý göçmen olamayacak kadar kara, hatta kapkara bir delikanlýydý. Küçük naylon bir torbanýn içine plastik tarak, benzinli muhtar çakmaðý, plastik saplý küçük bir çaký koymuþtu. Hepsini iki buçuk liraya caný yanmýþ gibi baðýra baðýra satýyordu. Ama torbanýn içinde býçak yoktu. Onu sadece laf olsun, torba dolsun diye söylüyordu.
Cuma namazýna gitmeden önce kalkýp tulumba baþýnda abdestini aldý. Gömleðinin kollarýný indirdi, çoraplarýný ve ayakkabýlarýný giyip sokaða çýktý. Çarþýdan geçerken ayný genci yine pazarýn ortasýnda baðýrýrken gördü. Çaký, çakma, býçak, tarak sözcüklerini onunla birlikte söyledi. Pazarýn öteki tarafýnda daha büyük bir kalabalýk toplanmýþtý. Ama parkýn yanýndan geçen yoldan orada ne olup bittiði tam olarak anlaþýlamýyordu. O da zaten aldýrmadan camiye doðru geçip gitti. Þadýrvanýn etrafý abdest alanlar ve sýra bekleyenlerle doluydu. Ayakkabýlarýný çýkarýp caminin kapýsýndaki raflarýn birine býraktý. Koyduðu yeri aklýna iyice kaydetmek için rafýn bütün bölümlerini gözleriyle taradý.
Cuma namazýndan çýkarken birinin koluna girdiðini fark etti. Kendisinden sonra kapýdan çýkýp koluna giren kiþi Sayýt Dayý’ydý. Sayýt Dayý’nýn bakýþlarýnda, duruþunda, kolunu tutuþunda “Seninle konuþacaklarým var.”anlamýnda bir mesajý okumak hiç zor olmadý. Birlikte Yörük Cemal’ýn kahvesine doðru yürüdüler. Kahvenin öteki tarafýnda, kýsmen tenha kalan dut aðacýnýn altýna oturdular. Sayýt Dayý konuþmaya baþlamadan önce sesini alçaltýp Yaþar Yeþildað’a sokuldu;
- Pazar yerinde yabancý biri seni soruyordu. O benim babam diyordu. Otuz yaþýnda ya var ya yok. Bana Almanya’dan geldiðini söyledi.
Ýbrahimof, kendini arayanýn kiþinin Almanya’da býraktýðý oðlu olduðunu hemen anladý. Böyle bir þeyi yüzlerce kez rüyalarýnda görmüþ, kan ter içinde uyanmýþtý. Ona “Neden bizi býraktýn. Biz sana ne yaptýk?” diye soruyorlardý. Sorulara verecek yanýt bulamýyor, rüyalarýnda bile baþýný öne eðerek susuyordu.
- Peki, adýný söyledi mi?
- Hayýr adýný söylemedi. Baþýmýza bir sürü insan toplanmýþtý. Bende sormayý akýl edemedim.
- Belki de Stefan’dýr…
- Kim olduðunu bilmiyorum. Zaten ona yalan söyledim. Kasabada Yaþar Ýbrahimof diye biri yok dedim.
- Ya yeniden gelirse?
- Boþ yere tasalanma. O zaten Yaþar Ýbrahimof’u arýyor. Burada herkes seni Yaþar Yeþildað olarak tanýmýyor mu?
- Hay aðzýna saðlýk, ben bunu hiç düþünmemiþtim. “dedi. Gözlerinden sicim gibi yaþ akmaya baþladý. Utandý, küçük çocuklar gibi baþýný omuzlarýnýn arasýna saklamaya çalýþtý.
Ýbrahimof Makedonya’ya dönerken Monika ikinci çocuðuna hamileydi. Çocuðunu saðlýklý olarak doðurdu mu? Yaþýyor mu? Cinsiyeti ya da adý neydi? Zaman zaman aklýna düþüyor ve merak ediyordu. Onlarca yýldýr Monika ve Almanya’da býraktýðý çocuklarýný kendinden bile saklayarak yaþýyordu.
Sayýt Dayý da Yaþar Ýbrahimof gibi Almanya’ya gönderilmiþ, orada evlenmiþ, savaþtan sonra onlarý terk edip memleketine geri dönmüþtü. Þimdi ise her ikisini de oðullarý Almanya’ya iþçi olarak gidebilmek için çýrpýnýyordu. Almanya, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek baþka bir þekilde onlardan intikam alýyor gibiydi. Her iki adam da ortak bir suçu gizlermiþçesine birbirlerinin yüzüne baktýlar. Yaþadýklarýný geri dönüp düzeltebilme þanslarý yoksa ne yapabilirlerdi? Kader demekten ve katlanmaktan baþka ellerinden ne gelirdi? Onlar sadece alýnlarýnda yazýlý olanlarý yaþamýþlardý.
Yaþar Yeþildað dut aðacýnýn gölgesinden kalktýðýnda ayaklarýnýn ve ellerinin titrediðini gördü. Kendi kendine gelen Stefan’dýr diye düþünüyordu. Kesin o Stafan’dýr… Kendi düþünceleri içinde kaybolmuþ halde yürürken yeniden pazaryerinden gelen o tanýdýk sesi duydu. Satýcý hala “çaký, çakmak, býçak, tarak” diye baðýrýyordu. Yaþar Yeþildað onu tekrar etmeye mecburmuþ gibi mýrýldandý. “Çaký, çakmam, býçak, tarak…”
Seyfullah
Haziran 2007





Söyleyeceklerim var!

Bu yazýda yazanlara katýlýyor musunuz? Eklemek istediðiniz bir þey var mý? Katýlmadýðýnýz, beðenmediðiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düþündüðünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazýlarý yorumlayabilmek için üye olmalýsýnýz. Neden mi? Ýnanýyoruz ki, yüreklerini ve düþüncelerini çekinmeden okurlarýna açan yazarlarýmýz, yazýlarý hakkýnda fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloða geçebilmeliler.

Daha önceden kayýt olduysanýz, burayý týklayýn.


 


ÝzEdebiyat yazarý olarak seçeceðiniz yazýlarý kendi kiþisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluþturmak için burayý týklayýn.

Yazarýn aný kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Gökçeada 3
Fatma Öðretmen Beni Severdi
Biyografimin Coðrafyasýnda Gezintiler
Kara Tren
Ramazanýn Ötesi Bayram
Gökçeada 1
Börekçi Þükrü - 2 (Son)
Gökçeada 5 (Son)
Toto 1
Bul Karoyu Al Parayý

Yazarýn öykü ana kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Tabanca
Saman Altýndan Aþk Yürürse
Raký Þiþesine Ejderha Olduk
Ben Ýþin Kitabýný Yazmýþtým
Sokarým Seni Þalvarýma Çýkarýrým Tozpembe
Nataþa, Mavra ve Raký
Öyle Pat Diye de Ölünmez ki
Güvercinli Yazý - 1
Emekleye Emekleye Emekli
Acemi Çapkýn

Yazarýn diðer ana kümelerde yazmýþ olduðu yazýlar...
Baþka Türlü Bir Þey [Deneme]
Canan [Deneme]
Aþký Anlatmak Haksýzlýktýr [Deneme]
Zaman Sen Yalansýn [Deneme]
Nisan"ýn Þuçu [Deneme]
Bahar, Badem, Çocuk [Deneme]
Sonbaharý Hüznün Rekleri Boyar [Deneme]
Mevsim Türlüsü 2 [Deneme]
Bir Fýrtýna Tuttu Bizi [Deneme]
Delikanlýyý Bozan Yazýlar [Deneme]


seyfullah ÇALIÞKAN kimdir?

Ben yazar falan deðilim. Yazma eðilimli biriyim. Durumum henüz tedavi gerektirecek kadar kronik hale gelmedi. .

Etkilendiði Yazarlar:
Bilmiyorum,


yazardan son gelenler

yazarýn kütüphaneleri



 

 

 




| Þiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleþtiri | Ýnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babýali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratýcý Yazarlýk

| Katýlým | Ýletiþim | Yasallýk | Saklýlýk & Gizlilik | Yayýn Ýlkeleri | ÝzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Giriþi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

ÝzEdebiyat bir Ýzlenim Yapým sitesidir. © Ýzlenim Yapým, 2024 | © seyfullah ÇALIÞKAN, 2024
ÝzEdebiyat'da yayýnlanan bütün yazýlar, telif haklarý yasalarýnca korunmaktadýr. Tümü yazarlarýnýn ya da telif hakký sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadýr. Yazarlarýn ya da telif hakký sahiplerinin izni olmaksýzýn sitede yer alan metinlerin -kýsa alýntý ve tanýtýmlar dýþýnda- herhangi bir biçimde basýlmasý/yayýnlanmasý kesinlikle yasaktýr.
Ayrýntýlý bilgi icin Yasallýk bölümüne bkz.